 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 39 (3) |
 |
 |
AVRUPA BİRLİĞİ SORUNUNDA MARKSİST-LENİNİST TUTUM (A.H.Yalaz) “Birleşik Avrupa” düşünü yeni değildir. Tarihi çok eskilere, eğer daha gerisine değilse, burjuva-demokratik Fransız devrimine dayanır. Fransız devrimini izleyen dönemde söz konusu olan, kapitalizmin çocukluk aşamasında asıl olarak feodal-monarşiler ya da küçük prenslikler vb. olarak parçalanmış durumda olan Avrupa’nın birleştirilmesi sorunuydu. Bu, 19. yüzyıl boyunca gerek ütopik komünistler, gerek bilimsel komünistler, gerekse küçük-burjuva cumhuriyetçiler ve liberaller tarafından, şu ya da bu somut gelişmeyle ilişkili olarak, değinilmiş bir sorun olageldi. 20. yüzyılda da ilgi çekmeye devam eden “Avrupa Birliği” ya da “Avrupa Birleşik Devletleri”nden (2) anlaşılan, en azından komünist devrimciler açısından, artık kapitalist-emperyalist bir Avrupa Birliği (AB) projesidir. (3) Avrupa Birleşik Devletleri konusu Mart 1919’da kurulan Komünist Enternasyonalin (Komintern) de gündemine girdi ve 1923 yılında yapılan Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulunun Yedinci Plenumunda, Komintern’in programatik tezleri arasına alınan “ Sosyalist Avrupa Birleşik Devletleri” düşünü 1926-1928 arasında savunulmaz oldu ve 1928 yılında kabul edilen Komintern Programında da yer almadı. AB Nedir? Devrimci Bülten’in kimi sayılarında ele alınan (4) ve son derece güncel olan bu sorun, bu sayıda yayınlanan başyazının konusudur da. Fransa ve Hollanda’da yapılan halkoylamalarında “Avrupa Anayasasının Kararlaştırılması İçin Antlaşma” resmi başlığını taşıyan “Anayasanın” reddedilmesi nedeniyle, gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde daha da sıcak bir tartışma konusu durumuna geldi. Gösterilen tepkiler geniş bir yelpaze oluşturdu. Kimi yorumlara göre, her iki ülkede Anayasanın halk oylamasında reddedilmesi Avrupa’nın entegrasyonu sürecinde küçük bir yol kazası iken, kimi diğer yorumlara göre artık AB politik olarak ölüdür. Marksist-leninist yöntem olguları yaşamın çelişkileri içinde irdelemenin ve kavramanın bir aracıdır. Bu yöntem kullanıldığında görülecektir ki, bugünkü durumuyla AB söz konusu olduğunda, doğru olan bu iki uç arasında bir yerde durmaktır. Bu sayının başyazısında da belirtildiği gibi, kapitalist-emperyalist bir proje olarak AB’nin, en azından politik birlik olarak, geleceği tehlikeye girdi. AB’nin bugünkü biçimi ve iç ilişkileriyle varlığını sürdürebilmesi olanaksızdır. AB’de çok şey değişmek zorundadır. AB-içi çelişkiler keskinleşecektir. Daha şimdiden AB bütçesine üye devletlerin yaptıkları katkı ve bütçeden yararlanma oranları üzerine görece sert bir kapışma başladı; daha doğrusu bu ve benzeri sorunlarda kapitalist gruplar ve devletler arasında varolan savaşım sertleşti. Halkoylamasının sonuçları, hem AB’nin politik ve hukuksal entegrasyon sürecine, hem de ekonomik entegrasyon sürecine indirilmiş ağır bir darbe oldu. “Ağır bir politik kriz döneminden geçtiğine kuşku olmamasına karşın, AB’nin böylesi bir kriz durumu nedeniyle politik olarak çöktüğü ya da kısa sürede çökeceği gibi bir saptamanın yapılması için henüz çok erken. 