 |
komunistdunya.org |
 |
|
 |
Son Yazılar |
 |
|
|
 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 48 (3) |
 |
 |
AKTÜTÜN KARAKOL BASKINI VE POLİTİK ANLAMI ÜZERİNE (K. Erdem)
3 Ekim 2008 tarihinde, PKK’lı gerillaların bir sınır karakolu olan Aktütün karakoluna yaklaşık 300-400 kişilik bir grupla saldırarak 17 askeri öldürmesi ve bu saldırının bazı ayrıntılarının kamuoyuna yansıması ya da yansıtılması tek kelimeyle ibretlik dersler ile doludur. Aynı türden bir karakol baskınını PKK, bir yıl önce hemen tezkerinin geçmesinden sonra 21 Ekim 2007 tarihinde yine bir sınır karakolu olan Dağlıca karakoluna gerçekleştirdi. Yine o baskında da çok tuhaf ayrıntılar sözkonusuydu ve yine Genelkurmay kamuoyunu tatmin edecek bir açıklama yapmayı başaramamıştı. Dağlıca karakolunun deneyinimi ile kuşanan bazı burjuva aydınların gözleri iyice açılmış olmalı ki, giderek daha fazla bir şeylerden kuşkulanmaktadırlar. Kaldı ki bu kuşkularında da haklıdırlar. Aynı kuşkuları 22 Temmuz seçimleri öncesi biz de yaşamıştık ve hatırlanacağı gibi “Şeytanın Avukatlığı”na soyunarak şöyle yazmıştık:
“Ama son bir kaç aydan beri Genelkurmay odaklı olan politik kampanyanın daha da geliştirildiği ve boyutlandırılmaya çalışıldığı “şeriat tehditi”nin “bölücülük tehditi” ile giderek koordine edilmeye başlandığı ve bu temelde toplumsal güçlerin cephesinin geliştirilmeye çalışıldığı gözlenmektedir. Giderek bilinçli bir şekilde “irtica”ya karşı mücadele ile “bölücülüğe” karşı mücadele birleştirilmektedir. Bu ikisini önüne koyan politik hareket iktidarı tamamen ele geçirmek isteyecektir. Nasıl “irtica” tehditi abartılıp ve provakasyonlar ile kamuoyu yaratıldıysa aynı şekilde son dönemlerde de buna benzer bir durum PKK ile olan savaşta, Genelkurmay asker cenazeleri aracılığıyla yaratmak istemektedir. Bu noktada biraz durup “Şeytanın avukatlığı”nı yapmak istiyoruz. Asker cenaze törenleri son dönemlerde faşist milliyetçiliğin gövde gösterisine ve hükümete meydan okumaya dönüştüğü için, seçimler öncesi, ordunun daha fazla asker cenazesi kaldırma “politikası” herhalde tesadüf olmasa gerek. MHP seçim stratejisini tamamen bu nokta üzerine yani “Hükümetin terör karşısındaki zafiyeti ve aczi” üzerine kurmuştur. Son dönemlerde bazı olayların aynı döneme rastlaması, “rastlantı” değerlendirmesini oldukça aşmaktadır. Toplumda bazı kesimlerin başlattığı “ savaşta üst rütbeli subaylar ölmüyor” tartışması yaşanırken bir binbaşı ve yarbayın “öldürülmesi” yine asker cenazelerinin “Laiklik” gösterilerinden sonra ilginç bir şekilde artma göstermesi ve yine aynı şekilde Genelkurmay’ın bildirisi ile toplumdan “teröre karşı laiklik gösterileri gibi gösterilerin yapılmasını istemesi” yine aynı şekilde, asker cenaze törenlerinin hükümeti büyük bir teşhir kampanyasına dönüşmesi, insanın aklına şu soruyu getiriyor: Genelkurmay kendi askerlerini bazen PKK’nın hedef menziline bilerek mi sokuyor? Bu soru hiçbir şekilde yabana atılmaması gereken bir sorudur ve bunun böyle olması kuvvetle muhtemeldir. Seçimler öncesi ordunun biraz fazla asker cenazesi kaldırarak dolaylı olarak kime destek verdiği ortadadır. Yine bu cenazeler Hükümet üzerinde Güney Kürdistan’a operasyon düzenleme baskısını da arttırmaktadır. Bunun adı oyun içinde oyundur!
(İşbirlikçi Tekelci Burjuvazinin Politik Krizi ve “İkili İktidar”, Devrimci Bülten sayı 45, s. 15-16, Ağustos 2007)
Biz bu satırları yazdığımız sırada yani Ağustos 2007 tarihinde daha Dağlıca karakol baskını yaşanmamıştı. Hatırlanacağı gibi Dağlıca karakol baskını, 21 Ekim 2007 tarihinde, askere Güney Kürdistan’a operasyon yapma yetkisinin TBMM’de tartışılması ve onaylanmasından (17 Ekim 2007) az sonra meydana geldi. Ama tezkere geçmesine rağmen hükümet askere bu yetkiyi tam olarak Başbakan’ın G. W. Bush ile ABD’de yaptığı 5 Kasım 2007 tarihinden sonra verdi. Burada şimdilik geçerken şunu belirtelim:Genelkurmay’ın elinin altındaki askerleri PKK’nın ateş menziline koyması ve bu temelde asker cenazeleri kaldırma taktiğinin 22 Temmuz seçimlerinden önceki politik hedefi ile seçimlerden sonraki politik hedefi farklıdır. Bu farklılık ise Hükümet ile Genelkurmay arasındaki politik güç dengesinin yapısından kaynaklanmaktadır. Dağlıca ve Aktütün karakol baskınları, İTS içerisindeki iktidar mücadelesi kavranılmadan kavranılamaz. 22 Temmuz seçimleri öncesi, Genelkurmay’ın odağında yeraldığı, bir kısım liberallerden (İşçi Partisi gibi), faşist Türk milliyetçilerine kadar uzanan Milliyetçi Cephe (MC), AKP’yi hükümetten indirmek için, bir çok yasal ve yasadışı eylemin içerisinde bulundu. AKP hükümetini politik yönden teşhir etmek için ama özellikle de kitlelerde milliyetçi duyguların gelişmesi ve kabarması için eylemler organize etti. Halktaki milliyetçi duyguların kabarmasında ve hükümetin güvenlik zaafiyeti gösterdiği inancının doğmasında en etkili eylemlerden birisinin gerilla eylemleri sonucunda ölen askerlerin cenaze törenleri olduğu tecrübeler ile sabit olduğundan, anlaşılan Genelkurmay milliyetçi cephenin güçlenmesine seçimler öncesi bu yönde “katkı” yapma kararını aldı. Bu karar tarihte eşine az rastlanır bir karardı. Bu andan itibaren AKP hükümeti karşısındaki MC içerisinde bir uzmanlaşma ve işbölümü ortaya çıktı. 