 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 48 (2) |
 |
 |
PKK’NIN YENİ STRATEJİK YAPILANMASI VE LİBERAL YANILSAMALAR (K. Erdem)
Özellikle son dönemde burjuva medyada giderek yoğun bir biçimde, “PKK’nın politik ve askeri tasfiyesi”nin an meselesi olduğu ve “sonu”nun yakın olduğu propagandası yapılmaktadır. Bütün bu yanılsamaları güçlendiren durum ise, PKK Başkanlık Konseyi’nin “ateşkes”, “barışçıl çözüm”, “toplumsal uzlaşma”, “Kürtlerin kimlik ve kültürel haklarının tanınması temelinde silah bırakma” vs. gibi açıklamaları olmuştur. Burjuva medyada bu durum, politik ve askeri zayıflık olarak algılanmıştır. Gerçekten işin özü nedir? PKK, gerçekten burjuva medyanın algıladığı gibi, politik ve askeri olarak bir zayıflık mı gösteriyor yoksa yeni bir politik ve askeri stratejinin ürünü olarak mı taktiksel olarak bu liberal söylemi kullanmaktadır? Bu sorunun teorik ve politik çerçevesinin doğru bir şekilde bilince çıkartılması oldukça önemli olup, gelecekte bölgede politik ve askeri güç şekillenmelerinin alacağı biçimleri kestirmek açısından da önemlidir. Bilindiği gibi PKK, 1990’ların başlarından itibaren ama özellikle de 1993 tarihindeki ateşkeste açık bir şekilde liberal bir söylem kullanmaya başlamıştı. O zamandan beri, sürekli tartışılan nokta, PKK’nın bu liberal politik söyleminin ne kadar stratejik ve ne kadar taktiksel olduğu idi. Bu noktada kimse net bir şey söyleyemiyordu ama özellikle de PKK’nın kendisi de belki bu noktada tam olarak ne yapacağını bilmiyordu. 1999 yılına gelindiğinde Abdullah Öcalan’ın yakalanması PKK’daki liberal söylemi daha da arttırdı ve PKK “Demokratik Cumhuriyet” liberal çizgisine tamamen çekildiğini beyan etti. Hatta bu dönemde Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketi içerisinde ve hatta PKK’nın kendi içerisinde bu liberal çizgiye karşı çıkan ve eleştirenler oldu. Biz de bu dönemde bu liberal söylemi eleştirmiştik ve hatta kanımızca bu ideolojik ve politik eleştirilerimiz bu dönemde doğruydu. Ama soruna başka bir açıdan ve biraz da PKK açısından bakarsak (biraz da empati yoluyla) sorunun bir başka yüzünü görürüz. PKK bu dönemde yoğun bir şekilde gerek Kürdistan’da gerekse de Ortadoğu ve dünyada bir politik ve askeri imha operasyonunun merkezine oturtulmuştu. Ve bu operasyona önderliği de Bill Clinton’un ABD’si yapıyordu. O dönemlerde PKK’ya karşı bu imha operasyonunun genel politik çerçevesi kavranılmadan, PKK’nın niçin bu liberal söylemi kullanmak zorunda kaldığını ve onu buna iten nedenleri anlamak imkansızdır. 1999 yılında A. Öcalan’ın yakalanmasına giden süreç, ABD’de B. Clinton’un 1996 yılında ikinci defa Başkan seçilmesiyle başladı. İkinci Başkanlık döneminde Clinton, ABD’nin Ortadoğu, Kafkasya, Orta ve Doğu Avrupa’ya daha fazla ağırlığını koyması gerektiği görüşünü benimsedi. Bu temelde de çabalarını yoğunlaştırdı. ABD ve müttefiklerinin bu bölgelere olan bağımlılıklarının gelecekte daha da artacağı öngörüldüğü için (Bakü-Ceyhan boru hattı bu dönemde planlandı), bu bölgelerin Transatlantik Emperyalist İttifakı (TAEİ) için “düzenlenmesi” hayati önem teşkil ediyordu. Bunun için gerek Ortadoğu’da gerek Kafkasya’da gerekse de Orta Asya’da bazı rejimlerin devrilmesi ya da değiştirilmesi TAEİ için zaruriydi. Demokrat Parti bu rejim değişikliklerini daha çok bu rejimlerin