16-17 Haziran’da Brüksel’de yapılacak AB zirvesinde devlet ve hükümet başkanları ağır kriz durumunu ve olası çıkış yollarını ele alacaklar. Kapitalist politikacılar, AB’nin güncel politik krizini hafifletecek, onun vereceği zararı en aza indirecek, AB’nin varlığını tehdit edecek sonuçlara neden olmasını engelleyecek çözümler bulabilecek kadar deneyimlidirler. Bunun için kimi politika araçları var ellerinde...” (Başyazı) 450 milyon nüfusuyla AB, dünyanın en büyük kapitalist-emperyalist ekonomik bloğu durumundadır. On yılların ürünü olan böylesi büyük bir ekonomik gücün kısa sürede dağılması beklenemez. Ama dağıldığını varsayalım. Böylesi bir durumda, sermaye birikim sürecinin bugünkü uluslararasılaşma düzeyi, görece aynı ekonomik gelişme düzeyine ulaşmış büyük kapitalist “ulusal” ekonomilerin “karşılıklı bağımlılık” kavramıyla nitelenebilecek iç içe geçmişliklerinin ulaştığı derece, emperyalizm ile emperyalizme değişik derecelerde bağımlı olan ülke ekonomileri arasındaki ilişkilerin bugünkü durumu vb. etmenler hesaba katıldığında dünya kapitalist-emperyalist sistemi, “barış” dönemlerinde tanık olunmadık ve sonuçları bugünden kestirilemeyecek denli ağır bir genel krize sürüklenecektir. Böylesi bir krizin sonuçlarından biri genel bir emperyalist savaş olabilir. AB’yi, ‘Kuzey Amerika Serbest Ticaret Alanı’ (NAFTA) gibi diğer bölgesel ekonomik bloklardan ayıran en önemli özelliklerden biri, yalnızca ekonomik bir birlik olması değil, aynı zamanda ulusal kurumları aşan kendine özgü kurumlara sahip olması ve ulus devletlerin birçok hak ve yetkilerini, AB çevrelerinde kullanılan sözcüklerle, egemenliklerinin bir bölümünü, bu uluslar-üstü kurumlara devretmiş olmalarıdır. Ulus-devletler kimi yetkilerini korurlarken, kimi yetkilerinden vazgeçmektedirler. Bugünkü durumuyla AB, ulus-devletler arasındaki ilişkiler söz konusu olduğu sürece, ileri bir düzeyde örgütlenmiş politik ittifak kavramıyla tanımlanamayacak denli gelişmiş ve örgütlenmiş, kapitalist sistemin daha önceki dönemlerinde benzeri görülmemiş politik bir birliktir. Kapitalizmin iç çelişkileri nedeniyle tamamlanmayacak olan, tek bir Avrupa devletinin kurulmasına varamayacak olan kapitalist entegrasyon sürecinde oldukça uzun bir yol alındı. Özellikle ekonomik entegrasyon süreci oldukça ileri bir düzeye ulaştı. Büyük Britanya dışında büyük emperyalist devletlerin de aralarında bulunduğu üye devletlerin yarısına yakınında ortak bir para biriminin uygulanması, AB’nin sıradan bir ekonomik blok (birlik) olmadığını gösterir. Ekonomik entegrasyon süreciyle karşılaştırma içinde az gelişmiş olmakla birlikte, politik entegrasyon sürecinde de küçümsenmeyecek bir yol alındı, politik karar alma süreçlerinde ciddi adımlar atıldı. AB’yi oluşturan devletlerde yaşayan halklara kabul ettirilmeye çalışılan anayasa olmayan “Anayasa” AB’nin politik entegrasyon sürecinde, onun yapılandırılmasında bir kilometre taşı olacaktı. Bu anayasa, AB çevrelerinde, kuşkusuz ki açıkça ilan edilmeksizin, karargahları Avrupa’da olan uluslararası kapitalist şirketlerin işçi sınıflarına karşı politik ve ekonomik iktidarlarını görece olarak sağlamlaştıran, işçi sınıfı hareketini Avrupa düzeyinde daha sıkı bir denetim altına alan, Avrupa’da kapitalist-emperyalist sistemin politik merkezileşmesi sürecini güçlendiren, karargahları ABD, Japonya gibi devletlerde bulunan rakip kapitalist-emperyalist şirketlerle rekabette Avrupa kökenli şirketlerin rekabet güçlerini artırmaya yarayacak politik bir araç olarak görülüyor. Avrupalı kapitalist cumhuriyetlerin ve kapitalist monarşilerin politik birlik