22 Temmuz seçimleri öncesi, MC’nin hükümeti teşhir etmesi için ve bu temelde propaganda ve ajitasyon yürütebilmesi için malzeme sağlanmaya başlandı. Bu noktada “bant” usulü çalışıldı. Ordunun en tepesi “güvenlik zaafiyeti” yaratıyordu ve PKK’nın toplanıp ve saldırması için ortamı hazırlıyordu. Saldırı sonrası asker cenazeleri gömülmek için memleketlerine gönderildiklerinde bu sefer devreye ne idi güdüğü belirsiz dernekler, emekli askerler ve milliyetçi partiler giriyorlardı. Bu mitingler ise genellikle hükümete karşı teşhir gösterilerine çevriliyordu. Cenazeler kaldırıldıktan sonra bu sefer devreye MC mensupları olan partiler (CHP, MHP, BBP, İP vs. ) gerek parlamento içinde ve gerekse de dışında hükümeti politik sistemin zirvesinde teşhire tabi tutuyorlardı. Görüldüğü gibi bant usulü bir çalışma yürütülüyordu. İşin ilginç tarafı bu kampanyada Genelkurmay’ın stratejik oluşudur. Genelkurmay’ın politik sisteme yasadışı ve yasal müdahale araçları olmaksızın bu kampanyanın bu biçimde yürütülmesi imkansızdır. Denebilir ki, T.C. tarihinde, devletin zirvesinde hiçbir zaman bu kadar aşağılık bir pratik içerisine bugün girildiği kadar girilmemiştir. T.C. tarihinin hiçbir döneminde, ordu, hükümeti devirmek ve politik iktidarı tamamen zaptetmek için, kendi elinin altındaki askerleri bozuk para gibi harcamamıştır. Bu durum tek askerler için değil, Danıştay saldırısında görüldüğü gibi, devletin kendi bürokratları ve yine devlete yakın aydınlar için de geçerlidir. Burada en kritik soru şudur: Gerek Dağlıca ve gerekse de Aktütün’de gerçekleşen baskınları hazırlayan Genelkurmay, bu baskınların sonucunda ne tür bir politik hedef ya da hedefler gütmekteydi? PKK’nın büyük karakol baskınlarına Genelkurmay tarafından zemin hazırlama girişimi, hiç kuşkusuz AKP hükümetini devirme politik stratejisine temelden bağlıdır. Hükümeti devirmeye yönelik provakatif eylemler, Yaşar Büyükanıt’ın Kara Kuvvetleri Komutanı olmasıyla başlamış ve Genelkurmay Başkanı olmasıyla yoğunlaşarak, 22 Temmuz seçimleri öncesinde doruğa tırmandı. Bu dönem zarfında “Şuursuz Terörizm” temelinde, “irtica tehditi” yaratıldı ve bu tehdite, PKK’nın büyük eylemlerine zemin hazırlanılarak “bölücülük tehditi” eklenmeye başladı. Böylece bu iki tehditin AKP hükümeti tarafından geliştirildiği ve onun politik anlayışı tarafından güçlendirildiği yanılsaması topluma gösterilmek isteniyordu. Az ileride de göreceğimiz gibi, bu iki tehdit çok ince ve itinalı bir şekilde AKP hükümetinin politik teşhirinin geliştirilmesi için Genelkurmay tarafından geliştirilmişti ve üstelik şeytana küllahını ters giydirilecek bir tarzda. Hatırlanacağı gibi Nisan 2007 yılında yani 22 Temmuz seçimlerinden üç ay önce Genelkurmay medya aracılığı ile Hükümet’ten Güney Kürdistan’a operasyon yetkisi istedi. Amaç seçimler öncesi Kürdistan’da şiddeti tırmandırarak Hükümet’i zor bir durumda bırakmaktı. Bu taktiği gören Hükümet, bu isteği önce görmezlikten gelerek seçimlerin sonuna kadar sürüncemede bıraktı. Çünkü Hükümet, Genelkurmay’ın Güney Kürdistan’a operasyon isteğinin Hükümet’i içeride ve dışarıda sıkıştırmak olduğunu iyi biliyordu. 22 Temmuz seçimlerinde büyük bir yenilgi alan MC’nin politik durumu, Genelkurmay’ı yeni bir politik analize ve bu temelde yeni taktiklere sürükledi. Seçimlerden önceki Saldırı Stratejisi yerini Savunma Stratejisine bıraktı. Böylece Genelkurmay, Hükümet’i devirecek politik güçleri toparlamak için Hükümet’e karşı bir Savunma Stratejisi biçiminde bir yıpratma mücadelesine girişmeye başladı. AKP Hükümet’ini önce yıpratma, sonra teşhirini geliştirme ve daha sonra da devirme stratejisinin ilk ayağı olan yıpratma döneminde, önce Anayasa Mahkemesi aracılığı ile AKP’ye kapatma davası açtırıldı. Kapatma davasını AKP’nin yumuşak karnı olan Deniz Feneri ve yine başka yolsuzluk kampanyaları izledi. Ne tesadüftür (!) ki, TSK’ya verilen tezkerenin yenilenmesine iki hafta kala bu sefer Aktütün karakol baskını izledi. Bu sefer de 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri’ne doğru gidilirken, Hükümet’i bir politik teşhire tabi tutma ve Yerel Seçimler’de oy kaybına uğramasını sağlayarak, AKP Hükümeti’nin meşrutiyetini sorgulamaya açmak istemekteydiler. Bu noktada 29 Mart 2009 seçimleri üç politik eğilim açısından çok önemliydi. Yani MC, AKP Hükümet’i ve PKK-DTP cephesi. Üç politik strateji çarpışma halindedir ve üçü de içiçe geçerek karmaşık bir bütünlük oluşturmaktadır. Kısaca da olsa bu üç politik stratejiyi analiz etmek gerekmektedir. Ama bundan önce çok önemli bir noktayı belirtmek gerekir. Bu üç politik eğilim ve stratejinin ortak noktası, ABD ile bölgede kendi avantajları doğrultusunda bir stratejik ittifak arama çabalarıdır. Bu stratejik ittifak arama çabaları aynı zamanda her politik eğilimin kendi politik hedeflerini de asgari düzeyde gerçekleştirilme çabası ile uyumlu olmak zorundadır. Yani bu politik eğilimlerden her biri, ABD ile bölgesel bir işbirliğine girerken, ABD’nin bölgesel çıkarlarının tatmini aracılığı ile kendi tarihsel çıkarlarını da tatmin edebilecek bir konum elde etmek istemektedir. Çıkarların bu karşılıklı tatmini olmaksızın işbirliği sürekli ve dayanıklı olmaz. İşte tam bu noktada ABD’nin bu üç politik eğilime karşı tutum sorunu ortaya çıkmaktadır. ABD’nin bu politik tutum sorununun kendi iç politikasındaki farklı eğimlerden beslendiğini ve bu eğilimlerin farklılığını yansıttığını ve bundan dolayı bu farklılıkların birbirine baskın olma durumu ile değişikliğe uğradığını hiçbir zaman unutmamak gerekir. Bu noktada ABD’nin bu üç politik eğilim karşısında tutumunu belirlemesine neden olan durumu belirlemek gerekir. ABD’nin çeşitli politik eğilimler karşısındaki tutumunu, onun uluslararası ve bölgesel politik hedefleri belirler. ABD, bu politik hedefler doğrultusunda, çeşitli politik eğilimler ile ilişkilerini ve bu ilişkilerinin düzeyini ve kapsamını belirler. Bu noktada ortaya çıkan temel soru şudur: ABD’nin Ortadoğu’da temel politik hedefi nedir? ABD’nin Ortadoğu’daki temel hedefi bir çok noktadan oluşur ve bu noktalar temelde tek bir bütünlük oluştururlar. Bunları kısaca şöyle belirtmek mümkündür:
- Başta petrol ve gaz olmak üzere Transatlantik Emperyalist İttifakı’nın (TAEİ) ekonomisi için gerekli olan enerji kaynaklarını ele geçirmek, varolanı korumak ve Batı’ya doğru nakil hatlarını güvenlik altına almak.
- Ortadoğu’da daha tam olarak dünya pazarı ile entegre olmamış ekonomileri (İran, Irak, Suriye, Kürdistan vs.) buralardaki politik rejimleri yıkarak ve onları modern sömürgeler biçiminde dünya pazarına bağlamak ve onları sıkı bir şekilde TAEİ’nin sömürü ağı içerisine çekmek.