içten çözülmeleri üzerine oturtmak istiyor ve ABD’nin bölgedeki askeri gücünü de, bu içten değişiklikleri destekleyen bir tamamlayıcı dış güç olarak düşünüyordu. Zaten Irak’ta bu çalışmalar I. Körfez Savaşı’ndan beri çoktan başlamıştı ve B. Clinton’un İkinci Başkanlık döneminde de yoğunlaştı. Bu dönemde ABD’nin bir bölgesel stratejisi vardı. Bu bölgesel strateji TAEİ’nin uluslararası stratejisine ekonomik, politik, askeri ve diplomatik olarak dayandırılan bir stratejiydi. Buna göre ABD-AB güçlü ittifakı etrafında şekillenecek olan çeşitli bölgesel yapılanmalar oluşturulacaktı. Bu bölgesel yapılanmalar, ABD-AB ittifakına dayanacaktı ve böylece güçlü bir uluslararası merkezden beslenecekti. Bu temelde ABD, AB’ye daha dikkatli davranıyordu ve onu uluslararası alanda daha fazla politik ve askeri sorumluluk alması yönünde cesaretlendiriyor ve hatta onun Orta ve Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesini destekliyordu. Böylece ABD-AB ittifakı temelinde, AB’nin genişlemesi, dolaylı olarak ABD’nin ekonomik ve politik genişlemesine de yardım ediyordu. Bu dönemde ABD’nin Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu politikası, AB ile varolan güçlü ittifaka dayandırılarak kurgulanıyordu. Bu bölgelerin daha fazla TAEİ’nin ekonomik, politik, askeri ve kültürel egemenliği altına girebilmesi için, buralarda varolan rejimlerin ya değiştirilmesi ya da devrilmeleri gerekiyordu. Çünkü bu rejimlerin çoğu “Soğuk Savaş” döneminin ürünü olup bir kısmı da Sovyet Bloku’nun çöküşü sonrasındaki politik boşlukların sonucunda daha “Batı” emperyalistlerinin bölgeye ağırlıklarını koyamadıkları bir “ara dönem”in ürünüydüler. Onun için bu rejimlerin yavaş yavaş TAEİ’nin çıkarları doğrultusunda “düzenlenmeleri” gerekiyordu. İşte tam da bu noktada üç bölge ile (Avrupa, Kafkasya-Orta Asya ve Ortadoğu) sınıra sahip tek ülke olan Türkiye, ABD’nin uluslararası ve bölgesel stratejisinde kilit bir noktaya oturdu. Ama tek “jeostratejik” değil “jeopolitik” olarak da. TAEİ bu bölgelerdeki rejim değişikliklerini herhangi bir yönde ve biçimde değil, burjuva demokrasisi yönünde ve biçiminde yapmak istiyordu. Burjuva demokrasisi böylece hem buralardaki diktatörlüklerin ağır baskıları altında ezilen halkların politik eğilim ve enerjilerini harekete geçirecekti ve böylece bu rejimlerin iç çöküşlerini hızlandıracaktı hem de bu hareketlerin kolayca ABD-AB ittifakının “kanatları” altına girmesini kolaylaştıracaktı. Ama bunun için bu bölgelere açılan Türkiye’nin önce bu temelde politik ve ekonomik olarak dönüştürülmesi gerekliydi ki, ona dayanılarak diğer devletler içten çözülebilsin. İkinci Başkanlık döneminde B. Clinton bu stratejiye güçlü bir şekilde el attı. Onun başkanlık döneminde önemli politik gelişmeler oldu:
- 1993 yılında İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), ABD’nin aracılığı ile biraraya gelerek, sonucu iki devletli bir sürece evrilecek olan bir yol haritası üzerinde anlaştılar: Oslo Süreci.
- ABD Güney Kürdistan’da I. Körfez Savaşı’ndan sonra Çekiç Güç aracılığı ile sürekli askeri varlık bulundurmayı elde etti.
- 1997’nin başlarından itibaren, ABD ve İngiltere’nin himayesinde, KDP ve KYB (Mesut Barzani ve Celal Talabani), önce Ankara’da, sonra da Londra ve Washington’da bir araya getirilerek aralarındaki düşmanlığa son verildi.