sürecini daha da merkezileştirmenin anayasal-hukuksal bir belgesi olan anayasanın reddedilmesi, politik entegrasyon sürecine büyük bir fren oldu. AB, özünde, çok değişik ekonomik sektörlerde ve alt-sektörlerde etkinlik gösteren Avrupa kökenli uluslararası şirketlerin kapitalist-emperyalist projesidir. Sermayenin kıtasal ölçekte bir örgütlenme biçimidir, giderek daha da uluslararasılaşan sermaye birikim süreçlerine kendi şirketleri lehine politik olarak müdahalenin, rakip kapitalist şirketler ve devletler aleyhine artık-değere el koymanın ve artık-değerden alınan payı artırmanın bir aracıdır. AB, kapitalizmin küresel politik-ekonomik yapılandırılmasının baş oyuncularından biridir. Bugün geldiği aşamasında AB, küresel yeniden yapılandırma sürecinden bağımsız olarak irdelenemez ve çözümlenemez. Dünyanın emperyalist yeniden paylaşım savaşımında, gerek tekil devlet düzeyinde, gerek Avrupa düzeyinde, gerekse uluslararası düzeyde konumlarını güçlendirmek isteyen Avrupalı şirketler ve ulus-devletler AB’yi, özellikle ABD’ye ve ABD’li uluslararası şirketlere karşı, ulus-devletlerin yanı sıra varolan “kolektif bir devlet”, bir “şemsiye devlet” olarak güçlendirmek ve kullanmak istemektedirler. AB, üyeleri arasında olan büyük emperyalist devletlerin ve bu devletlerde bulunan uluslararası şirketlerin, sermaye, bilimsel ve teknolojik birikim bakımından düşük gelişme aşamasında olan ülkelerin ekonomilerinin denetim altına alınması projesidir de. Sözün özü, AB, yalnızca Avrupa düzeyinde değil, dünya düzeyinde sermaye birikim süreçlerine müdahalenin ve bu süreçleri örgütlemenin bir aracıdır. AB, K. Erdem’in de belirttiği gibi, sahip oldukları sermaye oranlarına göre etki sahibi olan hisse sahiplerinin kurdukları anonim bir şirkete benzetilebilir: “AB bir emperyalist organizasyondur. Bu organizasyon, merkezi bir devletten çok, ellerindeki sermaye oranlarına göre bir araya gelen [devletlerin kurduğu] bir anonim şirkete benzemektedir. Şirketin büyük hisselerini önce Fransa ve Almanya daha sonra da İngiltere, İtalya, Hollanda ve Belçika gibi emperyalist devletler ellerinde bulundurmaktadırlar....” (Devrimci Bülten, Sayı 36, sayfa 8). Kapitalizm, ulus-devlet ve ulus-devlet ötesi Sermayenin uluslararasılaşma sürecinin oldukça ileri bir noktaya vardığı günümüzde, ulus-devlet “ulusal” sermayelerin hala temel politik ve askeri aracıdır. Küresel kapitalizmin bugünkü gelişme aşamasında ulus-devlet aşıldı, artık o geçmişe ait bir olgudur, uluslararası ilişkilerde ve çözümlemelerde ciddi bir rol oynamamaktadır vb. savlara karşın dünyanın dört bir yanını ahtapot gibi sarmış küresel kapitalist şirketler başta olmak üzere, bütün sermaye grupları ulus-devletsiz yapamazlar. Bu, kapitalizmin bugün ulaştığı gelişme aşamasında, artık giderek daha büyük derecede uluslararası karakter kazanan sermaye birikim süreçlerinin güvenliğini ve sürekliliğini sağlamak için, başka sözcüklerle kendi yatırım ve üretim alanlarını, kendi pazarlarını, hammadde ve etki alanlarını rakip şirketlere ve emperyalist devletlere ve sosyalist devrim tehlikesine karşı savunmak ve genişletmek için büyük küresel şirketlerin ulus-devlet üstü “özel devletler”, “şirket devletleri” kuramayacakları anlamına gelmez. Kapitalist sınıfın politik-askeri olarak örgütlenmesinde “ulus-devlet”in son durak olduğu söylenemez. Başka politik-askeri örgütlenme biçimleri de