 |
komunistdunya.org |
 |
|
 |
Son Yazılar |
 |
|
|
 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 47 (5) |
 |
 |
ULUSLARARASI MALİ VE EKONOMİK KRİZ VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ ÜZERİNE (K. Erdem)
I-Giriş
2007 yılının yaz aylarında ABD’de konut sektöründe oluşan spekülasyon balonunun patlamasıyla (şimdi bu noktada küresel bir emlak balonunun patlaması sözkonusudur) baş gösteren uluslararası mali kriz, 2008’in Eylül ayında tekrar baş gösteren nakit krizi ile giderek derinleşme eğilimi göstermeye başladı. Üstelik nakit krizi başta Avrupa olmak üzere giderek dünyaya yayılmaya başladı. Bir yıl aradan sonra, başta ABD Merkez Bankası (FED) olmak üzere, dünyanın belli başlı merkez bankaları dünya piyasasına birlikte hareket ederek tekrar nakit para enjekte ettiler. Son ödemeler krizinde ise bir ilk yaşanarak, dünyanın belli başlı merkez bankaları birlikte faiz indirimi yaparak piyasaları rahatlatmaya çalıştılar. Bu merkez bankaları pratikte tek bir merkez bankası gibi hareket ettiler. Piyasaya açılan bu kredilerin çapı dahi dünya finans sisteminde oluşan “kara deliğin” daha doğrusu üretken olmayan yatırımların çapı hakkında bilgi vermektedir. (1) Dünyanın dört bir köşesinde kredi yolu ile elde edilen ve uluslararası sermaye birikiminin sonucu olan para sermayenin çok önemli bir kısmının, haddinden fazla konut sektörüne yatırıldığı ve bundan dolayı da çarçur olduğu dünya çapında ödeme araçlarına olan talebin boyutlarıyla açık ve seçik olarak ortaya çıkmıştır. Krizin patlak vermesinden bugüne değin, 14 ABD bankası iflas etti ve bir çok şirket iflasın eşiğine geldi. Yine bir çoğu da (AIG gibi) devlet müdahalesi ile sistem tarafından iflas edilmesi önlendi. Yine aynı şekilde bir çok banka Avrupa Birliği (AB)’nde devletler tarafından kamulaştırılarak kurtarıldı. Şimdi herkes şu soruyu sormaktadır: Bu krizin sorumlusu kimlerdir? Bugüne kadar bütün ekonomik krizlerde sorumlu kimse bunda da odur. Aslında bu tür durumlarda sorumlu aramak boşunadır. Çünkü herkes şu ya da bu şekilde bu ekonomik yıkıma katılmıştır. Sorun tek tek kişilerde değil bir bütün olarak sistemin kendisindedir. Ama ille de sorumlu aranacaksa, bu sorumlular başta ABD hükümeti olmak üzere, FED ve onların peşine takılıp giden ekonomik ve politik çevrelerdir. 1990’lı yılların sonlarına doğru Bill Clinton hükümeti döneminde, ABD’de halkın büyük kesiminin konut edinmesi için bir yasa çıkarıldı. Devlet halkın konut edinebilmesi için bazı kolaylıkların sağlanmasına çalışacaktı. Bu durum düşük faiz oranları ile çakıştı. Bu dönemde FED bilerek faiz oranlarını çok düşük tutu. Böylece düşük faiz oranları temelinde kredi ile kamçılanan konut sektöründe fiyatlar aldı başını gitti ve spekülatif bir düzeye çıktı.