- Yine aynı yıl ABD’nin desteği ile AB’nin Luxembourg Zirvesi’nde Türkiye’ye AB’ye Aday Adayı statüsü verildi.
- İran’da Hatemi’nin % 70 gibi bir oy oranı ile Cumhurbaşkanı seçilmesi İran’ın içten çözülmeye başladığı yanılsamasına yolaçtı ve ABD bu hareketin başarıya ulaşmasına bel bağladı.
- KDP ve KYB’nin biraraya gelmesi tamamlandıktan sonra, PKK’nın politik ve askeri tasfiyesine hız verildi ve bunun sonucu olarak A. Öcalan 1999’un başında yakalandı.
- Yine aynı yıl ne tesadüftür (!) ki, ABD’nn güçlü desteği sayesinde Türkiye’ye AB’nin Helsinki Zirvesi’nde AB’ye Aday statüsü verildi.
- 1990’lı yıllar boyunca ABD, Bakü-Ceyhan boru hattının yapılması için büyük çaba harcadı ve Ekim 1998 yılında ABD, Azarbeycan, Türkiye, Gürcistan, Kazakistan ve Özbekistan’ın katılmasıyla Ankara Deklarasyonu’nu yayınladılar. Bu ülkeler Bakü-Ceyhan boru hattına tam desteklerini ilan ettiler. Anlaşma nihai biçimini ise Kasım 1999 yılında İstanbul’da gerçekleşen ve B. Clinton’un da imza töreninde hazır bulunduğu Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü Konferansı sırasında aldı.
ABD’nin bütün bu politikalarının PKK açısından anlamı açıktı. ABD ve müttefiklerinin şekillendirmek istedikleri Ortadoğu’da PKK’ya yer yoktu. ABD’nin amacı PKK’yı tamamen bitirmek değildi, onun Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi içerisinde marjinalleşmesini sağlayarak, liberal bir çizgiye gelmesini istiyordu. Daha doğrusu ABD, PKK’nın Türkiye’nin AB sürecine adapte olmasını ve bazı liberal reformlar temelinde askeri faaliyetlerini durdurmasını ve legal politik zeminde liberal bir politika gütmesini istiyordu. Çünkü AB yolunda Türkiye de bazı liberal adımlar atacaktı ve böylece hem Türkiye hem de PKK, AB müktesebatı çerçevesinde “aynı politik çerçeve” içerisinde “aşırılıklarını” törpüleyeceklerdi.
ABD, PKK’nın bu sürece adapte olmaması halinde, KDP-KYB-Türkiye ve AB aracılığı ile onu bitereceğini gerek dolaylı gerekse de dolaysız bir biçimde ona gösterdi. İşte bu dönemde A. Öcalan’ın ortaya attığı Demokratik Cumhuriyet fikri, PKK’nın bu uluslararası sıkıştırılmasının ürünüydü ve parti ölüm-kalım arasına sıkışmıştı. Bu dönemde PKK’nın söylemde liberal bir çerçeveye çekilmesi onu politik ve askeri tasfiyeden korumuştur.
PKK’nın 2000’li yılların başlarında içerisine çekilmiş olduğu liberal Demokratik Cumhuriyet programı, PKK’ya bir yandan zaman kazandırmış ve onun tasfiyesini durdurmuştur, bir diğer yandan da TC devletini bir teste tabi tıtmuştur ve “topla oynama sırasını” ona vermiştir. Yani onun demokratikleşme yönünde politik adımlar atması noktasında kamuoyu baskısını arttırmıştır.
“Topla oynama sırası” TC devletine geçince tam da bu noktada bu devletin çok önemli bir zaafının olduğu ortaya çıkmıştır, ki biz bunu defalarca belirttik. Türkiye gibi ülkeler “üstten reformlar” yoluyla demokratikleşemezler. Bunun olabilmesi için, çok olumlu iç ve dış koşulların olması gerekir, ki içinden geçtiğimiz süreçte böyle bir durum söz konusu değildir.