- Ortadoğu’yu, Rusya ve Çin’in stratejik sıkıştırılmaları için ve emperyalist potansiyellerinin yokedilmesi doğrultusunda, Kafkasya, Orta Asya ve Ön Asya ya da Uzakdoğu Asya’daki politik düzenlemeler ile koordineli olacak bir şekilde düzenlemek ve TAEİ’nin bu temelde sağlam bir dayanağı ve sıçrama tahtası yapmak.
ABD kendisinin bu politik hedeflere varmasında, kendisine yardımcı olacak politik eğilimlerle işbirliği yapacaktır ve bu işbirliğinde de kendisi ile işbirliği yapacakların çıkarlarını da belirli bir noktaya kadar gözetecektir. Hiç kuşkusuz ABD’nin Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya politikasında Türkiye çok önemli bir yere sahiptir. Hatta biraz da abartarak şöyle diyebiliriz: ABD’nin uluslararası çıkarları açısından bakılırsa, Türkiye’nin AB’ye üyelik sorunu bile onun için ikincil bir sorun haline gelmiştir. Özellikle bu yaklaşım ABD’de Cumhuriyetçi Parti için daha çok doğrudur. Demokrat Parti daha çok Türkiye’nin AB üyesi olarak bölgede TAEİ için bir “tarihsel çözücü” olmasını istemektedir.
Bir kere ABD açısından şu kesindir: Türkiye, ABD’nin uluslararası ve bölgesel stratejisinde vazgeçilmez bir yere sahiptir. Onun tarihsel yeri ne PKK tarafından ne de genel olarak Kürt ulusu tarafından doldurulabilir. Ancak bu ne PKK’nın ne de genel olarak Kürt ulusunun, ABD’nin bölgesel planlarında hiç yeri olmadığı anlamına gelmez. Irak’ta Otonom Kürdistan bölgesinin Irak’ın güvenliğindeki önemi ortadadır. Yine İran karşısında PKK’nın önemi de ortadadır. Bu durumda Kürt ulusunun ABD’nin bölgesel planlarında hiç yeri olmadığını söylemek abartılı olur. Sadece Türkiye ile karşılaştırıldığı zaman, onun stratejik ağırlığını dengeleyemez. Demek istediğimiz budur. Burada en önemli sorun, ABD’nin aynı anda hem Türkiye ile hem de Kürt ulusunun bazı kesimleri ile bir politik ilişkiyi eşanlı olarak nasıl götüreceği sorunudur.
O halde daha önce belirtmiş olduğumuz üç temel politik eğilim içerisinde, ABD’nin stratejik bir işbirliği yapacağı iki temel politik eğilim kalmaktadır: MC ve AKP hükümeti.
Bu iki politik eğilimin temel özellikleri PKK ile düşman olmalarıdır. ABD bu iki politik eğilimden birisi ile stratejik işbirliğine girdiği andan itibaren, PKK ile işbirliği yapması mümkün değildir. Ancak bu iki politik eğilimin PKK karşısındaki düşmanlık dereceleri ve Kürt ulusal sorunu karşısındaki politik tutumları da aynı değildir.
İşte bu noktada, ABD’nin İTS içerisindeki iki katmandan biri ile stratejik bir ilişki geliştirme eğilimi bazı faktörlere bağlıdır:
- Türkiye’nin iç politikasında her iki cephenin arasındaki politik güç dengesinin gelişimine yani birinin diğerini altetme becerisine bağlıdır.
- ABD politikaları ile uyumlu olma motivasyonlarına bağlıdır.
- ABD’ye bölgede daha esnek bir politika izleme olanağı sunmasına bağlıdır.
Bu noktada ABD’nin ilk seçeneği, MC’den ziyade, AKP hükümeti ile bir stratejik ilişki geliştirme yönünde olmuştur. Yine bunun da bir çok nedeni vardır. Ama hemen burada bir parantez açıp bir noktayı belirtelim. Özellikle de ABD’nin bu yaklaşımı 2002-2006 arası geçerlidir. Bu dönemde ABD, AKP hükümeti’ni destekleyerek ve onun AB üyesi olmasını sağlayarak, onun aracılığı ile “Büyük Ortadoğu Projesi”ni hayata geçirmeye çalışmıştır. Ancak daha sonra, AKP’nin kendi politikalarına uyum sağlayamayacağı görülünce, adım adım ondan desteğini çekip, Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde MC’ye doğru da dönmeye başlamıştır. Ve 22 Temmuz seçimlerinden önce AKP’nin devrilme politikasını da üstü kapalı olarak desteklediği de hiç kuşkusuz sır değildir. ABD’de Demokrat Parti’nin Başkanlık seçimini kazanmasından sonra, ABD’nin tekrar AKP hükümetine doğru desteğini kaydırdığını ve bunu da AB yolunda Türkiye’ye güçlü destek vererek yaptığını görüyoruz. Ama bu yeri geldiğinde ABD’nin tekrar MC’ye dönmeyeceği anlamına gelmez. ABD politikasının iç yapısındaki bu ayrıma dikkat edilmelidir.
ABD’nin politik desteği İTS içerisinde öncelikli olarak MC’den ziyade AKP hükümetine yöneliktir ve bunun nedenlerini de kısaca şöyle sıralamak mümkündür:
- AKP Hükümeti’nin politik yapısı, ABD’ye bölgede daha esnek bir politika izlemesi olanağı sunmaktadır. AKP bir yandan AB’ye üyelik doğrultusunda ilerlemek istemektedir ve bu yönü ile ABD’nin AB ile stratejik ilişkilerini zora sokmamaktadır. AKP’nin burjuva-demokratik bir çerçevede ilerleme çabası, Kürt ulusal sorununda MC’ye göre daha esnek olmasına yolaçmakta ve onu içeride bazı liberal reformlara yatkın hale getirmekte ve Güney Kürdistan ile daha yakın ilişkiler geliştirmesine neden olmaktadır. Bu da Irak’ta ABD’nin işini kolaylaştırmaktadır. ABD Türkiye’nin Irak’taki Özerk Kürdistan’ı tanımasını ve onun ile çok yönlü ekonomik, politik ve diplomatik ilişkiler geliştirmesini istemektedir. Bunu da ancak şimdilik Türkiye’de işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisinde AKP hükümeti yapabilir. Çünkü AKP hükümeti Kuzey Kürdistan’da Kürtler arasında da etkindir (seçimlerde aldığı oy oranı bunu göstermektedir) ve bu durum ona bölgede etkin bir konum sağlamaktadır.
- Türkiye’de bazı liberal yanları olan ve Kürt ulusu ile yakınlaşma sağlama potansiyeli olan bir hükümetin varlığı, ABD’ye başka bir politik açılım yapma olasılığı tanımaktadır. ABD, PKK’yı askeri ve politik olarak tasfiye etmek istememektedir. Onun K. Kürdistan’da varolan askeri faaliyetlerinin yoğunluğunu düşürmeyi amaçlamakta ama bunu da Türkiye’nin bazı liberal reformlar yapmasını cesaretlendirerek yapmak istemektedir. Ama PKK’nın askeri gücünü daha çok İran’ın devlet sınırları içerisinde kalan Doğu Kürdistan’a yoğunlaştırmasını sağlamak istemekte ve İran’ın yıpratılmasında güçlerden birisi olarak yararlanmak istemektedir. Unutmamak gerekir ki, Ortadoğu’da PKK, ABD’nin temel düşmanı değildir. ABD ile PKK arasında bir düşmanlık da yoktur. Bunların düşman olmasını gerektirecek bir neden de yoktur. ABD’nin PKK ile sorunu, müttefikleri olan Türkiye ve Güney Kürdistan’ı rahatsız ettiği ölçüde kendi çıkarlarını zora soktuğu oranındadır.
