 |
komunistdunya.org |
 |
|
 |
Son Yazılar |
 |
|
|
 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 47 (3) |
 |
 |
İKTİDAR MÜCADELESİ, ORDUNUN POLİTİK EVRİMİ VE EMPERYALİST PAYLAŞIM SAVAŞI (K. Erdem)
Son zamanlarda Ergenekon operasyonları çerçevesinde ortaya çıkan bazı bilgi ve belgeler, bazı politik sorunların (örneğin ordunun politik evrimi ve karakteri sorunu) daha doğru olarak çözümlenmesine olanak sunacak türdendirler. Bu durum aynı zamanda, iktidar mücadelesinin nasıl bir evrime uğrayacağı noktasında da bazı ipuçları sunmaktadır. Bütün göstergeler, son üç-dört yıldan beri, İşbirlikçi Tekelci Burjuvazi (İTB) içerisinde giderek kızışan iktidar mücadelesinin, ordunun iç yapısındaki politik evrimin neden olduğunu göstermektedir. Toplumun genelinde yaşanan politik evrim ordu içerisinde de yaşanmaktadır. Bütün sorun bu politik evrimin (özellikle de ordunun komuta kademesi ve onun etkisi altında bulunan alt-komuta kademesi sözkonusudur) ne yönde olduğu yani bu evrimin politik karakteri ve buna neden olan tarihsel olayların ne olduğu sorunudur. Türkiye’deki politik olayların mantığını ve bu olayların gelişim yönünü doğru ele alabilmek ancak ve ancak emperyalist dünya ekonomisini ve bu temelde yükselen emperyalist dünya siyasetini doğru bir şekilde kavramakla mümkündür. Ama hemen şunu da kabul etmek gerekir ki, bu noktanın söylenmesi oldukça basit ama gerçekleştirilmesi oldukça zordur. Bu makalenin temasının dışında kaldığı için emperyalist dünya ekonomisi ve siyasetinin genel hatlarına burada değinmeyeceğiz. Ama sadece kısaca ve genel olarak vede makalenin mantığının genel çerçevesini oluşturması açısından, Uluslararası Tekelci Sermaye (UTS) ile İşbirlikçi Tekelci Sermaye (İTS) arasındaki ilişkileri hatırlatacağız. (1) Uluslararası ekonomik sistem, soyut ve biçimsiz bir yapıya sahip değildir. Bu sistem üretici güçlerin tarihsel düzeyinden dolayı burjuva bir yapıya sahiptir. Ama bu burjuva yapı herhangi bir burjuva yapı değil belirli bir biçime sahip bir burjuva yapıdır. Yani belirli bir örgütlenme biçimine sahiptir. Uluslararası sisteme karakterini veren de burjuvazinin bu örgütlenme biçimidir. Uluslararası emperyalist sisteme temel karakterini veren, bu sistemin temel ekonomik birimi olan Uluslararası Tekeldir. Uluslararası emperyalist ekonominin ağırlık merkezi Uluslararası Tekeldir ve onun etki ve çekim alanı içerisinde bir çok burjuva katman ekonomik faaliyetini sürdürmektedir. Hiç kuşkusuz bu katmanlardan bir tanesi de İşbirlikçi Tekelci Sermayedir. Bu noktada en önemli sorun Uluslararası Tekelin tarihsel yerini ortaya koymaktır. Çünkü bu ekonomik birimin, tarih içerisinde yerini alan bütün maddeler gibi bir geçmişi ve bir de geleceği vardır. Uluslararası Tekelin geçmişi Klasik Tekeldir ve geleceği ise Komünist İşletmedir. (2) Komünist işletmenin en küçük ölçeği dahi, uluslararası tekelin en gelişmiş ya da büyük katmanından daha büyük bir ölçeğe ve üretkenlik yapısına sahiptir. Feodalizm ile Komünizm arasında yeralan kapitalizmin üç temel gelişme biçimi vardır: Serbest rekabetçi kapitalizm, Klasik Emperyalizm ve Uluslararası Emperyalizm’dir. Yine her biçimin de kendi içerisinde üç temel alt-biçimi ya da katmanı vardır: Küçük, orta ve büyük. Ve yine hatta bu her katmanın kendi içerisinde alt-katmanları ya da çeşitli tabakaları mevcuttur. Kapitalizmin üretici güçlerinin ilk gelişmeye başladığı yerlerden (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, ABD vs.) bütün dünyaya yayılması belirli bir mekan ve zaman dilimi içerisinde gerçekleşir. Kapitalizmin yayılma mekanı büyüdükçe, bu mekan üzerinde bir kapitalist örgütlülük de kaçınılmaz hale gelir. Serbest rekabetçi kapitalizmin sonlarından itibaren (1870’lerden sonra) içpazarda ortaya çıkan tekelleşme eğilimi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ölçeğinde yaşanmaya başladı. Tek ticari sermayenin değil ama üretken sermayenin de dünya ölçeğinde yoğunlaşmaya başlaması ve bu yoğunlaşmanın belirli bir evresinde dünya ölçeğinde sermayenin merkezileşmesine yolaçması vede bu temelde uluslararası tekelleri ortaya çıkarması bugünkü emperyalist dünya siyasetinin temelini teşkil eder. Bu uluslararası tekeller, emperyalist ülkelerden daha geri bir gelişmişlik düzeyine sahip