B. Clinton döneminin ABD’sinin, uluslararası alanda PKK’yı sıkıştırmasının ve bu temelde A. Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmesinin en önemli nedeni, PKK’nın askeri eylemlerini belirli bir süre yokederek, Türkiye’nin AB doğrultusunda burjuva-demokratik reformlar yapmasını kolaylaştırmaktı. Türkiye, PKK ile yoğun bir savaş içerisindeyken bu reformları yapamazdı. 1999 yılında A. Öcalan’ın yakalanması ve PKK’nın bu temelde de askeri eylemlerini belirli bir süre durdurması ile Türkiye’nin bir “ateşkes süreci” içerisinde bu reformları daha kolay yapabileceği ve bundan dolayı iç siyasette fazla sorun yaşamayacağı varsayılıyordu.
TC devleti “üstten reformlar” yolu ile burjuva demokrasisine evrilmeye çalışırken, giderek İşbirlikçi Tekelci Burjuvazinin (İTB) kendi içerisinde düşmanca bir biçime bürünen bir politik bölünmenin ortaya çıktığı görüldü ve bu politik bölünme bütün politik sistemi kilitlemiş durumdadır.
Ama Türkiye’de İTB içerisinde bu politik bölünmüşlüğü besleyen ve geliştiren durum, uluslararası alandaki önemli gelişmeler olmuştur. 2000’li yılların başlarından itibaren, uluslararası emperyalist sistemde çok önemli gelişmeler yaşanmıştır ve daha önce planlanan politikaları değişikliğe uğratmıştır. 2000’li yılların başlarındaki değişiklikleri kısaca hatırlarsak eğer:
- ABD’deki Başkanlık seçimlerini Demokrat Parti kaybetmiş ve ABD’nin yeni Başkanı G. W. Bush olmuştur. Böylece ABD’nin uluslararası politikasında önemli değişiklikler olmuştur.
- SSCB’nin çöküşünden sonra kendi emperyalist kabuğuna çekilen Rusya, V. Putin ile emperyalist paylaşım savaşına güçlü bir şekilde geri dönmüştür.
- AB, dünyayı ilgilendiren bütün önemli politik sorunlarda, 2000’li yılların başlarından itibaren hep ikincil bir düzeyde kalmış ve iç birliğinin nereye doğru gideceğini (yani federal mı yoksa konfederal mı olacağını) dahi belirleyememiştir. Bu dönemde ABD ile AB arasında ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.
- 11 Eylül 2001 saldırılarının ardında, ABD, Afganistan ve Irak’a saldırarak buralardaki rejimleri devirmiştir. Ama aynı zamanda İran ve Suriye’ye saldırıların da altyapısını hazırlamaya çalışmıştır.
- 2002 yılının sonunda Türkiye’deki genel seçimleri AKP kazanarak tek başına hükümet oldu.
- Ukrayna ve Gürcistan’da TAEİ yanlısı rejimler iktidara gelmişlerdir.
- Türkiye 1 Mart 2003 tezkeresinin reddi ile Irak’a kuzeyden bir cephe açılmasını önlemiş ve bir tür “tarafsızlık” politikası izleyerek, ABD’yi daha fazla KDP, KYB ve PKK’ya doğru itmiştir.
- ABD’nin Afganistan ve Irak’taki maddi ve manevi kayıpları hesaplanandan da fazla gerçekleşmiştir ve bu durum ABD hükümetini iç ve dış politikada zor bir duruma sokmuştur.
- İran nükleer silah elde etme doğrultusunda eskiye oranla büyük yol katetmiştir.
- AKP’nin bölgede tarafsızlık politikası izlemesi ve herkes ile dost olma çabasının ortaya çıkması ve bu temelde ABD’ye eskiye oranla daha fazla mesafeli olmasına yolaçmıştır.
- ABD’deki ekonomik kriz, dünya ekonomisini ve politikasını derinden etkilemiştir. Bu durum ABD’nin askeri harcamalarının düzeyini düşürmesini zorunlu kılmakta ve onu müttefikleri ile daha fazla yakınlaşmaya zorlamaktadır. vs…
Kısacası bugünkü emperyalist dünya B. Clinton dönemindeki emperyalist dünya değildir. “Köprülerin altında çok sular akmıştır. ” Emperyalist sisteme, ABD ve müttefiklerini göreceli olarak dengeleyen ya da bu yönde çaba sarfeden Rusya ve Çin’in girmiş olması, ABD’nin eski PKK politikasının temelini giderek yoketmiştir. Küresel bağlamda emperyalistler arasında çelişkilerin giderek keskinleşmekte olması ve bu çelişkilerin dünyanın çeşitli bölgelerinde kendisini “üretmesi”, PKK gibi hareketlere daha fazla manevra alanı açmıştır. İşte PKK 1999 yılında girdiği bocalama dönemini, liberal Demokratik Cumhuriyet programı ile zaman kazanarak atlatmaya çalışırken, dünya politikasında yaşanan gelişmeler, onu, bocalamadan yeni bir strateji geliştirmeye doğru itmiştir.