II- FED, Düşük Faiz Oranları, Yatırım Bankaları ve Spekülasyon
Başında Alan Greenpans’ın olduğu FED’in faiz oranlarını uzun süre oldukça düşük tutması, spekülasyon balonunun oluşmasının ana nedenini oluşturur. FED düşük faiz oranları ile spekülasyona göz yummuştur. Aslında herkes emlak piyasasında oluşan fiyatların spekülatif olduğunu biliyordu. Başka bir yazının konusu olması nedeniyle burada FED’in ayrıntılı bir analizini yapma imkanımız yoktur. Ancak geçerek belirtmek gerekir ki, FED dünyanın diğer merkez bankalarının aksine özel bir merkez bankasıdır. Bir çok bankanın bir araya gelerek 1913 yılında kurmuş olduğu bir özel merkez bankasıdır. Bu bankanın üyeleri olan bankalar, ABD’nin önemli mali ve ekonomik kurumlarını ellerinde bulundururlar. Düşük faiz oranları sayesinde FED’in üyesi olan bankalar ve onlarla ilişkide olan yatırım bankaları konut sektörüne dev boyutlarda sermaye akıtmışlardır. Konut sektöründeki fiyatlar spekülatif bir düzeye çıktığı zaman bu sektöre kredi açan yatırım bankalarının kar haddleri de yükselmiş ve bundan dolayı bu yatırım bankalarının borsadaki hisse kağıtları da aynı şekilde prim yapmıştır. Düşük faiz oranları, borsada işlem hacmini arttırdığı ve bu kağıtlara olan talebi yükselttiği için ve bundan dolayı borsa sermayesi büyük paralar kazandı. Ama bu borsadaki önemli sermaye çevreleri FED’i oluşturan ve onun etkisi altında bulunan mali çevreler olduğu için aslında FED faiz oranlarını bilerek bu düşük düzeyde tutuyordu. Bunun sonucunda bu borsa sermayesi inanılmaz karlar elde etti. Aynı şekilde bu durum ABD hükümetinin de işine geliyordu. ABD hükümeti düşük faiz oranları sayesinde kolayca borçlanabiliyordu. Özelikle 2001 yılından itibaren yükselen askeri harcamaların finansmanını bu düşük faiz oranları kolaylaştırıyordu. Dünyanın en yüksek cari açığını veren ABD bu sayede , başta Çin olmak üzere dünyanın çok önemli dolar rezervleri olan ülkelerin birikimlerini kendi ekonomisine akıtıyordu. Bu krizde en çok göze batan, mevduat toplama yetkisi olmayan ama sadece ekonominin çeşitli sektörlerini fonlamaya yarayan yatırım bankalarının iflaslarıdır. Bu yönüyle bu kriz Türkiye’deki 2000 ve 2001 krizlerine çok benzemektedir. Türkiye’de 2000 ve 2001 krizlerinde batan bir çok banka, bir tür Hazine’yi fonlayan fon bankalarıydı. Sermayelerinin ezici çoğunluğunu (neredeyse % 80 gibi) arbitraj işlemlerine yani yurt dışından düşük faiz oranları ve düşük döviz kurları temelinde borçlanıp, yüksek faizli hazine kağıtlarına yatırmaya ayırmışlardı. Böylece bu bankaların tek işleri Hazine’yi fonlamaktı. Ama bu tür bir bankacılık faaliyeti bir çok riski de beraberinde getiriyordu. Daha doğrusu riski maksimuma çıkarıyordu:
- Sermayelerinin büyük bir kısmını bir tek işleme bağladıkları için;
- Açık Döviz Poziayonlarını ve kur riskini geliştirdikleri için;
- Faiz oranlarının değişmesinden kaynaklanan riskin altına girdikleri için.
Ama bu riskler dolaylı olarak başka risklere de bağlanmıştı:
- İhracat gelirlerinin düşmesi;
- Cari açığın finansmanında zorlanmanın ortaya çıkması;
- Kısa dönemli para sermayenin ani çıkışı ve devalüasyon beklentisi.
Sonuçta kriz anında bütün riskler birleşti ya da biri diğerinin pimini çekerek genel bir ekonomik kriz ile sonuçlandı. ABD’deki mali krizde de, yatırım bankaları, dünyanın dört bir köşesinde toplanan para sermayeyi konut sektörünü fonlamaya ayırdılar. Emlak piyasasındaki fiyatlar yükselme trendinde olduğu müddetçe, bu sektöre borçlanarak sermaye yatıran banka sermayesi, bundan yüksek karlar elde edebiliyorlardı ve bundan dolayı da bu şirketlerin Wall Street’te işlem gören hisse kağıtlarına da büyük bir talep oluyordu ve kağıtların fiyatları yükseliyordu. Dönemsel olarak konut sektöründeki spekülatif fiyatlardan dolayı yükselen bu kar marjları, bankaları daha fazla konut sektörüne yatırım yapmaya itiyordu. Böylece bu yatırım bankaları ve mevduat bankaları (mevduat bankalarının avantajı, mevduat tabanına dayanmalarından dolayı daha sağlam olmalarıdır. Mevduat bankaları da emlak sektörüne yatırım yapmışlardı) , sermayelerinin büyük bir kısmını emlak piyasasına uzun dönemli krediler biçiminde yatırdılar. Bu bankalar spekülatif fiyatlar temelinde emlak piyasasına yoğun olarak girdikleri için, çok önemli iki riske de açık hale gelmişlerdi: Kısa dönemli faiz oranlarının yükselmesi ve çürük kredilerin belirmesi vede emlak fiyatlarının düşme eğilimine girmesi.