olan Türkiye gibi ülkelere önce bir İşbirlikçi Tekelci Sermaye (İTS) yaratarak sızar ve daha sonra da onun aracılığı ve yardımı ile de bütün ülke ekonomisi içerisinde yayılarak bu geri toplumları genel olarak uluslarası emperyalizmin ve özel olarak da bir emperyalist blokun modern sömürgesine dönüştürür. Kendi taraihsel gelişimini uluslararası tekelin gelişimine dayandıran ve ancak onun ekonomik ve politik desteği ile belirli bir ülkede kendi toplumsal desteğini sürdürebilen İTS aynı zamanda bir komisyoncu durumundadır. Uluslararası tekeller ile birlikte işçi sınıfının sömürülmesinde belirli bir pay alır ve giderek bütün toplumsal ve ekonomik faaliyeti bu payı korumak ve geliştirmek üzerine oturur. Uluslararası tekel, dünya çapında ve tarihsel olarak tedrici bir şekilde geliştiği için, geri toplumların bütün ekonomilerini hemen ele geçiremez. Bunu ancak belirli bir zaman dilimine yayarak ve üretici güçlerini bu zaman dilimi içerisinde geliştirerek tedrici bir şekilde yapabilir. Kapitalizmin üretici güçleri dünya ölçeğinde uluslararası tekel biçiminde gelişirken, (3) bu gelişimin her bir derecesi farklı bir biçim oluşturacak (küçük, orta ve büyük) şekilde ortaya çıkar ve genel bir eğilim olarak da zaten buna göreceli olarak tekabül eden politik eğilimler de ortaya çıkarır: Sosyal-demokrasi, Muhafazakar ve Milliyetçi-faşist politik eğilimler. Ama bunlar da kendi içerisinde bir çok ara katman barındırırlar ve sürecin durumuna göre, kopmalar, kaymalar, yeniden oluşmalar, melez yapılar vs. oluştururlar. Ama hemen hemen bütün ülkelerde gerek Uluslararası Tekelci Sermaye (UTS) gerekse de İTS içerisinde bu ideolojik ve politik eğilimlerin her ülkenin kendi özellikleri içerisinde ortaya çıktığı ve birbirleriyle ortak özellikler barındırdıkları çıplak bir gözle dahi görülebilir. Nasıl tarihsel gelişimi içerisinde UTS ve İTS küçük katmandan büyük katmana doğru gelişiyorsa, bu ekonomik dinamizme tekabül eden bir de bir politik dinamizm vardır. Emperyalist devletlerin ve yarı-sömürgelerin burjuva politikaları da giderek emperyalist dünya ekonomisindeki bu evrimi izlemektedirler. Giderek uluslararası emperyalizmin temel politik eğilimi sosyal-demokrat biçimlerden muhafazakar biçimlere ve daha sonra da faşist-milliyetçi biçimlere doğru bir tarihsel evrim halindedir. Ama hiç kuşkusuz bu evrimi, yarı-sömürge ülkeler emperyalist ülkelere göre daha hızlı geçirmektedirler. Teorik olarak baktığımız zaman, UTS’nin büyük katmanının dünya ekonomisi içerisinde ağırlık merkezi haline gelmeye başlaması ile giderek İTS’nin de tasfiye olması ya da dereceli olarak UTS içerisinde erimesi ve bu temelde de tam bağımlı hale gelmesi kaçınılmazdır ve hatta zorunluluktur. Üretici güçlerin kesintisiz gelişimi ve büyümesi bunu zorunlu kılmaktadır. Bu tarihsel süreç ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren, İTS’nin büyük katmanı bu sürece direnmeye ve ayak diremeye başlar. İçinden geçtiğimiz süreçte, UTS’nin orta katmanının dünya çapındaki toplumsal hakimiyetinden, onun büyük katmanının toplumsal hakimiyetine geçme sürecindeyiz ve bu süreç giderek bir emperyalist paylaşım savaşı ile iç içe geçmeye başlamaktadır. UTS’nin büyük katmanının gelişimi aynı zamanda emperyalizmin üretici güçlerinin bir büyümesidir ve üretici güçlerin bu büyümesi, eski paylaşım biçim ve metodları ile çelişkiye düşmektedir. Giderek bu çelişkinin uluslararası alanda büyümesi ve yoğunlaşması, uluslararası emperyalist sistem içerisinde çok köklü bir dönüşümü de gerekli kılmaktadır. UTS’nin büyük katmanının gelişimini karakterize eden en önemli özellik, toplam sermaye yatırımları içerisinde Direkt Sermaye Yatırımlarının (DSY) payının giderek yükselmesidir. 