PKK’nın askeri gücünün İran’a yoğunlaştırılması için, Türkiye’nin askeri açıdan PKK’nın üzerine gitmemesi (özellikle de G. Kürdistan’daki askeri kamplara olan operasyonlar bu noktada çok önemlidir) gerekmektedir. ABD’nin PKK’nın askeri gücünü İran üzerine yoğunlaştırabilmesi için, Türkiye’deki bir hükümetin AKP gibi, MC’ye oranla daha liberal olması zorunludur. Türkiye’de faşist-milliyetçi bir hükümet ile bu politika ya işlemez ya da çok zor işler ve her an kontrolden çıkmaya müsaittir.
- Bu politika Ortadoğu’da, ABD cephesinde yeralan bütün politik aktörlerin herhangi biri ile arasını açmadan ve onları az-çok tatmin etmeye yönelik olup, asıl düşman olan İran’ın daha fazla politik ve askeri olarak sıkıştırılmasına yol açacaktır.
PKK’nın askeri açıdan bitirilmesini ne K. Kürdistan’daki Kürtler ister (bu ABD’ye karşı büyük bir antipati yaratır) ne de G. Kürdistan’daki KDP ve KYB ister. Çünkü PKK’nın G. Kürdistan’da bulunduğu yerleri yani İran sınırını KDP ve KYB dolduramadığı ölçüde, İran’a bağlı Kürt İslami Hareketleri dolduracaktır ki, bu daha tehlikelidir. PKK şu an G. Kürdistan’daki politik durumu kabul etmektedir ve bu rejimi devirecek gücü de yoktur. Ancak İran’a sırtını dayamış bir İslami Hareket, G. Kürdistan’ı bir içsavaşa sürükleyerek buradaki rejimi kolaylıkla tehdit eder ki, bu da ABD, KDP ve KYB’nin kabul edeceği bir durum değildir.
Görüldüğü gibi PKK’nın ortadan kaldırılması bölgede ABD açısından istikrar değil daha büyük bir istikrarsızlık getirir.
- Bu politika yani PKK’nın askeri gücünün K. Kürdistan’dan İran’ın sınırları içerisinde bulunan Doğu Kürdistan’a PJAK aracılığı ile kaydırılmasının sağlanması ve böylece ona Kürdistan üzerinden de bir cephe açılarak zayıflatılması ve dışarıdan da bir askeri hareket ile devrilmesi politikası, ABD’de Cumhuriyetçi Parti tarafından uygulanmak istenen bir politikaydı. B. Obama’nın seçilmesi ile Demokrat Parti’nin İran politikası bazı değişikliklere uğrayacaktır. Ama İran’daki rejimin devrilmesi sorununun özü, ABD açısından değişmemiştir. Ama bu sefer metodlar farklı olacaktır.
- İran politikası noktasında Demokrat Parti (DP) ile Cumhuriyetçi Parti (CP) arasındaki araç ve metod farklılığı, muhtemelen DP’li ABD’nin nezdinde PKK’nın (B. Clinton döneminden farklı olarak) daha fazla önem kazanmasına neden olabilir. Çünkü DP, İran’daki rejimin devrilmesini dış dinamikler üzerine değil, İran’daki iç dinamikler üzerine oturtmak istemektedir. İşte bu noktada ABD açısından PKK’nın önemi giderek daha fazla öne çıkacak gibi görünmektedir.
- ABD’nin bölgede böyle esnek bir politika izlemesine olanak sağlayacak bir durum ancak Türkiye’nin iç politikasına bağlıdır. Bundan dolayı ABD, Türk iç politikasında bu esnek politikaya angaje olabilecek bir politik eğilimin devlete egemen olmasını istemektedir. ABD Türkiye’nin burjuva-demokratik çerçeve dışına çıkmasını Avrupa, Kafkasya, Ortadoğu ve Orta Asya politikasını olumsuz bir şekilde etkileyeceğinden dolayı istememektedir. ABD bölgede burjuvaz demokrasisini, özellikle Rusya ve Çin’in etki alanı içerisinde bulunan rejimlerin içten çözülüşü için bir manivela olarak kullanmak istemektedir.
- Bundan dolayı DP’li ABD, İran politikasını ve bu ülkedeki rejimi, Afganistan ve Irak’taki gibi dıştan bir zorlama ile değil, Gürcistan ve Ukrayna’daki gibi içten bir çözülme ile gerçekleştirmek isteyecektir. Ama G. W. Bush dönemindeki CP’li ABD ise İran’daki rejim değişikliğini daha çok Afganistan ve Irak örneklerindeki gibi yapmak istiyordu. DP ile CP arasındaki bu fark ister istemez İran’ın etrafındaki devletlere olan yaklaşım farkına da neden olmaktadır. Örneğin CP’li ABD bu temelde AKP hükümetinin devrilmesine ve bir MC hükümetine yeşil ışık yakabiliyordu. Yani daha fazla pragmatik olabiliyordu. Burada MC’nin sıkışmışlığını kendi bölge politikalarına angaje olabildiği ölçüde (özellikle İran karşısında) kullanarak ve onların iktidara gelmesine yeşil ışık yakarak pragmatik bir politika yürütüyordu. Hatta CP kendi içerisinde bile AKP ile mi yoksa MC ile mi birlikte bir iş yapma noktasında da bölünmüş durumdaydı.
- DP’li ABD’nin İran’ın içten çözülmesi politikasına şimdilik angaje olabilecek politik eğilim olarak AKP’yi görmektedir. Çünkü bu parti aynı zamanda AB’ye doğru da yolalmak isteyen bir parti olduğu için DP’li ABD’nin dünya ve bölge politikasına uyum sağlayacağı zannedilmektedir. Ama bu ille de böyle olacaktır anlamına da gelmez. AKP geçmişte CP’li ABD’yi hayal kırıklığına uğrattığı gibi DP’li ABD’yi de hayal kırıklığına uğratabilir. Her ikisinin bölge politikası örtüşmeyebilir de. Yine bir başka nokta da Türkiye’nin, ABD’ye rağmen de bir milliyetçi-faşist politik yörüngeye kayabilir olmasıdır. Bu durumda ABD bu milliyetçi iktidar ile ortak bir bölge stratejisi kurmak zorunda da kalabilir. Bu noktada DP’li ABD’nin eski CP’li ABD’nin bazı politikalarını zorunlu olarak devralması olasıdır. Kaldı ki Pentagon’un CP’den DP’ye olduğu gibi kalması ve B. Obama’nın Robert Gates’i Savunma Bakanlığı koltuğunda bırakması, önceki hükümetin bazı politikalarının devralınacağı anlamına gelir.
ABD’nin bölge politikasını kısaca özetledikten sonra, bu noktada AKP, MC ve PKK-DTP cephesinin ABD’ye yaklaşımlarını ve politik tutumlarını kısaca ele almak gerekir. Politik foğrafın genel çerçevesi ve bu çerçeve içerisinde Aktütün ve Dağlıca karakol baskınlarının yeri ancak bu şekilde ortaya çıkabilir.
AKP Hükümeti
AKP, ABD’nin bazı bölge politikaları ile hem fikirdir ama bazıları ile hem fikir değildir. AKP’nin ABD, MC ve PKK-DTP karşısındaki politik tutumunu kısaca şöyle belirtmek mümkündür:
- AKP, İran’ın Türkiye’ye düşmanlığını geliştirecek ve bunu ima edecek politik yaklaşımlara Türkiye’nin dahil edilmesine karşıdır. İran ile bir sorunun çıkmamasına bu noktada oldukça dikkat etmektedir. AKP hükümeti, İran’da bir rejim değişikliğine götürecek organizasyonlara fazla angaje olmaz.