kurulabilir. Bu biçimlerin neler olacağı, kapitalizmin gelişme düzeyi ve alacağı olası yeni biçimlere, işçi sınıfıyla kapitalist sınıf arasında hem tekil ulus-devletlerde, hem de küresel ölçekte yürütülen sınıf savaşımının düzeyine, gerek değişik ülkelerde kurulu dev küresel şirketler arasındaki, gerekse büyük emperyalist devletlerin “kendi” şirketleri arasındaki rekabetin niteliğine ve alacağı boyutlara bağlıdır. Ulus-devletlerle “şirket devletleri” arasındaki ilişkilerin durumu, ilgili devlet ve temsil ettiği sermaye kesimleriyle ilgili şirketlerin karşılıklı güç ilişkilerine bağlı olacaktır. Ekonomik güçleri birçok ulus devletin sahip olduğu güçle karşılaştırma bile kabul etmeyecek denli büyük olan dev şirketler, sermaye boykotu gibi ekonomik yaptırımlardan askeri darbeler örgütlemeye kadar varan araçlarla ulus devletlere boyun eğdirme olanaklarına sahipler. Gelecekte, diğer şeylerin yanı sıra, kendi silahlı güçleriyle devletlerin iç politik ilişkilerini de düzenleyebilirler. Dünya düzeyinde sosyal üretim ve bölüşüm ilişkilerinin sürekli olarak yeniden üretilmesi ve düzenlenmesi için, ulus-devletin yanı sıra, devletlerarası antlaşmalarla ve kimi uluslararası örgütlerin üyeliğiyle sınırlandırılmayan, denetim altında tutulmayan politik-askeri örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkma olasılığı hesap dışı tutulamaz. Nasıl ki, asıl olarak devlet-içi sermaye birikim sürecinin gereksinimleri ulus-devletin ortaya çıkmasına neden olduysa, sermaye birikim süreçlerinin giderek artan derecede uluslararasılaşması da kendine özgü politik ve askeri kimi biçimlerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Genel olarak sınıf savaşımı, özel olarak da kapitalist-emperyalist rekabet çerçevesinde özel silahlı güçler kurulabilir, ulus-devlet şiddet kullanma tekelini yitirebilir ya da bu tekeli devlet-dışı özel silahlı güçlerle paylaşmak zorunda kalabilir; ve örneğin bugün Irak’ta örnekleri görüldüğü gibi, savaş özelleştirilebilir. Dünya egemenliği için savaşımlarında uluslararası şirketlerin, küçük ölçekli de olsa, kendi özel ordularını kurmaları yeni bir olgu değildir. 1602 yılında kurulan Hollanda kökenli Birleşik Doğu Hindistan Şirketi, yalnızca ilk uluslararası şirket değil, aynı zamanda kendi silahlı güçlerine sahip olan bir şirketti de. Ayrıca, işaret edilmelidir ki, hizmet sektörünün bir alt-sektörü olarak da değerlendirilebilecek “güvenlik sektörü” kapitalizmin, nedenleri ne olursa olsun, belki de en hızlı geliştiği alandır. Artık “güvenlik şirketleri” kurulmakta ve eskiden devletin polisinin, jandarmasının, istihbarat servislerinin yerine getirdiği işlevler böylesi şirketlere devredilmektedir. Eskiden “paralı askerler” olarak aşağılanan kimi silahlı güçler bugün şirketleşerek “saygın” güvenlik güçleri durumuna getirilmişlerdir. Sermayenin güvenliğini artık yalnızca kapitalist devletler değil, hizmetinde oldukları şirketlerin ve şirket gruplarının büyüklüklerine göre değişiklik gösteren/gösterecek olan irili ufaklı özel silahlı güçler de sağlamaktadır/sağlayacaktır. Kendisi özünde özel silahlı insanlardan oluşan devlet, şiddet tekelini böylesi silahlı güçlerle paylaşmak durumundadır. Burada kimi devlet işlevlerinin özelleştirilmesi olgusuna tanık oluyoruz. Geçerken değinmek gerekirse, “güvenlik sektörü”, sermayenin güvenliğini sağlamanın yanı sıra küçümsenmeyecek bir istihdam olanağı da sağlamaktadır. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde işsizlik sorununun hafifletilmesinde bu sektör önemli bir işlev görmektedir. AB’nin Geleceği Tarihsel olarak, AB’nin geleceği yoktur. Kapitalist sistem içinde ulus-devletler olarak örgütlenmiş ve parçalanmış olma durumunun aşılması ve burjuva demokratik bir gelişme sürecinin ürünü olarak bir Avrupa Birleşik Devletlerinin ortaya çıkması olanaklı değildir. İnsan istenci dışında işleyen kapitalizmin yasaları bunun temel engelidir. Bırakalım farklı ulusların yaşadığı birleşik ve tek bir kapitalist Avrupa devletinin kurulmasını, Avrupa ölçeğinde kapitalist bir federe devletin kurulma, kurulduğu varsayılsa bile, yaşama olanağı yoktur. Bunun nedenleri kapitalizmin yapısında, onun iç çelişkilerinde aranmalıdır. Ulus-devletten federe devlete geçiş süreci olarak da görülebilecek olan yaşanan Avrupa entegrasyon süreci, işçi sınıfının kapitalizme karşı sosyalist savaşımı, ulus-devlet gibi bir araca sahip olan ve sınıfsal çıkarlarının gerçekleştirilmesinde onu kullanan ve kullanma olanağını yitirmek istemeyen Avrupalı farklı uluslardan kapitalist sınıflar arasındaki savaşım ve küresel emperyalist rekabet ve savaş dahil her türlü yeniden paylaşım biçimleri gibi nedenlerle varması düşünülen yere varamadan kesintiye uğrayacaktır. Kapitalizmin devlet-içi, bölgesel , kıtasal ve küresel ekonomik ve politik krizleriyle savaşımda “ulusal” kapitalist burjuvalar kapitalist ulus-devlet gibi vazgeçilemez bir aracı kullanma olanağından vazgeçmeyecekleri gibi, isteseler de kapitalist devlet-çoğulculuğunu aşamayacaklardır. Ulus-devlet sınırlarının ortadan kalktığı kapitalist bir Avrupa’nın hiçbir zaman kurulamayacağını iddialı bir biçimde savunurken, şu ya da bu arzudan değil, eşit olmayan ekonomik ve politik gelişme yasası da dahil, kapitalizmin yasalarından hareket ediliyor. Bilindiği gibi, kapitalizmin gelişmesiyle kapitalist ulus-devletin kurulması arasında dolaysız bir bağ vardır. Bunlar birbirlerini karşılıklı olarak etkileyip koşullandırmaktadırlar; ama basit meta üretiminin kapitalist meta üretimi düzeyine vardığı ve bunun da kendi gelişmesine uygun düşen, gelişmesini kolaylaştıran, varolmasının koşullarını sağlayan, koruyan ve geliştiren politik bir biçimin ortaya çıkmasına neden olduğu bilinmektedir. Ulus-devlet kapitalist gelişmenin bir ürünü, kapitalist sistemin ayrılmaz bir unsuru, bir yapı taşıdır. Ulus-devlet, hem içteki kapitalizm karşıtı sosyal sınıf ve katmanlara, hem de diğer kapitalist devletlere ve onların temsil ettikleri sermayeye karşı “ulusal” sermayeyi temsil eder. “Korumacılık” politikasının uygulanabilmesi için ulus-devlet vazgeçilmez bir silahtır. Bu silahın yitirilmesi, ilgili devletin ekonomik yaşamının, özel olarak da devlet-içi sermaye birikim sürecinin, dünya ölçeğinde kapitalist rekabete, en azından kurumsal engellerin aşılması anlamında, tamamen açılması demektir. Uluslararası bir oyuncu olarak “ulus-devlet”in önemini yitirdiği gibi tezlere karşın, ulus-devlet son derece önemli, hatta çoğu kez belirleyici politik oyuncu olma rolünü sürdürüyor. Ulusal pazar, ulus ve ulusal devlet arasında varolan kopmaz ilişki nedeniyle de, kapitalizmin bugün ulaştığı uluslararası genişleme ve derinleşme derecesine karşın, kapitalist Avrupa Birleşik Devletlerinin oluşması olanaksızdır. Kapitalist sistem içinde