2000’li yılların başlarında DSY’nin toplam sermaye yatırımları içerisindeki payı % 5’lerdeyken bugün bu oran % 50’leri aşmış durumdadır. Bugün UTS bir ülkeye yatırımda bulunduğunda ama özellikle de geri ülkelere, bir yerli işbirlikçi ortak bulmak zorunda değildir. Yarı-sömürge ülkeler bu yerli ortak bulma zorunluluğunu giderek tamamen ortadan kaldırmaktadırlar ve bir çok ülke zaten kaldırmış durumdadır. Bu durum sermayenin dünya ölçeğinde UTS lehine yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini arttırmakta ve İTS’nin ekonomik tasfiyesini giderek hızlandırmaktadır. Bu katmanın toplumsal ve tarihsel temelinin daralması, bu katmanın politik ve toplumsal egemenliğini ifade eden devletlerin iç yapılarında ve temel politik yörüngelerinde köklü kaymalara neden olmaktadır. Politik sistemin bu tarihsel temelinin daralması bir evrim halinde gelişir ve çeşitli biçimlerden geçer. İTS’nin ekonomik alandaki sıkışmışlığı ve tasfiyesi hızlandıkça, politik alanda giderek daha çok tutuculaşır ve kendi içine kapanmaya başlar ve adım adım da toplumsal egemenliğini tam kaybetmeden önce son kozu olan korkunç bir milliyetçi-faşist diktatörlüğe sürüklenir. UTS le rekabet edemeyen İTS (maliyet fiyatlarının düşürülmesi ve yeni pazar alanlarının bulunması noktasında özellikle), önce UTS ile Ortak-Girişim faaliyetine yönelir ve daha sonra da bu Ortak Girişim faaliyeti içerisinde sermaye payının giderek azaldığına ve yönetici konumunu kaybettiğine şahit olur. Bu durumun politik alandaki yansıması, ülke, bölge ve dünya politikasında çok önemli politik sorunlarda insiyatifin emperyalistler lehine tamamen elden gitmesidir. İşte İTS tarihsel temelinin bu kayıp gitmesine ilk tepkiyi, “ulusal”cılığa, “milli”ciliğe geri dönmek gerektiği ideoloji ve politikasına giderek sarılma ile vermeye başlar. Aslında buradaki “ulusal”cılık ve “milli”cilik İTS’nin komisyon payının azalmasına engel olmak ve bunu durdurmaktır. İşte bu politikayı en uç noktaya faşist-milliyetçilik götürür. Bundan dolayı bu iktidar mücadelesinde ne işçi sınıfının ne de genel olarak halkın hiçbir çıkarı yoktur. İTS’nin ekonomik temelinin daralması, bu sınıfın dekompozisyonunu yani ayrışmasını hızlandırmaktadır. Giderek kendi içerisinde ayrışmaya başlayan bu sınıf içerisinde, UTS karşısında çeşitli politik tutumlar gelişir:
- UTS’nin tam ekonomik ve politik hakimiyetine karşı olan İTS’nin büyük katmanı. Bu katman eski tarz Ortak Girişim biçiminin devam etmesini istemekte ve bu ilişkinin bozulmasına karşı çıkarak koyu bir Türk milliyetçiliği ile bu tepkisini ortaya koymaya çalışmaktadır. İşte faşist Pantürkçü ve Turancı milliyetçiler bu eğilimi savunmaktadırlar.
- Belirli bir emperyalist blokun içerisinde erimenin ve kaderini onların eline bırakmanın daha iyi olduğunu savunan İTS’nin orta katmanı. Bu katman kendi yapısında çok değişik tabakalar barındırmaktadır. İTS’nin küçük katmanına yakın olan tabakalardan İTS’nin büyük katmanına yakın olan tabakaları tek bir politik blok olarak kendi içerisinde toplamıştır. Bu politik eğilimi AKP ve onu destekleyenler oluşturmaktadırlar.
- Ne birini ne de diğerini savunan ve bundan dolayı da ne yapacağını bilemeyen vede ilk iki gruptakilerine göre politik bağımsızlığı olmayan İTS’nin küçük katmanı. Bu politik eğilimi de daha çok CHP ve benzerleri oluşturmaktadır.
İktidar mücadelesi daha çok ilk iki grup arasında geçmektedir ve üçüncüler bu iktidar mücadelesine yamanmaktadırlar.
İTS içerisindeki iktidar mücadelesi, çeşitli biçim ve derecelerde emperyalist sistemin nüfuzu altındadır vede bundan dolayı kaçınılmaz olarak emperyalistlerin kendi aralarındaki nüfuz ve paylaşım savaşına göbekten bağlı ve onun ile içiçe geçmiş durumdadır. Onun içindir ki içerideki iktidar mücadelesinde, emperyalist sistem içerisindeki çelişkiler belirleyici olacaktır.
Türkiye’deki politik sorunların kendi bağımsız dinamiği yoktur. Az yukarıda da belirttiğimiz gibi uluslararası emperyalist dinamiklerin hareketinin bir sonucudur. Bundan dolayı Türkiye’nin temel politik sorunları ister dolaylı olsun isterse de dolaysız bir şekilde olsun, uluslararası emperyalizmin ekonomik ve politik süreçleri tarafından koşullandırılmıştır. Onun için hiçbir sorunun “ulusal” bir çözümü mümkün değildir. “Ulusal” bir çözüm gibi sunulan her politik ve ekonomik çözüm şu ya da bu biçim altında uluslararası emperyalist dinamiklere bağlıdır ve onun ile karşılıklı etkileşim içerisindedir.
Türkiye’nin bu ekonomik ve politik bağımlılığı “ulusal”, “milli” ya da “bağımsız” gibi bir politik çizgi izlemeyi olanaksız kılar ve bu yönde bir politik angajmana girenler, belirli bir süre sonra, belirli bir emperyalist grup ya da kampın çıkarları ile kendi çıkarlarını içiçe geçirmeksizin ne iktidara gelebileceklerini ne de iktidarda kalabileceklerini görürler.