- AKP, Kürt ulusal sorununda bazı liberal reformların (buna “kültürel reformlar” da denilebilir) yapılması taraftarıdır.
- PKK’nın üst yöneticilerini de kapsayan (ama Abdullah Öcalan hariç) bir kısmi genel afa da razıdır. PKK’nın K. Kürdistan’da askeri eylemlerini durdurması ya da “askıya alması”, onun hem ABD ve AB’ye karşı hem de orduya karşı elini güçlendirecektir. Çünkü ordu politik yaşamda etkinliğini PKK ile yaptığı savaş sayesinde elde tutmaktadır. 22 Temmuz seçimleri öncesi hükümeti devirme girişiminde asker cenazeleri üzerinden bunu nasıl yaptığı yine Dağlıca ve Aktütün karakol baskınları sayesinde Meclis’i nasıl baskı altına aldığı açıktır.
- AKP, DTP içerisindeki liberal unsurların güçlenmesini ve PKK’yı tasfiye etmesini istemektedir. Bunun için DTP içerisindeki bu liberallerin güçlenmesini ve gelişmesini ve PKK ile çelişkilerinin derinleşmesini, bazı liberal reformlar aracılığı ile geliştirmek istemektedir. DTP içerisindeki liberalleri PKK’dan kopardığı ölçüde, DTP’yi K. Kürdistan’da daha kolay yenebileceğini sanmaktadır.
- AKP, PKK’nın ordu gibi ya da MC gibi bitmesini ve tasfiye olmasını istemektedir. Onun için PKK’nın İran’a karşı ABD tarafından yönlendirilmesini istememektedir. Bu nokta ABD ile AKP arasında bir anlaşmazlık noktasıdır. Çünkü uzun dönemli olarak K. Kürdistan’da mücadelesini “askıya alacak” olan PKK’nın, İran’da rejim devrildikten sonra ve Doğu Kürdistan’da güçlendikten sonra tekrar Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelmesi mümkündür ve hatta kesindir. Onun için PKK’nın askeri açıdan bitirilmesini istemektedir ve bu noktada PKK’ya karşı İran ile askeri ve politik işbirliği AKP döneminde yoğunlaşmıştır.
- AKP hükümeti, PKK’nın politik ve askeri tecritini geliştirmek için, G. Kürdistan özerk yönetimi ile yakınlaşma ve işbirliği yanlısıdır ve bu noktada ABD ile uyuşmaktadır.
- Her ne kadar AKP hükümeti süreçte istediklerini alamayacak olsa da, PKK’nın silahlarının K. Kürdistan’da “belirli bir süre susması”, ona önemli bir nefes molası imkanı sağlayacak ve iç politikada özellikle de orduya karşı ve onun darbe eğilimlerinin dizginlenmesine yardımcı olacaktır. Bu temelde de kendi iktidarını kurtarmış olacaktır. AKP, PKK’nın ateşkes sürecini ve liberal söylemlerini, MC karşısındaki iktidar mücadelesinde bir politik avantaja çevirmek istemektedir. PKK’nın ateşkesi AKP’ye MC karşısında bir nefes molası imkanı verecektir.
Genelkurmay ve Milliyetçi Cephe
Genelkurmay MC’nin ağırlık merkezi olup, bu cephenin bir arada tutulmasının en önemli aracıdır. İktidar mücadelesinde geri dönüşü olmayan bir noktaya girilmiştir ve geri adım atılması neredeyse imkansızdır. Çünkü “Ergenekon Operasyonları” çerçevesinde yakalanan bir çok kişi, onun “Özel Kuvvetler Komutanlığı” (ÖKK) (eski adı ile Özel Harp Dairesi) aracılığı ile yapmış olduğu gizli operasyonlarının sonucu olarak bu işe girişmişlerdir. Bu insanları yüzüstü bırakması mümkün değildir. Bunu yaptığı taktirde, yapılacak itiraflar sayesinde bir zamanlar emekliye ayrılacak olan görevdeki generallerin de aynı sonu paylaşacaklarından dolayı, Genelkurmay “rejim” sorununu köklü bir şekilde çözmek zorundadır.
Genelkurmay, ABD’de DP’nin seçimi kazanmasından sonra oldukça sıkıntılı bir döneme girdiklerini görmüştür. Çünkü DP, Türkiye’nin AB’ye üyeliği noktasında güçlü bir destek verdiğini belirtmiş ve bu temelde de Türkiye’nin politik bir dönüşüm geçirmesine de aktif destek vermiştir, ki bunun ordunun anayasal ayrıcalıklarının ortadan kalkması anlamına deldiği açıktır. Ordunun anayasal ayrıcalığının ortadan kalkması demek, onun sivil otoriyete tamamen bağlanması ve açık ve örtülü darbe yapma yeteneğinin büyük oranda kaybolması demektir. Bu da ordu içerisinde darbeci-faşist güçlerin tasfiyesi anlamına gelir. Ama bu tasfiye Ergenekon Davası’nda görüldüğü gibi tek emekliliği içermez aynı zamanda müebbet hapis ya da çeşitli derecelerde hapis cezalarını da içerir. Şu an görevdeki generallerin en büyük korkusu emekli olduktan sonra, kirli çamaşırlarının bir bir ortaya çıkmalarından sonra cezaevine düşmektir. Bunu önlemenin tek yolu ise “rejimi tekrar reorganize” etmektir. Bu da Türkiye’nin çok daha büyük provakosyanlara ve kitle katliamlarına gebe olduğu anlamına gelir. Giderek Türk iç politikasındaki bütün sorunlar, dış politika ile kopmazcasına iç içe geçmeye başlamıştır. Dış politikadaki bir manevra, içeride iktidar mücadelesine tutuşan güçlerin birbirini alt etmesinin aracı haline gelmektedir. Bu durum ister istemez bölgeye ağırlığını koyan ABD karşısında tutum sorununa da yansımaktadır. ABD karşısındaki politik tutum, birbirlerini altetmeye çalışan politik güçlerin kendi aralarındaki çelişkilerin durumu gözönüne alınmadan anlaşılmaz. Onun için Genelkurmay’ın ABD’nin bölgesel politikaları karşısındaki refleksi de bu yönde olacaktır. Bu noktada onun genel politik tutumunu şöyle özetleyebiliriz:
- Genelkurmay 2006 yılında, AB karşıtı milliyetçi bir generaller grubunun eline geçmiştir. Bu dönemden itibaren de AKP hükümetini devirmek için harekete geçmiştir. Bunu da ÖKK aracılığı ve politik alanda bir MC oluşturarak yapmaya çalışmıştır.
- Genelkurmay bu dönemde ABD’de bir kısım CP’linin desteğini de sağlamıştır. Bu kesim muhtemelen Dick Cheney ve etrafındakilerdir. CP’li ABD ile AKP hükümeti arasındaki anlaşmazlıklar, orduya iç ve dış tecritten çıkma olanağı sağlamıştır ve özellikle CP’nin Türkiye’nin burjuva-demokratik çerçeve dışına çıkma eğilimlerine (kendi çıkarlarına uyduğu sürece) göz kırptığı bir çok olay yaşanmıştır:AKP’nin kapatma davasına yaklaşımı;zamanın Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt’ın ABD’de bir devlet başkanı gibi karşılanması vs.
- Genelkurmay, ABD’nin PKK’nın silahlı gücünü İran’a karşı seferber etmesine ve K. Kürdistan’da askeri eylemlerini “askıya almasına” yani bir ateşkese karşıdır. Çünkü böyle bir durumun devlet içerisindeki ve sivil politika üzerindeki etkinliğini yokedeceğini ve AKP karşısında elinin zayıflayacağını iyi bilmektedir. Böyle bir durumda hükümetin, ordu içerisine daha kolay etki edeceğini bilmektedir. Onun için PKK’nın silahlarının belirli bir süre susması Genelkurmay’ın işine gelmez. Zaten bu yönde PKK’yı kışkırtan ve onun üzerine giden de ordudur. Ordu, PKK üzerinden hükümeti yıpratma eylemleri organize etmektedir.