İşin ilginç tarafı bu iki risk iç içe geçti ve bankaların önce kar hadleri düştü ve sonra da gelirleri kısa dönemli borçlarını kapatmada yetersiz kaldı. Bu andan itibaren dünya çapında zincirleme olarak ödemeler sorunundan kaynaklanan nakit (likit) krizine dönüştü.
III-Uluslararası Para Arzının Daralması Ve Bunun Faiz Oranları Üzerindeki Etkisi
Bankacılığın temel görevi, para sermayenin hemen gerekli olmadığı yerlerden toplanarak gerekli olan yerlere kanalize etmede aracılık yapmaktır. Bu aracılık sırasında ise faaliyetinin gelişmesi, yetkinleşmesi ve sürekliliği açısından kar etmesi zorunludur. Bu açıdan kar marjı yüksek olan sektörler onun yoğun olarak kredi açtığı sektörlerdir. Bu noktada en önemli risk, kredi açılan sektörde oluşan fiyatların niteliği sorunudur. Eğer fiyatlar spekülatif bir düzeye yükselmiş ise yatırılan para-sermayenin zamanında geri dönmeme riski vardır. Çünkü açılan krediler batabilir ve bundan dolayı geri dönmeye bilir ve bu durum bankanın bilançosunu bozarak, önce kar marjının düşmesine daha sonra da gelirlerinin borçlarını karşılayamamasına neden olabilir. Eğer bu miktar bankanın bilançosu içerisinde çok fazla yer tutarsa banka genellikle iflas eder. Önemli olan bir bankanın yatırılmış olan varlıkları değildir. Önemli olan yatırılmış olan varlıkların kalitesi ve bu varlıkların kendisine getirdiği gelirlerin kendi yükümlülüklerini karşılama durumudur. Eğer bankanın yatırdığı sermayenin getirisi düzenli olarak kendisine akıyor ve o da borçlarını kapatabiliyorsa ve bunun dışında da banka sermayesi kendisini yeniden üretebiliyorsa o zaman bir sorun yoktur. Son uluslararası mali krizde ortaya çıkan durum açık bir şekilde göstermiştir ki, uluslararası mali sermaye, uluslararası sermaye birikiminin çok önemli bir kısmını, üretken olmayan bir şekilde emlak sektörünü finanse etmekte kullanmıştır. Yatırılmış olan ve geri dönmesi mümkün olmayan kredinin 3-4 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Geri dönüşü olmayan bu 3-4 trilyon dolar, bankaların bilanço yapısını bozmuş ve hayali (fiktif) bir duruma dönüşmüştür. Ama zincirleme olarak ödemeler dünya çapında birbirine bağlandığı için, geri dönüşü olmayan bu sermaye, dünya genelinde ödemeler zincirinin kopmasına, bankaların bilançolarındaki negatif varlıkların pozitif varlıklara baskın hale gelmesine neden olmuş ve bankalar batmamak için ve yükümlülüklerini yerine getirmek için merkez bankalarından borç para talep etmeye başlamışlardır. Bu dönemde paraya olan talep yatırım yapmak için değil borçları kapatmak içindir. Bundan dolayı da ödeme araçlarına olan bir taleptir. Bu talebi de belirli bir noktaya kadar merkez bankaları yedek rezervlerinden ve hatta para basarak karşılamaktadırlar. Şu anda güvensizlik dünya genelinde ekonomik ilişkilere egemen olan durumdur. Bundan dolayı elinde borç verecek parası olanlar bu güvensizlikten dolayı bu para sermayeyi borç vermeye de yanaşmamaktadır. Bundan dolayı mali sistemin bir kilitlenmesi söz konusudur ve bu kilitlenmeyi aşmak da devletlere düşen bir görev olmaktadır. Bu mali krizin en önemli sonucu uluslararası para arzının daralmasına neden olmasıdır. Kriz uluslararası para sermayenin önemli bir kısmını, üretken bir şekilde kullanılmadığı için yutmuştur ve kredi biçiminde verilecek para-sermayenin niceliğini azaltmıştır. (2) Buradan bu azalan para-sermaye için uluslararası alanda bir talep baskısının olacağı ve bundan dolayı faiz oranlarının yükselmesinin kaçınılmaz olduğu kendiliğinden anlaşılır. Uluslararası para arzının azalmasının ve faizlerin kademeli olarak yükselecek olmasının en önemli sonucu, uluslararası kredi hacminin daralmasıdır. Özellikle de yüksek oranda borçlanma temelinde ekonomik gelişmesini gerçekleştiren ülkeler, bu kredi daralması karşısında giderek üretimlerini kısmaya yani işçi çıkarmaya ve sermaye yatırımlarının düzeyini düşürmeye başlarlar. Emperyalist dünya ekonomisinde yatırılan sermayenin önemli bir kısmı kredi biçiminde yatırılmış sermayedir ve bunun boyutlarının daralması kaçınılmaz olarak genişletilmiş ölçekte yeniden üretimin daralmasına neden olur.