Son dönemlerde “ulusal”cı bir politika izlediklerini öne sürenler, bu söylemi çeşitli nedenlerden dolayı ileri sürmektedirler. Örneğin İşçi Partisi (İP) gibi liberaller bu söylemlerini politik saflıklarının ve aptallıklarının ürünü olarak ileri sürmektedirler. Öte yandan Pantürkçüler ve Turancı eğilime sahip olanlar, bu “ulusal”cı ve “milli”ci söylemi demogojik olarak liberalleri ve diğer milliyetçileri (CHP gibi örneğin) kendi etki alanları altında tutmak için ileri sürmektedirler. Yani bu sonuncular, hükümet karşısındaki cepheyi tek bir politik blok halinde bir araya getirmek için “ulusal”cı ve “milli”ci söylemi daha çok taktik olarak kullanmaktadırlar. Zaten Pantürkçü ve Turancıların, Atatükçü Düşünce Derneği (ADD) ve Kuvayi Milliye Derneği (KMD) aracılığı ile liberalleri ve diğer milliyetçileri etki altına alma çabaları da bunu doğrulamaktadır. Bütün burjuvazi karşısında, politik bağımsızlığını koruyabilme yeteneğine sahip tek sınıf devrimci proletarya ve onun komünist öncüsüdür. Ama o dahi, ulusal sınırları aşmayan bir sosyalist devrim ile birlikte, uluslararası emperyalizm karşısında bağımsız kalabilme yeteneğini kaybeder. Bundan da kolayca anlaşılmaktadır ki, burjuvazinin bütün sınıf ve katmanları, emperyalist burjuvazi karşısında hiçbir şekilde bağımsız kalamaz.
Bağımsızmış gibi görünen bütün burjuva politik hareketler, nihai temelde bir emperyalist grup ya da kamp ile uzlaşmak ya da beraber hareket etmek vede onun nüfuzu altına girmek zorunda kalırlar. Zaten bu burjuva politik hareketler daha tam olarak biçimlenmeden önce, emperyalist dünya ekonomisi içerisinde bu durum içerilmiş durumdadır. Bağımlı bir ekonomik temel üzerinde yükselen ve biçimlenen bir burjuva politik hareket, hiçbir şekilde bağımsız bir politik çizgiye doğru evrilemez. Bu tarihsel açıdan mümkün değildir. Onun için İP’çilerden, CHP, MHP, Turancılara ve Genelkurmay’a kadar (elbette bunlara aynı kamp içerisinde yeralmasa da AKP de eklenmelidir) “ulusal”cı bir politik çizgi izlemek gerektiği savını ileri sürenler tek kelime ile politik sahtekarlıktan başka bir şey yapmamaktadırlar.
İTS içerisindeki politik ayrışma ve kamplaşmada bir noktayı asla gözden kaçırmamak gerekmektedir. O da İTS içerisindeki her katmanın bir emperyalist dayanağının olduğu ve bugün yok gibi görünse de sürecin belirli bir anında belireceği ya da ortaya çıkacağı unutulmamalıdır. Daha geniş bir tarihsel ölçekte bakarsak eğer, bu durum tek İTS için değil ama liberal ve küçük-burjuvazi için de geçerlidir. Bu sonuncular toplumsal ölçekte bir politik güç oldukları zaman belirli bir emperyalist grup ya da kampın desteği olmadan iktidara gelmelerinin ve bu iktidarı sürdürmelerinin imkansız olduğunu farkederler.
Bu makalenin başında İTS içerisindeki iktidar mücadelesi kızışmasının, ordunun politik yapısında yaşanan bir evrimin sonucunda ortaya çıktığını belirttik. Tam da bu noktada komplo teorilerine kapılmadan olayların mantığını doğru ele alabilmek için, ordunun politik evrimine ama özellikle de bu evrimin daha çok Pantürkçü bir milliyetçilik eğilimi üzerinde gelişmesine neden olan nedenleri ele alıp ve çözümlemek gerekir.
Toplumdaki politik ayrışmaya benzer bir ayrışmanın ordu içerisinde de yaşandığı, son dönemlerde ortaya çıkan bilgi ve belgelerde çok açık bir şekilde görülmektedir. Bu ayrışmada önemli rol oynayan iki temel dış dinamik söz konusudur:
- AB ve onun ile olan ilişkiler.
- ABD’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar’da giderek ağırlığını arttırması ve bu bölgeleri tamamen kendi nüfuzu altına almaya çalışması.