tekil “ulusal” kapitalistler, genel kapitalist çıkarların aleyhine olarak, kendi dar “ulusal” çıkarlarını öncelik vereceklerdir. Böylesi bir saptama, kimi kapitalist devletlerin birleşerek tek bir devlet oluşturmalarının olanaklı olmadığı olarak anlaşılamaz. Öylesi koşullar olabilir ki, örneğin, kimi kapitalist devletler federasyon ya da konfederasyon olarak örgütlenebilirler; ama bu, kapitalist bir Avrupa Birleşik Devletlerinden farklı bir şey olacaktır. Ulus-devlet, bir tarihsel kesitte üretici güçlerin gelişimini sağlayan bir işlev görmüşken, tarihsel olarak ve birçok ileri düzeyde gelişmiş kapitalist ülkede pratik olarak da bu işlevini yitirmiş ve yalnızca ulusal düzeyde değil, dünya düzeyinde de üretici güçlerin gelişmesini engelleyen, dolayısıyla emek-üretkenliği derecesinin yükselmesini frenleyen bir örgüt durumuna gelmiştir. Üretici güçlerin görece hızlı olarak gelişmesinin etkeni olma özelliğini uzun zamandır yitirmiş olan ulus-devlet, ulus-devlet çerçevesini aşmış olan üretici güçlerle devlet sınırları arasındaki çelişkilerin de bir simgesidir. AB, genel olarak üretici güçlerin gelişiminin, özel olarak emek üretkenliği düzeyinin yükselmesinin önünde engel durumuna gelmiş olan ulus-devletin yerine kıtasal ölçekte politik bir organizma koyma girişimidir. İster bugünkü biçimiyle bir AB olsun, isterse gerçekleşmesi olanaksız olan bir kapitalist Avrupa federasyonu olsun, ulus-devletle karşılaştırma içinde her ikisi de kapitalizmin daha ileri bir aşamasını temsil etseler de, ancak üretici güçleri daha geniş bir politik korse içine sıkıştırmanın politik biçimleri olarak düşünülebilirler. AB, üretici güçlerin küresel ölçekte gelişmesini ve kapitalizmin genişlemesine büyümesini sınırlayıcı ve yavaşlatıcı bir oluşumdur da. “AB iç pazarını” rakip emperyalist şirketlere karşı korumaya yönelik olması bakımından da tutucudur. Burada anımsamakta yarar vardır ki, AB üyesi devletlerin dış ticaretlerinin yaklaşık dörtte üçü üye devletler arasında gerçekleşmektedir. Bu bakımdan AB, “kıtasal korumacılık” uygulayan bir kapitalist organizmadır da. Genel olarak kapitalizmin aşılması gerektiği gibi, özel olarak ulus-devletin de aşılması gerekiyor; ama kapitalizm koşullarında, hele barışçıl olarak, aşılması olanağı yoktur. Ulus-devlet, kural olarak, devrimci biçimde aşılabilir. Kapitalist temellerde birleştirilmiş bir Avrupa’nın, kapitalist bir Birleşik Avrupa Devletleri’nin devletlerarası antlaşmalarla “barışçıl” yollarla kurulacağını düşünmek, gerici bir burjuva ütopyadır. Teorik olarak kabul edilebilir ki, emperyalist rakipleri üstünde kesin bir küresel üstünlük de sağlayan herhangi bir büyük kapitalist-emperyalist devlet, Avrupa’nın ekonomik ve politik entegrasyonunu zor yoluyla sağlayabilir ve kıtasal ölçekte, kısa veya görece uzun ömürlü olabilecek, tek bir devlet kurulabilir. Ancak, böylesi bir devlet Birleşik Avrupa Devletleri olmayacaktır. Politik entegrasyon süreci, sosyalist devrim, genel bir savaşa dek varabilecek kapitalist-emperyalist rekabet gibi nedenlerle, ulus-devletler arası antlaşmalarla, federatif de olsa, tek bir Avrupa devletinin kurulması aşamasına varmayacaktır. Ayrıca sorun yalnızca ekonomik ve politik entegrasyon sorunu da değildir, kültürel entegrasyon sorunudur da. Ulus-devlet tarafından şu ya da bu ölçüde sınırlanmayan, bir başka deyişle devlet sınırlarının ortadan kalktığı