IV-Türkiye Ekonomisinin Yapısı Ve Krizin Kaçınılmazlığı
Türkiye’nin uygulamakta olduğu ekonomik model uzun dönemde çıkmaz ile sonuçlanan bir modeldir. Zaten bilinçli bir tercihin ürünü olmaktan ziyade, tarihsel koşulların zorlaması ile kabul edilmiş bir modeldir. Türkiye’nin ekonomi politikası, uluslararası emperyalist sistemin gönenç dönemlerinde az çok sorunsuz işleyen ama bunun tersi durumunda ekonomik bir kriz ile sonuçlanan bir politikadır. Bunun en temel nedeni, Türkiye ekonomisi içerisinde uluslararası tekelci sermayeden (UTS) daha az bir üretkenlik yapısına sahip olan işbirlikçi tekelci sermayenin (İTS) hakim bir konumda olması durumudur. İTS’nin bu geri üretkenlik yapısı, rekabetin baskısı altında, dünya piyasasında fiyatlar aşağıya hareket etmeye başladığı andan itibaren (kriz döneminde fiyatların bu aşağıya hareketi daha da artar ve bu temelde rekabetin daha da kızışmasına neden olur) , İTS’yi UTS’ye göre daha çok kırılgan hale getirmektedir. Bunun nedeni maliyet fiyatlarını sermaye birikiminin zayıflığından dolayı UTS’ye göre daha aşağılara çekememesi ve pazarların daralması durumunda daha fazla dayanamamasıdır. Türkiye ekonomisi Genişletilmiş Ölçekte Yeniden Üretimini (GÖYÜ) gerçekleştirebilmek için her yıl önemli bir dış finansman kaynağına ihtiyaç duymaktadır. Bu temelde uygulamaya konulan Para Poitikası, bu dış finansman gereksinimini karşılamaya dönüktür. Bu temelde 1990’lı yılların başlarında Türkiye sermaye hareketlerini serbestleştirdi ve Lira’nın tam konvertibilitesini sağladı. Bununla birlikte yurt içi faiz oranlarını uluslararası faiz oranlarının üzerinde tutu. Amaç yüksek faiz oranları temelinde yabancı sermayenin girişini sağlayarak iç piyasada para arzını arttırmaktı. Çeşitli yatırım biçimlerinde ülkeye giren yabancı sermaye, ülkenin döviz rezervlerini geliştirecekti ve döviz arzının artması döviz kurlarının düşmesine neden olacaktı. Aynı zamanda döviz rezervlerini arttıran merkez bankası, zaman zaman piyasadan döviz alarak ya da satarak döviz kurlarının belirli bir düzeyde kalmasına çalışacaktı. Döviz kurlarının düşmesi aynı zamanda enflasyonun düşmesine yardım edecekti. Bununla birlikte hükümet kamu açıklarını ve karşılıksız para basmayı azaltarak enflasyonun düşmesine yardımcı olacaktı. Türkiye’nin dış ticareti sürekli açık verdiği için yani ihracat gelirleri ithalat giderlerinden düşük olduğu için, bu açığı kapatacak bir para politikası zorunludur. Çünkü bu para politikası cari açığın finansmanı için gerekli olan döviz girdisini ülkeye giren yabancı sermaye sayesinde elde etmektedir. Yukarıda kısaca belirttiğimiz para ve maliye politikası, ödemeler bilançosunun dengesi için gerekli olan döviz girişini sağlamaktadır. Bu politikadan da anlaşılacağı gibi, Türkiye ödemeler bilançosunu dengede tutabilmek için, her yıl belirli bir sermaye miktarını Türkiye’ye çekmek zorundadır. Bu durum gerçekleşmediği zaman yani dışarıya vadesi gelmiş olan ve döviz cinsinden ödenmesi gereken döviz miktarı olmadığı zaman ülke ekonomisi genellikle krize sürüklenmektedir. 