Sovyet blokunun çökmesi ile birlikte 1992 yılında AB’nin kurulması ve Rusya’nın eski nüfuz alanlarını NATO ile koordineli bir şekilde doldurmaya başlaması ve giderek AB’nin de ABD gibi bir birleşik devletlere doğru evrileceği düşüncesinin ortaya çıkması hiç kuşkusuz 1990’ların ortasından itibaren orduyu da etkisi altına almıştı. Üstelik NATO’ya üye olan bir çok ülke aynı zamanda giderek AB üyesi de oluyorlardı ve NATO aracılığı ile ordu bu politik gelişmelerden etkileniyordu. Yine 1990’lı yıllar boyunca Rus emperyalizminin Sovyet blokunun çöküşünden dolayı ekonomik ve politik olarak zor bir dönemden geçmesi ve bundan dolayı uluslararası alanda pek etkin olamaması, AB’nin uluslararası alanda daha etkili görünmesine yolaçıyordu. Böyle büyük bir emperyalist gücü karşısına almaktansa onun içinde yeralmayı Türkiye daha akılcı buluyordu. Elbette yine bu 1990’lı yıllar boyunca ABD’nin Türkiye’nin AB’ye üyeliğine vermiş olduğu destek de ordu içerisinde iyi algılanıyordu. Bunlara ek olarak 1990’ların sonlarında ve 2000’li yılların başlarındaki ekonomik krizler ile Türkiye’nin AB ve İMF’ye olan bağımlılığının daha da artması, ordu içerisinde ve onun komuta kademesi içerisinde AB’ye üyeliğin kaçınılmazlığını savunan bir kesimin oluşmasına neden oldu ve hatta bu kesim kendi içerisinde 2002 yılında Hilmi Özkök aracılığı ile de bir Genelkurmay Başkanı da çıkarttı. Bu uluslararası gelişmelerin baskısı ve etkisi atında ordu içerisinde bir politik kristalleşme yaşandı ve bu kristalleşmede ordu içerisinde geçici olarak bir düşünce kargaşası yaşandı ve hatta aslında AB’ye karşı olan Pantürkçüler dahi istemeye istemeye AB baskısının altında AB’ye girmeyi savunmak zorunda kaldılar. Çünkü bu dönemlerde bu faşist-milliyetçi kesimin AB-ABD karşısına ideolojik ve politik olarak somut olarak çıkarabilecekleri pek fazla argümanları yoktu.
Ama 2000’li yılların başlarından itibaren, sanki uluslararası emperyalist sisteme sihirli bir el değmişçesine çok önemli gelişmeler yaşanmaya başladı:
- 2000 yılının başında Rusya’da Vladimir Putin Boris Yeltsin’in yerine Rusya’da devlet başkanlığına geldi. Bu değişiklik aynı zamanda Rusya’nın eski SSCB nüfuz alanları üzerinde tekrar nüfuz sağlama mücadelesine bir geçiş oldu. Bu temelde V. Putin Rusya’nın askeri ve politik doktrinini çok kısa bir zaman sonra değiştirdi.
- 2001 yılının başında ABD’de Başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçi Parti kazandı ve George Bush ABD Başkanı oldu. Bu partinin amacı da ABD’yi 21. Yüzyıla hazırlamak ve uluslararası emperyalist hiyerarşinin tepesinde kalmasını sağlamak ve bunun sürekliliğini garanti altına almaktı. Bunu ise potansiyel rakiplerin ortaya çıkmasını (Rusya ve Çin) engelleyerek yapabilirdi. Bunun için AB’den Hindistan’a kadar olan hat üzerinde Rusya ve Çin’in boğazını giderek sıkıcak bir “Anakonda” stratejisine ihtiyaç vardı. Bu hat üzerinde ise Orta ve Doğu Avrupa, Balkanlar, Türkiye, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu ve Uzakdoğu bölgeleri bulunuyordu. Bu bölgelerin sıkı bir şekilde birleştirilmesi ve Rusya’nın ve Çin’in içten ekonomik ve politik olarak zayıflatılması vede AB’nin ABD’nin istediği bir hat üzerinde tutulması ABD’nin dünya stratejisinin temellerini oluşturuyordu. ABD’nin dünyaya bu ekonomik, politik ve askeri yayılmasını onun üretici güçleri dayatıyordu.
- 11 Eylül 2001 yılında El Kaide terörünün ABD’yi vurması ya da ABD’nin de biraz vurulmaya (!) istekli olması.
- 2000’li yılların başlarında İsrail’de tamamen faşist-Siyonist Ariel Şaron’un iktidara gelmesi.
- Afganistan’ın ve Irak’ın işgale uğraması ve Suriye ve İran’ın da menzile girmesi.
- İran’da reformcuların başarısızlığa sürüklenmesi ve İslami-faşist M. Ahmedinecad’ın iktidara gelmesi.
- Türkiye’nin Kürt ulusal sorununda hiçbir politik reform açılımı yapamaması ve PKK’nın askeri eylemlerinin tekrar yoğunluk kazanması vs.
Bu politik değişiklikler ile birlikte emperyalist dünya politikasında çok önemli bir durum ortaya çıkmaya başladı:AB giderek bütün dünya sorunlarında birincil değil ikincil düzeyde bir emperyalist güç olmaya başladı. ABD AB’yi peşinden sürüklüyordu ve AB buna engel olamıyordu. Avrupa’lı emperyalist devletler ABD’nin almış oldukları kararların hep arkasında sürükleniyorlardı. Bütün bunlara Rusya’nın enerjiyi şantaj politikası da eklenince AB işin içinden tek çıkamayacağını anlayınca daha doğrusu dünya olaylarında temel rol oynama kapasitesinin yokluğu ortaya çıkıcınca AB üyeleri geleceklerini tek AB’ye bağlamaktan vazgeçtiler. Üstelik ABD AB’nin Rusya’ya yakın olan üyeleri üzerinde (Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi) güçlü bir nüfuza sahip olmayı başardı ve böylece Fransız-Alman ittifakının tam bağımsız bir AB yaratma ama özellikle Rusya ve ABD arasında yeralan bir AB yaratma potansiyelini de yoketti.