Bu noktada PKK, ABD’nin Ortadoğu’daki sıkışmışlığını ya da politikasını, kendisi için tarihsel bir fırsata çevirmeye çalışmıştır. Bu noktada Güney Kürdistan ve Irak’ın ABD tarafından işgali onun için bir laboratuvar işlevi görmüştür.
G. W. Bush’un ikinci Başkanlık döneminde, İran’daki rejimin devrilmesi sorunu ön plana çıkmaya başlayınca ve Türkiye’nin buna direnmesi belli olunca, ABD’nin İran planlarında PKK’nın yeri giderek hem daha fazla netlik kazanmış hem de ağırlığı artmıştır. Özellikle bu yılın Nisan ayının başlarında Brent Scowcroft ile yapılan bir röportaj bunu açıkça ortaya koymuştur. “Türk-Amerikan Konseyi Başkanı” olan ve Baba ve oğul Bush’un danışmanlığını yapan General Brent Scowcroft, Akşam Gazetesi’nden Nagehan Avcı’ya verdiği bir mülakatta şunları söylemiştir:
“Erbil'de nisan sonunda bir Kürt Kurultayı toplanacağı ve orada PKK için tasfiye kararı çıkarılacağı iddia ediliyor. Sizce bu mümkün mü? Umut ediyorum mümkündür. Bence en ideal durum ateşkes. Sonuçta en azından Kürt Bölgesel Yönetimi ikna edilip, bir anlaşma imzalanacak ve sınır geçişlerinin önüne geçilecek. Bu meseleyi bitirmek için birçok yol var ama şu anda önemli olan PKK'dan kaynaklanan korkunç duruma son vermek.
PKK'nın ateşkes ilanı, ABD'nin lehine mi demek istiyorsunuz? Evet, kesinlikle öyle.
Neden? Ne değişti? PKK ve kolu PEJAK, aynı zamanda İran'ın aleyhinde de faaliyet gösteriyordu. Biz bunun için onlara destek veriyor, hatta onları cesaretlendiriyorduk. Ancak şimdi işler değişti. Kazanmak istediğimiz insanlara artık zarar vermek istemiyoruz. İran'ı yanımızda istiyoruz.
PKK'ya desteğe gerek kalmadı mı diyorsunuz? Evet, İran'a karşı yeni bir yaklaşım var gündemde. Bir de Irak Savaşı zamanında güneydeki cephelerde savaşıyorduk. Kürt bölgesi, geri kalanlara göre oldukça sakindi. Biz de gücümüzü PKK'nın peşinden giderek harcamak istemedik. Zaten öyle bir şey mümkün de değildi. ”
B. Scowcroft’un itiraflarından ABD ile PKK arasında bir şeylerin anlaşmasının yapıldığı (ki bu dönemde kendisi G. W. Bush hükümetinin Dış İstihbarat Kurulu Başkanlığı’nı yürütmekteydi) açıkça görülmektedir. O bunu elbette gizlilikten dolayı “cesaretlendirme” gibi ince bir sözcük oyunu ile gizlemektedir. Brent Scowcroft bu açıklama ile aynı zamanda dezenformasyon da yapmak istiyor. G. W. Bush döneminde bunun olduğunu ama Barack Obama ile bunun artık bittiğini demeye getiriyor. Ama aslında bu politikanın değişmeyeceğini, Türkiye ile PKK arasında “en ideal durumun ateşkes” olduğunu söylemesiyle de dolaylı olarak aslında itiraf etmiş olmaktadır. B. Scowcroft’un bir diğer “cinliği”, İran hakkındaki açıklamalarıdır. ABD’nin “İran’ı kazanmak istediği ve yanında görmek istediğini” belirtmesi sadece demogojiden başka bir şey değildir. ABD’nin İran noktasında en iyi bildiği şey, geçmişte Hatemi’nin Cumhurbaşkanlığı dönemi de göstermiştir ki, İran’ın “üstten” demokratikleşemeyeceğidir. Türkiye