2000 ve 2001 krizlerinde olan durum budur. Bu durumdan da anlaşılacağı gibi, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisi ile çok önemli bağlantı noktaları vardır. Bunlar ticaret, kredi ve sermaye hareketleridir. Bu üç noktada dünya ekonomisinin pozitif olması, ülke ekonomisinin pozitif olması için zorunludur. Aksi taktirde bankalar ne kadar sağlam görünürse görünsün ekonomik kriz kaçınılmazdır. Türkiye cari açığın finansmanını borçlanma yoluyla gerçekleştiren bir ülkedir. Bundan da anlaşılacağı gibi dünya ekonomisinin dinamik yapısı ve gönenç durumu, Türkiye ekonomisinin dengelerinin korunması açısından zorunludur. Cari açığın finansmanını besleyen kanallara kısaca göz atacak olursak, gelecek kısa dönemde tablonun Türkiye ekonomisi için pek fazla iç açıcı olmadığı görülür. Türkiye bu uluslararası mali krize çok yüksek bir cari açık ile yakalanmıştır. Aşağı-yukarı Türkiye’nin bu yıl içerisinde 55 milyar dolarlık bir düzeyde dış ödeme yapması gerekmektedir. Kaldı ki bu miktarın çok büyük bir bölümü, ihracat gelirleri dışındam kredi ve sermaye hareketleri yani ülkeye yatırım amaçlı gelen sermaye aracılığı ile sağlanmaktadır. Ama dünya ekonomisinin resesyona sürüklenmekte olması, cari açığın finansmanını zora sokacaktır ve işte tam da bu noktada, cari açığın döviz kurları üzerinde baskı kurması kaçınılmazdır. (3) Cari açığın döviz kurları üzerinde yaratacağı bu baskı, kısa dönem için Türkiye’ye gelmiş olan para sermayenin (sıcak para da denilmektedir) ani çıkışını tetiklemesi ve bir çığ etkisi yaratarak kitlesel bir şekilde ülkeyi terketmesi kaçınılmazdır. Böyle kitlesel bir kaçışın doğal sonucu devalüasyon ve bundan kaynaklanan ülke borcunun katlanması ve banka ve işletmelerin bilançolarının bozulmasıdır. Elbette bu da kriz demektir. Türkiye’nin toplam dış borcunun (aşağı-yukarı 250 milyar doları bulmaktadır) neredeyse yarısı özel sektörün borcudur. Bir devalüasyon durumunda bu borcun katlanması ve özel sektörün yoğun bir iflas ve ekonomik daralmaya maruz kalması hemen hemen kaçınılmaz gibidir. Cari açığın tetikleyeceği döviz kurlarındaki bozulmanın, Türkiye’nin ekonomik dengelerini iyice bozacak olması ister istemez dikkatleri cari açığın finansman kanallarına ve bu kanalların istikrar durumuna çevirmektedir. Bu kanalların yüksek bir risk altında olduğu ve bu uluslararası konjonktürden dolayı eskisi gibi istikrarlı olmayacakları, ekonomiden az-çok anlayanlar için açık bir durumdur. Kısaca da olsa cari açığın finansmanını besleyen bu kanallara bir göz atmakta fayda vardır. Az yukarıda Türkiye’nin ticaret, kredi ve sermaye hareketleri aracılığı ile emperyalist dünya ekonomisine bağlandığını belirttik. O halde bu noktalarda durum ne haldedir? Son uluslararası mali krizin de göstermiş olduğu gibi, uluslararası para arzı daralmış ve bu arz daralması temelinde, kredinin toplumsal temeli de daralmıştır. Artık şirketler eskisi gibi kredi elde edemeyecekler ve elde edenler de bu krediyi daha pahalıya elde edeceklerdir yani daha yüksek bir faiz ödemek zorunda kalacaklardır. Uluslararası kredi daralmasının en direkt sonucu, üretim kapasitesinin düşmesi ve kredi maliyetlerinin yükselmesinden dolayı maliyetlerin artarak, üretkenliği zayıf şirketlerin iflasa sürüklenecek olmasıdır. Yani dünya pazarında bir daralmanın olması kaçınılmazdır. Bu daralmanın Türkiye ekonomisi açısından sonucu ihracat gelirlerinin düşmesidir. İhracata dayalı bir ekonomik modeli benimseyen İTS’nin , pazarların daralması karşısında ihracat gelirleri düşecektir. Bununla birlikte kriz fiyatların aşağıya düşüşünü hızlandırarak, pazar fiyatlarının maliyet fiyatlarına daha fazla yaklaşmasına ve belkide maliyetlerin altına düşmesine neden olacaktır. Bu durumda bir kısım İTS’nin iflasa sürüklenmesi hemen hemen kaçınılmaz gibidir. Yine