AB’nin dünya emperyalist politikasında bu profilinin düşüşü ve ABD’nin Ortadoğu’daki savaşta giderek sıkışmaya başlaması, ordu içerisinde 2000’li yılların başlarında azınlıkta kalan Türk milliyetçilerini tekrar harekete geçirdi. Ama özellikle de AKP hükümetinin Ortadoğu’da ABD politikasıyla tam uyuşamaması (1 Mart 2003 tezkeresinin redi, İran, Suriye ve Filistin sorunlarındaki farklılık örneğin) ordu içerisindeki milliyetçileri daha da cesaretlendirmiştir. Pantürkçülere yakın olan bir komuta kademesinin giderek 2002-2006 arası güç kazanması ve 2006 yılında Y. Büyükanıt’ı da Genelkurmay Başkanı çıkarması aslında uluslararası emperyalist sistemdeki ekonomik ve politik gelişmelerin baskısının sonucunda ortaya çıkmıştır. Böylece ordu bu 2000-20006 arası dönemde dış dinamiklerin baskısı sonucunda daha fazla milliyetçi bir çizgiye kaymaya başlamıştır. Bu politik eğilimin ordu içerisinde 2006 yılında hakim olması ile birlikte AKP hükümeti ile de ters düşmeye başlamış ve devlet içerisinde bir iktidar mücadelesi ortaya çıkmıştır.
İçinden geçilen süreçte iktidar mücadelesinin evriminde yine dış dinamikler belirleyici olacaktır. Bu noktada çok önemli bir soruna değinmekte fayda vardır. Bu sorun AB’nin göbeğinde yaşanan çok önemli bir değişikliktir. Çünkü bu politik değişiklik AKP’nin kaderini çizecek türdendir.
2007 yılının Mayıs ayında Fransa’da yapılan devlet başkanlığı seçimlerini Nicolas Sarkozy’nin kazanmasından sonra, Fransız emperyalist politikasında önemli bir değişiklik ortaya çıkmıştır. Bu değişiklik Fransa’nın elli yıllık politikasının da sonu olmuştur. Fransa özellikle de Fransız sosyal-demokrasisinin önderliğinde ve yine diğer Avrupa sosyal-demokratlarını da yanına alarak önce Soğuk Savaş döneminde ABD ve SSCB arasında, 1990’lı yılların başlarından itibaren de ABD ve Rus emperyalistleri arasında kalarak ve bu ikisinden bağımsız ve birleşik bir emperyalist güç olarak Avrupa’nın ayağa kalkışına önderlik eden bir politika yürütmüştür. Avrupa’nın bağımsız bir emperyalist güç olarak ayağa kalkışı aynı zamanda Fransız emperyalizminin de bağımsız uluslararası bir emperyalist güç olmasının da anahtarını oluşturuyordu. Kısacası Fransız emperyalizmi Avrupa aracılığı ile büyümek istiyordu. Bu temelde de Almanya’yı tahrik ediyordu ve politik ve askeri olarak eli kolu bağlı olan Almanya’yı yanına çekerek ama onu denetim altında da tutarak emperyalist büyümenin hayalini kuruyordu. Ancak böyle bir yol ABD ve Rus emperyalizminin baskısından kurtulmasına olanak verebilirdi. Alman emperyalizmi ise bu sayede kurtulmuş olacak ve elleri kolları serbest kalacaktı.
Ancak 2000’li yılların başlarında bu politika çıkmaza girdi. Fransız-Alman ittifakı Avrupa’yı bağımsız bir emperyalist güç olarak ayağa kaldıramıyordu. ABD ve Rusya buna izin vermiyorlardı. Özellikle de 2001 yılından beri Fransa dünyanın çok önemli bölgelerinde (örneğin Ortadoğu ve Kafkaslar’da) hep dışlanıyordu ve bundan dolayı Fransa bir seçim ile karşı karşıya kalmıştı:
- ABD’den uzak durarak ve biraz da Rusya’ya yakın durarak her ikisinin de kaybetmesini bekleyerek vede ikisinden bağımsız olarak AB’yi bağımsız bir emperyalist güç haline getirerek emperyalist paylaşım savaşına katılmak.
- Fransa ve AB’yi tamamen ABD’nin yanına çekerek kaderini onun kaderine endeksleyerek paylaşımdan pay almak.
- Fransa’yı Rusya ve Çin’in yanına çekerek emperyalist paylaşıma katılmak.
Sonuncu şık en zayıf olanıydı. Bu şıkkı ancak Fransız faşistleri gerçekleştirebilirlerdi. Şu anda iktidarda olmadıkları için bu politik yön kapalıdır.
Birincisi elli yıldan beri Fransa’nın uygulamış olduğu bir politikaydı ve politik bir iflas ile bitti.