- Genelkurmay, AKP gibi PKK’nın bitirilmesini istemekte ancak elbette bunun AKP hükümeti devrildikten sonra gerçekleşmesini arzulamaktadır. AKP devrilmeden PKK’nın askeri faaliyetlerinin durması onun işine gelmez ve bu durumu da istememektedir. 22 Temmuz seçimlerinden önce MC’nin hükümete karşı yürüttüğü kampanyanın çok önemli iki ayağı vardı: “İrtica” tehditi ve “bölücülük” tehditi karşısında hükümetin zaafiyetiydi.
- Yine Genelkurmay ABD’nin PKK’nın askeri gücünü İran’a karşı kullanmasına karşıdır. Çünkü bu durumun uzun dönemli olarak TC’yi tehdit edeceğinden korkmaktadır. İran ve Suriye’deki rejimler devrildikten sonra, buralarda ortaya çıkacak olan “Kürt bölgeleri”nin K. Kürdistan’ın bağımsızlığı noktasında sağlam “geri hatlar” ya da “sıçrama noktaları” oluşturacağını iyi bilmektedir. İran ve Suriye devlet sınırları içerisindeki Kürdistan bölümlerinin G. Kürdistan’daki gibi yarı-özerk ve yarı-bağımsız bir statüye kavuşması, kaçınılmaz bir şekilde uzun dönemli olarak K. Kürdistan’ın bağımsızlığı sorununu gündeme getirecektir. Kaldı ki, Kürdistan’ın bütün parçaları arasında kapsamlı ve merkezi bir şekilde örgütlenen tek bir güç vardır ki o da PKK’dır. Genelkurmay açısından, PKK’nın İran sorunundan dolayı, K. Kürdistan’da silahlarını belirli bir süre askıya alması ve belirli bir dönem stratejik olarak Doğu Kürdistan’a önceliğini vermesi, uzun dönemli olarak PKK tehditinin devam edeceği anlamına gelir ki, buna kesinlikle taraftar değildir.
- Genelkurmay, PKK’nın uzun dönemli olarak bir tehdit unsuru olmasının engellenmesini, ancak onun ABD açısından cazibesinin ortadan kaldırıldığı taktirde gerçekleşebileceğine inanmaktadır. Bunun için PKK’nın askeri olarak zayıflatılması noktasında azami çaba sarfetmektedir. Çünkü PKK’nın bu askeri potansiyeldir ki biraz da ABD’yi cezbetmektedir. Bundan dolayı Genelkurmay, PKK’nın İran rejiminin devrilmesinde vereceği politik ve askeri desteğin fazlasını ABD’ye vererek, PKK ve Kürt ulusunun ABD hesapları içerisinde yoketmek istemektedir. Ama bunun ise İran ile köklü bir düşmanlığın geliştirilmesi olduğu ve sonu savaş ile bitebilecek bir süreç olduğu kendiliğinden anlaşılır. Genelkurmay böyle bir stratejik mevzilenmeyi ancak AKP hükümetini yıktıktan sonra ve içeriside milliyetçi bir hükümet kurduktan sonra ancak gerçekleştirebilir. Bu ise ABD ve İsrail’in bölgesel politikalarına tam angaje olmayı getirir. AKP hükümeti mevcut siyasi yapısıyla böyle bir politikaya onay vermeyeceği gibi buna engel bile olmaya çalışacaktır.
Bütün bunlardan çok önemli bir nokta ortaya çıkmaktadır. Şayet MC, AKP hükümetini devirmeyi başarır ve Türkiye’yi daha milliyetçi bir çizgiye çekerse (bu kuvvetle olasıdır), o zaman ABD ile PKK arasında, İran karşısında olası bir anlaşmanın politik zemini ortadan kalkar. O zaman PKK köklü bir strateji değişikliğini gitmek zorunda kalabilir. Bu yeni durum ABD’nin İran politikasını da etkiler ve şayet milliyetçi bir Türkiye, milliyetçi-siyonist bir İsrail ile stratejik işbirliğini daha da geliştirirse, o zaman Türkiye ve İsrail karşısında ABD’nin eli kolu bağlı kalabilir. Bu durumda ABD bölgede istemediği politikalara bu eksenin sıkıştırması ile sürüklenebilir. Hiç kuşkusuz ABD-İsrail-Türkiye stratejik işbirliği zarar görmez ve yeni bir biçim alır ama ABD, Türkiye ve İsrail’in bazı politik eğilimlerini dizginlemede çaresiz kalabilir. İlker Başbuğ’un bir zamanlar söylediği gibi: “ABD’nin Ortadoğu’da politikasını değiştiremeyebiliriz ama bunun maliyetini ona yükseltebiliriz.” Böyle bir durumda ABD ile KDP-KYB-PKK arasındaki ilişkiler daha da zayıflar ve PKK’nın stratejik tercihi bu zayıflamadan dolayı köklü bir şekilde değişebilir. Yani B. Clinton dönemindeki gibi bir ABD-PKK düşmanlığı tekrar canlanabilir.
Bu noktada kritik soru şudur: ABD’nin bölge politikasında milliyetçi bir Türkiye ile PKK, belirli bir süre birbirlerine düşman olmadan ve ABD ile oldukça yakın hareket ederek, düşmanlıklarını başka bir yöne (İran’a karşı örneğin) çevirebilirler mi? G. W. Bush dönemindeki ABD’nin politikalarında böyle bir seçenek de vardı hiç kuşkusuz. Şayet CP tekrar Başkanlık seçimlerini ABD’de kazansaydı ve AKP hükümeti devrilseydi, ABD kendi otoritesini ortaya koyarak böyle bir seçeneği de gerçekleştirmek isteyebilirdi. Ama böyle bir politikayı milliyetçi bir Türkiye kabul edebilir mi? Bütün sorun budur.
PKK-DTP
Uzun zamandan beri PKK’da gözlenen en büyük özellik yeri geldiğinde çok esnek bir politika izleyebileceğini göstermiş olmasıdır. Bu esneklik ona bölgede çelişkileri olan bir çok devlet arasında manevra yapma ve böylece politik ve askeri varlığını devam ettirme olanağı vermektedir. AKP hükümetinin ve Genelkurmay’ın yaşadığı, ABD karşısında politik tutum belirleme zorunluluğunu o da yaşamaktadır. Nasıl AKP hükümeti ve Genelkurmay, ABD’yi karşılarına almamak için dikkatli davranıyorlarsa, PKK da aynı dikkati gösteriyor. Aksi taktirde kendi nesnel gücünü aşan politik ve askeri sorunların altına girmek zorunda kalır ki, bu onun politik ve askeri tasfiyesi anlamına gelir.
PKK silahlı mücadeleye başladığı yıllardan itibaren, kendisini hep bölgesel çelişkiler temelinde konumlandırmış ve bu temelde kendisine hareket alanı yaratmıştır. Önce Suriye-Türkiye daha sonra da İran-Türkiye arasındaki çelişkileri kullanmıştır. Şimdi de Türkiye-G. Kürdistan, Türkiye-ABD ve ABD-İran arasındaki çelişkileri kullanarak ama özellikle de bu sonuncusunu kullanarak kendi sürekliliğini devam ettirmek istemektedir.