YTL’nin yüksek faiz-düşük kur politikasından dolayı aşırı değerlenmiş olması, İTS’nin maliyet fiyatlarını daha da yükseltmiş bulunmaktadır. Kısacası uluslararası mali kriz, ticaret gelirlerinden bir azalmaya ve bundan kaynaklanan döviz girişinin düşmesine neden olacaktır. Türkiye özellikle son iki yıldan beri cari açığın çok büyük bir kısmını borçlanma yoluyla finanse etmeye başlamıştır. Yani ihracat gelirleri ve yatırım için gelen sermayenin boyutlarındaki düşme sonucunda, cari açığın geri kalan kısmını borçlanarak finanse ediyordu. Üstelik son iki yıldan beri cari açığın bu borçlanarak finanse edilen kısmı % 12’den % 60 gibi rekor bir düzeye çıkmıştır. Uluslararası para arzının daralmakta olduğu ve bu temelde uluslararası kredi daralmasının olduğu gözönünde bulundurulduğunda, dışarıdan kredi bulmanın eskisi gibi kolay olmayacağı açıktır. Bir yandan ticari gelirler düşerken, bir yandan uluslararası kredi kanalları bozulurken, bir yandan da yatırım amaçlı olarak Türkiye’ye akan sermayede bir daralma gözlenmektedir. Aşağıdaki tablo cari açığın finansman yapısını ve bu yapının mevcut uluslararası ekonomik konjonktür ile fazla sürdürülemeyeceğini göstermesi açısından öğreticidir.
 (Şükrü Kızılot, Hürriyet Gazetesi, 15 Ekim 2008 )
Tablo bir yandan ülkeye giren sermaye akışında ciddi bir azalmanın olduğunu gösterirken, cari açığın finansmanında borçlanma yoluyla elde edilen kısmın boyutlarında büyük bir artışın olduğunu göstermektedir. Bu ise bu konjonktür ile sürdürülemez bir durumdur. Er ya da geç cari açığın bu durumunun döviz kurları üzerine yansıması ve kurların bozulmasına vede kısa dönemli gelen yabancı para sermayenin kitlesel ani çıkışına neden olması kaçınılmazdır. (4) Diğer yandan her ne kadar bugün, uluslararası faiz oranı, uluslararası merkez banklaları tarafından % 2’lere kadar düşürülmüş ise de, bu, kriz esnasında mali sistemin kilitlenmesini engellemek için, taktik ve kısa dönemli olarak devreye sokulan bir politikadır. Bundan sonra giderek faiz oranlarının yükselmesi ve hatta çift haneli rakamlara kadar çıkması kaçınılmaz gibi görünmektedir. Çünkü bugün merkez bankalarının nakit krizini aşmak için piyasalara sürmüş oldukları kredinin önemli bir kısmı karşılığı olmadan basılan paradır. Bunun ise uzun dönemli olarak enflasyonist bir etkisi olacaktır. Onun için emperyalist ülkelerde tekrar rezerv birikiminin gerçekleşmesi için, faiz oranlarının dereceli olarak yükseltilmesi zorunlu olacaktır. Bu durumun Türkiye’ye etkisi ise yurt içi faiz oranlarının daha da yükseltilmesi olacaktır. Ancak Türkiye faiz oranlarının arttırımları noktasında emperyalist ülkeler ile yarışamaz. Emperyalist ülkelerde gerçekleşen bir puanlık faiz arttırımı, Türkiye gibi ülkelerde 2-3 puan gibi bir arttırımı zorunlu kılmaktadır. Böyle bir durumda Türkiye’nin uluslararası faiz arttırımına dayanması imkansızdır. Bundan dolayı uluslararası faiz oranlarının artması Türkiye’ye akan sermaye miktarında bir daralmaya yol açacaktır. Çünkü emperyalist ülkelerde yükselen faiz oranları sermaye hareketlerini maliyetli hale getirecektir. Bu durum ise sermayenin emperyalist üklelerde birikmesine yolaçacaktır. Türkiye’nin cari açığın finansmanından kaynaklanan bir ekonomik krizden az etkilenmesi için, Türkiye’nin İMF ile bir ihtiyati Stand by anlaşması yapmaktan başka bir çaresi kalmamıştır. Aslında uzun zamandan beri yapılması gereken bu anlaşma, Hükümet tarafından