İşte 2007’nin Mayıs ayında Fransa’da yapılan Başkanlık seçimlerini kazanan N. Sarkozy ikinci şıkkı seçti. Çünkü Fransa şu anda dolaylı bir şekilde süren emperyalist paylaşım savaşından izole kaldığı sürece hem AB içerisinde gücü zayıflamakta (çünkü müttefiklerinin çıkarlarını korumakta zorlanmaktadır) hem de uluslararası alanda nüfuz alanlarından dışlanmaktadır. Bu durum Fransız emperyalizmini içeride hem ekonomik hem de politik olarak zor bir duruma sokmuş durumdadır. Bu durumun böyle devam etmesi orta dönemde Fransa’yı iç politikada bir bunalıma sürükleyecektir. Çünkü içerideki sınıf çelişkilerinin hafiflemesi ancak uluslararası alanda daha fazla yayılmasına bağlıdır. Bunu ise ancak içinden geçilen süreçte ABD ve müttefiklerinin yanına tam geçme ile yapabilirdi ki zaten öyle oldu.
ABD’nin yanına tam geçen Fransa ile birlikte AKP aslında çok önemli bir dış politika dayanağını da kaybetmiştir. Bunun nedeni ise şudur: Artık ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, Hollanda, İtalya, İsrail vs. Ortadoğu’da diyalog ve diplomatik bir yolda İran ve Suriye ile bir çözüme ulaşmak istememektedirler. Artık bu devletler bu rejimleri devirmek ve Ortadoğu’yu ise bu emperyalist grubun tam denetimine ve kontrolüne almak istemektedirler. Ama bunun tersine AKP, tarafları uzlaştırmaya çalışmaktadır. Aslında Fransa’nın eski politikasını şu an sürdürmektedir ki Fransa’nın kendisi dahi bunu terketmiştir. AKP aslında Fransa politikasının değişimini pek anlamamıştır. Bu haliyle AKP’nin politik duruşu daha çok Rusya, İran ve Suriye’nin işine gelmektedir. Bu politika ise ABD ve müttefiklerine destek değil giderek köstek olmaktadır. Bu tarihin garip bir ironisidir. 1 Mart 2003 tezkeresinin geçmemesinde Türkiye’yi tezkerenin geçmemesi noktasında sıkıştıran Fransa şimdi ABD’nin önemli bir ortağı haline gelmiştir.
Fransa’nın tamamen ABD’nin yanına geçmesi, AKP’yi aslında uluslararası alanda tam yalnızlığa itmiştir. Şimdi AKP hiç kimseye yaranamayacak bir noktada durmaktadır. Ne ABD’ye yaranabilmekte ne AB’ye ne Rusya’ya ne İran’a ne de İsrail’e. Bunun nedeni aslında basittir: İki emperyalist kamp arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi ve savaşa dönüşmesi ile birlikte tarafsız kalmanın da dış dinamikleri giderek ortadan kalkmaktadır.
Üstelik Fransa için şimdi AB’nin rolü farklıdır. Mevcut AB alanını sıkı sıkıya tutmak istemekte ve onu sorunsuz tutarak emperyalist paylaşım savaşına ABD’nin yanında dinamik bir şekilde katılmak istemektedir. AB’nin büyümesi ve iç sorunlarının artması Fransa’nın dış politik reflekslerini zayıflatır. Onun için AB’nin büyümesine karşıdır. Türkiye’nin AB’ye yapmış olduğu politik baskının hafiflemesi ise işine gelecek ve Fransa’yı rahatlatacaktır. Onun için mevcut AKP hükümetinin işbaşında kalması Fransa’nın işine pek gelmemektedir.
Ama dışarıdaki bu politik gelişmeler giderek içerideki bazı politik gelişmelerle de içiçe geçmektedir.
Ordu içerisindeki iktidar mücadelesi 2006 yılında Y. Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olması ile tamamlanmıştır. AKP hükümeti Hilmi Özkök dönemini devam ettirecek bir Genelkurmay Başkanı çıkaramayarak bu politik mücadeleyi ordu içerisinde kaybetmiştir. Böylece iktidarını sürdürmenin ve uzun dönemli olarak garanti altına almanın olanaklarını da kaybetmiştir. AKP bu noktada hiçbir şey de yapmamış değildir. Hatırlanacağı gibi Y. Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olmaması için direnmiş, onu değişik yollar ile (örneğin Şemdinli’deki bombalama olaylarında sanık sandalyesine oturtmayı denemiştir ama başaramamıştır) yıpratmaya çalışarak Genelkurmay Başkanı olmasını önlemeye çalışmıştır ama başaramamıştır. H. Özkök sonrasını garanti altına alamayan AKP hükümeti aslında 2006’dan itibaren stratejik olarak hep geriye doğru gitmiş ve ancak 22 Temmuz seçimlerinden sonra üzerindeki politik baskıyı hafifletebilmiştir. Ama yine de bu durum ordu içerisinde kaybetmiş olduğu iktidar mücadelesinin yerini tutmaz. Aslında AKP bu tarihten itibaren iktidar mücadelesini kaybetmiştir.
Orduyu politik sistemin yörüngesini değiştirmede büyük bir manivela olarak kullanmaya çalışan Pantürkçü politik eğilim, 2007 yılında, Türk milliyetçilerinde liberallere kadar uzanan bir milliyetçi cephe yaratarak, önce AKP’yi kuşatmışlar ve daha sonra da devirmeye çalışmışlardır. Her ne kadar AKP bunu savuşturmuş olsa da, giderek dışarıdaki dinamikler ile içerideki dinamikler giderek onun aleyhine gelişmektedir.