PKK bir kaç yıldan beri bölge ve dünya politikasında ortaya çıkan yeni gelişmeler temelinde yeni bir stratejik mevzilenmeye gitmek zorunda kalmıştır. Bu yeni stratejik mevzilenme sorunu, ABD’nin Ortadoğu politikası ile yakından bağlantılıdır ve PKK’yı ortaya çıkan yeni bölgesel ve küresel çelişkiler temelinde yeni bir politik pozisyona doğru itmektedir.
Ama işin ilginç yanı PKK yeni bir stratejik mevzilenme arayışı içerisindeyken, herkes ile hem savaşabileceğini hem de kısa dönemli olarak taktik anlaşmalar yapabileceğini göstermiş durumdadır. Yani PKK’nın politik ve askeri olarak tam olarak nerede duracağı aslında daha belli değildir. Bugün ABD’nin cesaretlendirmesi ile İran’a karşı askeri bir yoğunlaşma içerisindeyken, koşulların değişmesiyle ABD ile ilişkilerinin çıkmaza girmesi durumunda, bu sefer İran’a yanaşarak (eskide olduğu gibi) ve PJAK’ı “uykuya yatırarak”, Türkiye’ye karşı askeri faaliyetlerini tekrar yoğunlaştırması kuvvetle muhtemeldir.
Bugün içerisinden geçtiğimiz süreçte PKK’nın stratejik mevzilenmesi, aşağıda kısaca özetleyeceğimiz şekilde oluşturulmak istenmektedir. Ama bu stratejik yapılanma ille de böyle olacak demek değildir. Çünkü bu süreci baltalayacak ve sekteye uğratabilecek çok önemli politik girdiler söz konusudur.
PKK ortaya çıkan yeni tarihsel koşullar temelinde, Kürdistan’ın farklı parçalarından hangisinin öncelikli olarak bağımsızlığa götürülmesi gerektiği noktasında değişikliğe gitmek zorunda kalmıştır. Aslında bu önceliği belirleyen uluslararası politik konjonktür ve bu konjonktürdeki değişikliklerdir. İçinden geçtiğimiz süreçte tarihsel koşullar K. Kürdistan’dan ziyade, İran’ın devlet sınırları içerisinde kalan Doğu Kürdistan’ın bağımsızlığının ön plana çıkartılması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Çünkü İran ile ABD ve müttefikleri arasındaki çelişkiler giderek keskinleşmekte ve Doğu Kürdistan, K. Kürdistan’a oranla daha zayıf bir halka konumuna doğru kaymaktadır.
PKK, KDP ve KYB gibi uluslararası bir statü elde etme peşindedir. Nasıl KDP ve KYB, ABD’nin Irak’a müdahalesini fırsata çevirerek G. Kürdistan’ı yarı-bağımsız ve özerk bir alana çevirerek uluslararası bir meşruiyet elde ettilerse, PKK da ABD’nin İran’daki rejimi devirme politikasını fırsata çevirerek, D. Kürdistan’ı şimdiki G. Kürdistan gibi bir statüye çevirmek istemekte ve burada iktidara gelmek istemektedir.
PKK, Türkiye karşısında “sıkıştığı” ve “çıkmaza girdiği” için liberal söylemli “barışçıl” bir politika izlemiyor. İran rejiminin çözülmesi sürecinde, Türkiye ve İran’ın aynı anda ateşi arasında kalmamak için Türkiye karşısında, ABD-KDP-KYB ile ilişki halinde yeni bir politik strateji geliştiriyor. Yani yeni bir stratejinin gereği olarak politik söylemini K. Kürdistan’da taktiksel olarak liberal bir düzeye çekmektedir. PKK için aynı anda iki cephede savaş tek kelime ile felaket ve yıkım getirir.
Kamuoyunda sanki Türkiye’nin ABD’ye PKK noktasında baskısı varmış gibi lanse edilmektedir. Aslında PKK-KDP-KYB blokunun ABD’ye, Türkiye’nin Kürt politikasını değiştirmesi noktasında bir baskısı söz konusudur. ABD’nin PKK’ya söyleyeceği bir şey kalmamıştır. Çünkü PKK, KDP ve KYB ile koordinasyon halinde, ABD’nin istediği politik sınırlar içerisine zaten çekilmiş durumdadır.
PKK PJAK aracılığı ile İran devletine karşı askeri olarak yoğunlaşmış, K. Kürdistan’da pasif bir savunma pozisyonuna çekilmiş ve politik taleplerini de AB reformları ile uyumlu olacak bir düzeye çekmiştir. Yine PKK G. Kürdistan’da KDP ve KYB ile iyi ilişkiler kurmuş ve Kürdistan’ın bu bölgesinde bu iki gücün egemenliğini şimdilik kabul etmiştir. Artık ABD’nin PKK’ya söyleyecek bir sözü kalmamıştır. ABD’nin Ortadoğu politikasına çubuk sokan PKK değil TC devletidir. Çünkü Türkiye, askeri olarak onun üzerine giderek hem PKK’nın İran üzerine askeri yoğunlaşmasını önlemekte hem de İran ile politik, ekonomik ve askeri anlaşmalar yaparak PKK’yı hırpalamakta ve İran’ı da rahatlatmaktadır. İran’ın politik ve askeri olarak rahatlaması ise G. Kürdistan ve ABD’nin bölgede zora girmesi demektir.
PKK’nın, ABD-KYB-KDP ile koordineli bir şekilde oluşturmak istediği İran karşısındaki yeni strateji, mutlak suretle Türkiye ile ateşkes anlamına gelecek bir politik çerçevenin gerçekleştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Aksi taktirde bu yeni stratejiyi oluşturamaz. Çünkü K. Kürdistan cephesindeki savaş durumu bunu olanaksız kılar ve İran’a karşı asker kaydırmayı imkansızlaştırır. İşte PKK’nın bu yeni stratejisinin gerçekleşmesi, Türkiye’de AKP hükümeti ile MC arasındaki iktidar mücadelesinin gelişimine bağlıdır.
Şayet AKP hükümeti MC’yi yenebilir ve ordu içerisindeki darbeci güçleri temizleyebilir ve orduyu tamamen sivil otoriteye bağlayabilirse, işte o zaman, bazı liberal reformlar çerçevesinde DTP üzerinden PKK ile ABD ve AB’nin yardımıyla dolaylı bir ateşkes sürecini gerçekleştirerek, PKK’nın bu yeni stratejisinin gerçekleşmesinin yolunu açabilir. PKK’nın yeni stratejisi TC devleti içerisindeki güç dengesinin köklü bir şekilde AKP lehine dönüşümünü zorunlu kılmaktadır ki bu şimdilik oldukça zor ve hatta imkansız gibi görünmektedir.
Genelkurmay ve MC’nin AKP hükümetini devirmeleri halinde (bu kuvvetli bir olasılıktır) PKK’nın bu stratejisi çıkmaza girer. Çünkü MC, bu durumda bölge politikasına ağırlığını koyarak, ABD’nin PKK ile ilişkilerinin zayıflamasına çalışacak ve Türkiye’yi ABD’nin stratejik planlarında temel yere sokarak, PKK’nın bütün cazibesini ortadan kaldıracaktır. Bu MC hükümeti döneminde “1 Mart Tezkeresi” gibi bir durum yaşanmayacaktır. İran’daki rejimin devrilmesi sırasında Türkiye, PKK ve Kürt ulusundan insiyatifi ele almaya çalışacak ve bu noktada onlardan daha fazla ABD’nin İran politikasına angaje olacaktır. İşte bu andan itibaren PKK, kendisine tekrar yeni bir strateji aramak zorunda kalacaktır, ki bu da, bugün Türkiye’ye karşı uyguladığı liberal politikanın İran versiyonu olacaktır. Bu durumda PKK bu sefer de PJAK’ı tekrar “uykuya yatıracak” ve bölge çelişkilerinden yararlanarak tekrar Türkiye’ye karşı askeri açıdan yoğun bir şekilde seferber olmaya çalışacaktır.