bilerek geciktirilmiştir. Nedeni ise yerel seçimlere doğru gidilirken hem bu anlaşmanın muhalefet tarafından istismar edilmesini önlemek istemektedir hem de bu yerel seçimlerin kazanılması için ekonomik disiplini gevşetmek isteğidir. İMF ile yapılacak bir ihtiyati Stand by anlaşması, Hükümet tarafından seçim için ayrılan miktarı azaltacağından, Hükümet İMF ile seçimlerden sonra anlaşmayı uygun bulmaktadır. Ancak uluslararası konjonktür ve Türkiye ekonomisinin hassas yapısı mevcut durumun uzun süre sürdürülemeyeceğini göstermektedir. Kaldı ki, 2001 krizi göstermiştir ki, kriz anında yapılan bir kredi anlaşmasının koşullarının önceye göre çok kötü olduğudur. 2001 krizi sırasında yapılan anlaşmada Türkiye, uluslararası faiz oranları % 5’lerde gezerken İMF’ye % 12’ler üzerinde faiz ödemek zorunda kalmıştır. Bundan dolayı Türkiye’ye İMF tarafından dayatılan Faiz Dışı Fazla (FDF) yani borç stokunu eritmek için ödediği miktar % 6, 5 olarak belirlenmişti. Diğer ülkelerde % 2-3 olan bu düzey Türkiye’ye % 6, 5 gibi rekor bir düzeyde dayatılmıştı. Türkiye artık İMF ile bir anlaşmaya da geç kalmıştır. 2001 krizinden sonra, ABD politik vaadler karşılığında İMF kredilerini onaylamıştı. Şimdi de bunun böyle olacağı ve belki daha büyük politik istekler temelinde bu kredinin sağlanacağı artık sürpriz olmayacaktır. Bunun ise Türkiye’nin ekonomik ve politik bağımlılığını daha da arttıracağı ve Türkiye’yi biraz daha modern bir sömürge ülke statüsüne yaklaştıracağı hemen hemen kesin gibidir.
-------------------------------------
(1) Bu makaleyi yazdığım sırada yaklaşık 2 trilyon değerinde olan yüksek riskli Hedge fonlarının, başta petrol fiyatları olmak üzere bazı emtia fiyatlarının düşmesi sonucu sallantılı olmaya başladıkları haberleri gazetelerin haber sayfalarına düşmüş bulunuyordu.
(2) Kriz aynı zamanda bu üretken olmayan yatırımlara da bir son noktayı koymuştur. Bu haliyle düzenleyicibir işleve sahiptir.
(3) Bu makaleyi yazdığım sırada Dolar 1.7’ye, Euro da 2.1 YTL’ye dayanmıştı. Bu durum karşısında Merkez Bankası kurları tekrar baskı altına almak için piyasaya döviz rezervlerinden döviz satmaya başladı.
(4) Bu makaleyi yazdığım sırada Hedge fonlarında başgösteren ödeme sıkıntısındfan dolayı, Türkiye’ye kredi açan bir kısım uluslararası mali sermayenin pozisyon kapatma işlemlerinden dolayı kredileri geri çağırdıkları ve tekrar kredi açmadıkları haberleri yine medyaya düşmüş bulunuyordu. Yine Merkez bankası sermaye çıkışlarını durdurmak için faiz oranlarını %24’lere kadar çıkardı.Bundan bir ay önce % 18’lerde olan faiz oranları iç piyasada para arzının daralmasından dolayı (sermaye çıkışından dolayı) % 24’lere fırladı.
------------------------------
DEVRİMCİ BÜLTEN’DEN OKURLARA Bugün tek Türkiye Komünist Hareketi (TKH) içerisinde değil ama Dünya Komünist Hareketi (DKH) içerisinde oportünizm oldukça güçlü bir yapıya sahiptir. Çok çeşitli biçimlere sahip olan bu oportünizm oldukça derin tarihsel köklere sahiptir ve basit vede raslantısal bir fenomen olmaktan ziyade, uluslararası kapitalist sistem içerisinde temel bir yere sahiptir. Bundan dolayı uluslararası bir karaktere sahiptir. Zaten geçmişteki tarihsel deneyimler de oportünizmin bu uluslararası karakterini (II. Ve III. Enternasyonal örneklerinde olduğu gibi) açık bir şekilde ortaya koyar. Peki gerek TKH ve gerekse de DKH içerisinde güçlü bir şekilde yeralan oportünizmin bu gücü nereden kaynaklanır?