Özellikle ABD’deki Başkanlık seçimlerinden sonra ama özellikle Cumhuriyetçi Parti kazanırsa ve İran’daki rejimin devrilmesi politikası ön plana çıkarsa, AKP’nin mevcut politika ile hükümette kalması mümkün değildir.
ABD ve müttefikleri (bunlara Fransa da dahildir) İran ve Suriye’deki rejimleri devirmek istiyorlar, onlar ile uzlaşmak değil. Uzlaşma görüntüsü altında bu devletler ile masaya oturmaları ise bir taktik olup, savaşın sorumluluğunu bu devletlerin üzerinde bırakmak içindir. Bundan dolayı bölgede AKP’nin sürekli bir uzlaşma arayışı içinde olması ABD ve müttefiklerinin işine gelmemektedir. Bu uzlaşma arayışları üstelik İran’a mükleer çalışmalarında zaman kazandırmakta ve ABD ve müttefiklerini zaman baskısı altına almaya yaramaktadır.
İşte tam da bu noktada AKP hükümeti ile ABD’nin Ortadoğu politikasındaki bu uyuşmazlık ve çelişki, orduyu ele geçiren Pantürkçüler ile ABD’yi daha da yakınlaştırmakta ve giderek ikisinin stratejik işbirliğinin temelini hazırlamakta ve ilginçtir ki ikisi için de bir çıkış yolu haline gelmektedir: ABD ve müttefikleri Ortadoğu’da yayılmak için Pantürkçülere ihtiyaç duymaktadırlar, bu sonuncular ise tamamen iktidara gelmek için ABD ve müttefiklerinin desteğine ihtiyaç duymaktadırlar. Kaldı ki İran’da rejim değişikliği Pantürkçülerin de işine gelmektedir. Zaten Y. Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı sırasında Türkiye askeri stratejisini değiştirmiştir. Türkiye’nin ulusal güvenliğinin tek kendi sınırları içerisinde değil bölgesel temelde kurularak geliştirilmesinin daha doğru olacağı kabul edilmiştir. Bu ise askeri olarak Türkiye’nin bölgesel bazda daha aktif olması gerektiği anlamına gelir ki ancak buna uygun bir politik irade sayesinde bu olanaklıdır.
ABD belirli bir süreden beri AKP ve ordu arasında bağımsızmış gibi durduğu izlenimini vermektedir. Neo-Con’ların ise AKP’yi zaten hiç sevmediği bilinmektedir. ABD 2007’nin başlarında Y. Büyükanıt’ı neredeyse bir devlet başkanı gibi karşılamış ve onun ile bölgenin çok önemli “politik” sorunlarını konuşmuştur. AKP’nin kapatılması davasında ise “tarafları uzlaşmaya” davet etmiştir. Kısacası her iki tarafın da gözlerinin içerisine bakarak birini diğerine karşı kullanabileceği hissini bierek yaratmıştır. Bütün bunlar politik sürecin nereye doğru evrildiğini açık bir şekilde göstermektedir.
Ordunun 2000-2006 arası Pantürkist bir çizgide geçirmiş olduğu politik evrim, uluslararası ekonomik ve politik süreçlerin sonucu olup, Türkiye’nin politik sistemi içerisindeki iktidar mücadelesinin kızışmasına neden olmuştur.
İktidar mücadelesinin kızışması, ordunun Pantürkist-faşist politik evriminin sonucu olup, politik sistemin bütün toplumsal damarları içerisine nüfuz ederek geri dönüşü olmayan bir yola girilmesine neden olmuştur.
Bu iktidar mücadelesini AKP’nin kazanması yok denecek kadar azdır. Çünkü uluslararası emperyalist sistemin dinamikleri, onun iktidarının devamını olanaksız kılmaktadır. Türkiye’deki iktidar mücadelesi, Ortadoğu ve dünyanın diğer bölgelerindeki emperyalist paylaşım savaşına bağımlı hele gelmiştir ve kaderi de içeride değil dışarıda çizilmektedir. Aslında bugün Türkiye’de temelde bitmiş olan bir politik oyunun son perdesi oynanmaktadır. Ama bu oyunun final sahnesinin, AKP’nin hükümetten indirilişi ve Türkiye’nin Pantürkist-faşist bir çizgiye doğru tamamen kaydırılması noktasında olacağı hemen hemen kesin gibidir.
Devrimci Bülten Sayı 47, Devamı...
(1) Bu nokta ile ilgili daha fazla bilgi Devrimci Bülten’in çeşitli sayılarında ve yine www.komunistdunya.org sitesinde bulunabilir.
(2) Klasik Tekel ve Komünist İşletmenin geniş ve ayrıntılı bir analizi başka makalelerin konusudur.Konuyu dağıtmamak için burada bu noktalara ayrıntılı bir şekilde girmiyoruz.
(3) Bu noktayı doğru anlamak gerekir. Elbette bütün dünya toplumsal sermayesi uluslararası tekel biçiminde gelişmez. Sadece bu dünya toplumsal sermayesi içerisinde ağırlık merkezini oluşturan ve tarihin sürükleyici yapısına sahip olan sermaye bu biçimde gelişir ve diğer sermaye gruplarını da peşinden sürükler.
|
 |
|
|
|
 |
|
 |
|