İçinden geçtiğimiz süreçte PKK’nın yeni strateji temelinde Türkiye ile dolaylı ateşkes arama çabası ve bu temelde liberal bir politik çerçeveye çekilmesi, kendiliğinden anlaşılır ki, DTP’nin önemini PKK açısından arttırmış ve bu partinin liberal biçimi, onun stratejisinin çok önemli bir taktik ayağı haline gelmiştir. Bundan dolayı, uzun zamandan beri, DTP’nin içeriği neredeyse PKK tarafından tamamen doldurulmuştur. Çünkü PKK, K. Kürdistan cephesinde Türkiye ile bir ateşkesi ancak DTP üzerinden yapabileceğini ve en iyi zeminin bu olduğunu anlamıştır. DTP’nin liberal çerçevesi, PKK ile TC arasındaki bir dolaylı ateşkese iyi bir temel teşkil edebilir. Son dönemlerde DTP’nin PKK açısından anlamı budur.
Biz yine asıl konumuza dönersek eğer, bütün bu genel politik çerçeve içerisinde Dağlıca ve Aktütün karakol baskınları nereye oturmaktadır?
Bilindiği gibi gerek Dağlıca gerekse de Aktütün karakol baskınları, PKK gerillaları tarafından düpedüz gündüz gerçekleştirildi ve saatlerce süren bir baskın olmasına karşın, bu karakollara takviye bir kuvvetin gönderilmemesi çok tartışıldı vede bu duruma net bir cevap Genelkurmay tarafından verilmedi. İşin ilginç tarafı, “BBG evinde”, gündüz 300-400 kişilik bir gerillanın toplanmış olması ama bu anda Genelkurmay’ın adeta “kör olması” kuşkuları büsbütün arttırmıştır. Bundan dolayı Genelkurmay ile PKK arasında bir temasın olduğu şüphesine yolaçmıştır. Her ne kadar kamuoyunda aydınlar bunu direkt olarak söylemeseler de bunu çeşitli yollar ile ima etmeye çalışmışlardır.
Gerçekten böyle bir temas olabilir mi ve şayet olabilirse taraflar bunu nasıl gerçekleştirmiş ve bundan ne gibi bir politik hedef gütmekteydiler?
Bu noktada ancak bazı tahminler yapılabilir. Olayların genel politik çerçevesinden çıkaracağımız bu tahminleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
- Bu baskınların herşeyden önce, ABD’de CP’nin iktidarı döneminde gerçekleştiğini gözden kaçırmamalıyız. CP içerisinde özellikle de Dick Cheney etrafında kümelenen Neo-Con’ların AKP’yi istemedikleri ve onun ABD’nin İran politikasını sekteye uğrattığını düşündükleri ve bundan dolayı Türkiye’de orduyu kendilerine daha yakın bulduklarını iyi anlamak gerekir. CP’li ABD, muhtemelen bir İran saldırısında AKP’li Türkiye’ye güvenemeyeceklerini bildikleri için, iç politikada sıkışmış olan Genelkurmay ve MC’nin AKP’yi devirme girişimlerine “yeşil ışık” yakmış olabilir. Ama bunu da hiç kuşkusuz Genelkurmay’ın kendi politikalarını destekleyeceği beklentisi ile yapmışlardır. Belki bu noktada “gizli bir anlaşma” dahi yapılmış olabilir.
AKP’yi devirmesi için Genelkurmay’a yeşil ışık yakan CP’li ABD, aynı zamanda PKK ile de anlaşıp, onun askeri güçlerini İran’a yönlendirmesini sağlamıştır. PKK uzun zamandan beri K. Kürdistan’da pasif bir askeri konuma çekilmiştir (İran ile savaştan dolayı) ve Dağlıca ve Aktütün karakol baskınları, içeride AKP’yi devirmek için yapılan organizasyonlar içerisinde spesifik saldırılardır. PKK, İran ile savaş halindeyken bu tür saldırılar normalinde yapmaz ve bu onun savaş stratejisine aykırıdır ve kaldı ki böyle bir savaş stratejisini (yani İran ve Türkiye’nin aynı anda ateşi arasında) uzun süre sürdüremeyeceğini kendisi de bilir. Bundan dolayı bu saldırılar çok daha büyük bir organizasyonun parçasıdırlar. Onun için bu saldırılarda ABD’nin rolünün kilit bir konumda olması yani Genelkurmay ile PKK arasında, AKP’nin devrilmesi stratejisi içerisinde, dolaylı ilişkileri ve koordinasyonu sağlaması kuvvetle muhtemeldir.
Bu durumda Genelkurmay kendi meşru ve seçilmiş hükümetine karşı, uluslararası bir komplonun bir parçası olmuştur. Bunun politik ve hukuki cezası oldukça ağırdır.
- Bir diğer olasılık, AKP’nin bir yandan Genelkurmay üzerine giderken bir yandan da PKK’nın üzerine giderek ve özellikle bu sonuncusunu KDP ve KYB’den tecrit etmeye çalışarak ve AB süreci ile Avrupa’da da sıkıştırarak ve aynı zamanda İran ile askeri anlaşmalar yaparak, PKK’yı uluslararası alanda politik ve askeri olarak zayıflatmasının sonucu olarak, birbirine düşman olan iki gücü (Genelkurmay ve PKK), AKP’yi devirme noktasında kendi insiyatifleri ile dirsek temasına girmeye zorlamış olabilir. Ama bu zayıf bir ihtimaldir. Nedeni de bu iki politik güç birbirlerine güvenemeyecek kadar düşmandırlar. Ancak ABD gibi bir üçüncü güç sayesinde bazı ilişkilere girebilirler.
- Bir diğer olasılık, Aktütün ve Dağlıca karakol baskınları ile PKK, AKP hükümetine dolaylı bir mesaj da vermiş olabilir. PKK, AKP’nin kendi üzerine politik ve askeri olarak daha fazla gelmesi karşısında, yeri geldiği zaman kendi hükümetini devirmek isteyen güçlerle dirsek temasına geçip, hükümetinin ömrünü kısaltabileceği mesajını da vermiş olabilir.
Bu olasılıklar içerisinde en güçlüsü ilk olasılıktır. Hiç kuşkusuz bu saldırıların ayrıntıları ve mantığı gelecekte bir gün ortaya çıkacaktır. Çünkü tarihte hiçbir şey gizli ve saklı kalmaz. Şayet bu ABD, PKK ve Genelkrmay’dan oluşan uluslararası bir komplo ise bu noktada bir kaç şey söylemek gerekir.
Bu noktada ne ABD ne de PKK eleştirilebilir. ABD kendi uluslararası emperyalist çıkarları doğrultusunda hareket eden bir güçtür ve herkes tarafından zaten bilinmektedir. PKK ise, kendi düşmanları arasındaki çelişkileri değerlendirmeye çalışan ve bu temelde kendi ulusal çıkarlarının peşinde koşan bir ulusal harekettir. Onun politik ve askeri varlığı az yukarıda gördüğümüz gibi bu çelişkileri kullanmaya danır. Oun için bu noktada onu da eleştirmek yersizdir.
Ya Genelkurmay?
Şayet böyle bir uluslararası komplonun bir parçası haline gelmiş ise (bunu yeni yapmıyor) bunun bedelini kısa dönemde değil ama uzun dönemde ağır bir şekilde ödeyeceği ve kendi elinin altındaki generallerinin apoletlerini beş paralık edeceği tartışmasızdır!
Devrimci Bülten Sayı 48, Devamı...
|
 |
|
|
|
 |
|
 |
|