Komünist hareket içerisindeki oportünizmin güçlü ve dinamik bir şekilde kendisini üretmesine neden olan durum, kapitalizmin tarihsel olarak güçlü ve dinamik yapısıdır. Uluslararası kapitalizmin kendisini geliştirebildiği ve tekrar üretebildiği (elbette üretici güçleri geliştirerek) her durumda, komünist hareket saflarında kararsız ve sallantılı unsurlar, bir entellektüel ve politik dinamizm olanağı elde ederler. Bunun nedeni, burjuvazinin sermaye birikiminin boyutlarının büyümesi ile birlikte işçi sınıfı ve komünist hareket içerisinde, direkt olmasa da dolaylı bir şekilde, bir işbirlikçi katmanı ya da farkında olmasa da bu rolü oynayacak bir sosyal katmanı oluşturabilme yeteneğidir. Bundan şu sonuç çıkmaktadır ki, oportünizmin gücü ve direnci, burjuvazinin kendisini tarihsel olarak üretebilme yeteneğine bağlıdır. Burjuvazinin tarihsel olarak bir ekonomik ve politik krize doğru sürüklendiği hemen hemen her durumda, oportünizm de bir ideolojik ve politik krize sürüklenir /sürüklenmiştir.
Oportünizmin temel tarihsel rolü, komünist hareketin kendisini toplumsal ölçekte üretmesine engel olmak ve burjuvazinin komünist hareket içerisindeki dolaylı etkisi olarak, tasfiyeciliğin gelişmesine, yerleşmesine ve sürekliliğine neden olarak, komünist hareketin saflarının dağınık kalmasına yolaçmaktır. Komünist hareket içerisinde bu “ajan” rolünü oynamaksızın zaten toplumsal varlığını ayakta tutamaz. Onun toplumsal varlığını ayakta tutması, komünist hareketin dezorganize edilmesine bağlıdır.
Oportünizmin komünist harekete karşı mücadelesi, genellikle şiddet araçları içermez. Daha çok ideolojik ve “barışçıl” metodlar ile yürütülen bir mücadeledir. Onun için komünist hareketin de ona karşı mücadelesi bu temelde olmak zorundadır. İşte komünist hareketin oportünizm üzerinde toplumsal zafer kazanabilmesi çok önemli iki etkene bağlıdır:
- Oportünizm karşısında iyi bir ideolojik konumlanmaya sahip olma zorunluluğu;
- Bütün dünya kapitalizmini saran burjuvazinin tarihsel bir krize sürüklenme zorunluluğu.
Oportünizmin komünist hareket karşısında, ideolojik ve politik krizi genellikle burjuvazinin giderek genelleşen bir ekonomik ve politik krizi ile içiçe geçer. Onun için burjuvazinin giderek genel bir tarihsel krize sürüklenme eğiliminin, çeşitli ülkelerde eşitsiz olarak gelişen bir süreç olarak, oportünizmin toplumsal devrilmesinin olanaklarını da ortaya çıkaracağını unutmamak gerekir. Bütün bu özellikleri Rus devrim tarihinde bulmak mümkündür. Rus büyük burjuvazisinin 1905 krizine sürüklendiği dönemde, Rus oportünizmi de sosyal bir bocalamaya uğrayarak Rus Komünist Hareketi’nin Parti biçiminde gelişmesine engel olamadı. Daha sonra da I. Dünya Savaşı sırasında da , uluslararası burjuvazinin politik krizi sırasında, komünist hareketin politik iktidarı ele geçirmesine engel olamadı. Elbette devrimden sonra hem komünist hareketin ideolojik zaaflarının ortaya çıkması hem de uluslararası kapitalist sistemin tekrar dinamik bir yapıya bürünerek güçlü bir şekilde kendisini üretmesi, oportünizmin tekrar güçlenip ve komünist hareketi yenilgiye uğratmasına neden olmuştur. İçinden geçtiğimiz süreçte de uluslararası kapitalizm giderek yine tarihin büyük bir ekonomik ve politik krizine doğru sürüklenmektedir. Bu dönemde oportünizmin teşhirine olanak sağlayacak bir çok aracın ve olanağın ortaya çıkacağını unutmamak gerekir. Nesnel-tarihsel koşullar, oportünizm ile böyle bir tarihsel hesaplaşmayı komünist hareket açısından olanaklı hale getirirken, komünistlerin öznel eksikliklerini yani felsefi-ideolojik ve politik eksikliklerini gidermelerini zorunlu kılmaktadır. Burjuvazi ile birlikte oportünizmin nesnel-tarihsel krizi yaklaşırken, onu altedecek öznel faktörlerin de aynı şekilde, komünistler tarafından geliştirilmesi ve yetkinleştirilmesi gerekir.
DEVRİMCİ BÜLTEN
|
 |
|
|
|
 |
|
 |
|