gibi bir ülke TAEİ ile güçlü ekonomik ve politik bağları olan bir ülke dahi bu üstten demokratikleşmeyi yapamıyorsa, İran bunu hayli hayli yapamaz. Bunu gerek B. Scowcroft gerekse de ABD çok iyi bilmektedir. Onun için ABD, İran’da muhalefet hareketlerini destekleyerek, İran’ı içten çözmeye çalışacaktır. Bu muhalif hareketler içerisinde PKK ve PJAK’ın yeri de önemlidir. PJAK’ın gücünü İran’a yönlendirebilmesi için ise, PKK’nın Türkiye ile ateşkes getirecek bir çerçevede anlaşması gerekmektedir. Onun için B. Scowcroft en ideal durumun ateşkes olduğunu belirtiyor. B. Obama’lı ABD, İran rejimini, Irak ve Afganistan’daki gibi dışarıdan bir askeri zor yolu ile devirmeyeceğinin garantisini vererek, rejimin güvenlik bahanesi ile içeride muhalif hareketlerin bastırılmasının ve rejimin katılaşmasının önüne geçmek istemektedir. Güvenlik kaygısı olmayan rejim, kaçınılmaz bir şekilde liberal reformları gündeme getirecek ve bu reformların tartışılması ise rejimi içten kemirecektir. Bu muhalif hareketleri de ABD ve müttefikleri “örtülü operasyonlar” ile destekleyeceklerdir. İşin aslı budur ve bu politikada PKK’nın önemi ortadadır. Ama bu politikanın gerçekleşebilmesi ise, PKK ve Türkiye arasındaki bir ateşkese bağlıdır ve ancak AB’ye üyelik doğrultusunda ilerleyen ve bu temelde politik olarak esneyen bir Türkiye, PKK ile dolaylı anlaşmayı yapabilir. Son dönemlerde B. Obama’lı ABD’nin Türkiye’ye AB üyeliği doğrultusunda vermiş olduğu güçlü politik desteğinin altında yatan nedenlerden bir tanesi de (elbette tek neden bu değil) işte bu İran politikası ile olan karmaşık bağlantıdır. B. Clinton dönemindeki ABD de böyle ince planlar kurdu ama bunlar gerçekleşmedi. Tarihsel sürece önceden bilinmeyen çok önemli unsurlar girdi. Bugün de bu durum olasıdır. AKP’nin devrilmesi ve Türkiye’nin koyu bir milliyetçiliğe kayması halinde bu politika işlemeyebilir. Bu durumda ABD’nin bu ince politikası çıkmaza girebilir. Türkiye’nin bastırması ile ABD-PKK ilişkileri zayıflayarak kopma noktasına gelebilir. İşte bu andan itibaren PKK kendisine başka bir yön çizmek durumunda kalabilir. B. Clinton dönemindeki gibi PKK bu sefer kendi kabuğuna çekilmez. Rusya-Çin-İran ve ABD ve müttefikleri arasındaki çelişkiye göre pozisyon alarak ve bu sefer İran ile bir ateşkes anlaşması arayarak (ki bunu daha kolay yapabilir) ve PKK’yı tekrar güçlü bir şekilde canlandırarak, Kuzey Kürdistan’daki savaşı Türkiye’nin hayal dahi edemeyeceği bir düzeye yükseltebilir. Bu tarihsel olarak, emperyalist dünya politikasındaki yarılmadan dolayı mümkündür. Son on yılda dünya politikasındaki yeni politik girdiler TC devletinin değil PKK’nın lehine olmuştur. İşte son dönemlerde PKK bağlamında ortaya çıkan yeni gelişmelerin mantığı budur. Hiç kuşkusuz süreç bunun ne kadar doğru olup olmadığını hepimize kısa bir zaman sonra gösterecektir.
Devrimci Bülten Sayı 48, Devamı...
|
 |
|
|
|