ortak bir ekonomik ve politik birliğin oluşması için yalnızca altyapı düzeyinde ve politik ve hukuksal alanları kapsayan politik üstyapı düzeyinde değil, kültürel düzeyde de entegrasyon gerekmektedir ki, bu ekonomik ve politik alanda alınacak kararlarla gerçekleşecek bir şey değildir. Nüfussuz/halksız bir devlet olamayacağına göre, yalnızca kapitalist şirketlerin ve devlet bürokrasilerinin politik istençlerinin belirleyici bir etmen olacağı bir süreç olamaz böylesi bir entegrasyon süreci. Halkların birbirlerine yakınlaşmaları ve kaynaşmaları söz konusu olduğunda kültür büyük bir rol oynar. Kültürel alandaki değişim, ekonomik ve politik alanlardaki değişimden çok daha karmaşık olduğu gibi, çok daha uzun bir gelişme sürecini gerektirir. Geçerken not etmekte yarar vardır ki, bugünkü AB içinden daha küçük bir AB, “AB içinde AB” ortaya çıkabilir. Nice Antlaşması’nın içerdiği gibi, iç pazarın işlemesine zarar vermediği sürece, en az sekiz üye devletten oluşmak koşuluyla, devlet gruplarının belli alanlarda varolan işbirliğinden daha ileri gitmeleri olarak anlaşılan ”güçlendirilmiş işbirliği” böylesi bir “küçük AB’nin” nüvesi olabilir. Dünya Sosyalist Sisteminin Bir Parçası Olarak “Avrupa Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” Karakteri gereği büyük sermayenin, özellikle de büyük uluslararası kapitalist şirketlerin egemen ekonomik güç oldukları ve onların çıkarlarını temsil eden kapitalist devletlerin “birliği” olan ve kapitalist gelişme sürecinde son derece ileri bir aşamayı temsil eden AB, aynı zamanda Avrupa çapında birleşik bir komünist ve işçi hareketinin, enternasyonalci sosyalist savaşımın gelişmesi için kimi nesnel ve öznel koşulların da oluşması demektir. Komünistlerin ve genel olarak kapitalizm karşıtlarının istençleri dışında ortaya çıkan bu durumdan komünist devrimci savaşım için yararlanmak ve sosyalist devrimi kıtasal düzeyde de örgütlemeye çalışmak komünistlerin görevleri arasındadır. Avrupa kapitalizmin boyunduruğundan kurtarılmalıdır. Bu da, dünya sosyalist devriminin bir bileşeni olarak, ancak belli başlı kapitalist-emperyalist devletlerde ya da kıtasal ölçekte gerçekleşecek sosyalist devrimler aracılığıyla olanaklıdır. Dünya sosyalist sisteminin bir parçası olan sosyalist Avrupa Birliği’nden yana olan komünistler olarak, yalnızca ilkesel karşı çıkışla ve sosyalist karşı propagandayla yetinemeyeceğimiz bir tarihsel sürece tanık oluyoruz. Bu sürecin içindeyiz. Sermayenin “Avrupa Birliğini” yıkarak yerine emeğin “Avrupa Birliğini” kurmak istiyorsak eğer, varolan durumdan hareket etmek zorundayız. Kapitalist gelişme bizi böylesi bir durumla karşı karşıya bıraktı. Yapılması gereken varolan durumun teorik çözümlemesini yaparak gerekli olan ideolojik-teorik, politik ve örgütsel sonuçları çıkarmak ve ona göre davranmaktır. Teorimiz verili durumu yansıtmalı ve aynı zamanda bu durumun nasıl değiştirilebileceğini ortaya koymalıdır. Nesnel gerçeklik teoriye uygun düşecek biçimde kurgulanmaya çalışılmamalı; tam tersine teorimiz nesnel gerçekliği yansıtmalıdır. Sorun, komünistlerin ve sınıf bilinçli proletaryanın kapitalist gelişme sürecinin bu son derece özel aşamasında hesaba katılır, etkin örgütlü özneler olup olamayacaklarıdır. Farklı etnik kökenlerden işçiler arasında var olan ya da ortaya çıkacak iş rekabeti , etnik anlaşmazlıklar vb. kimi etmenlere karşın, birçok etnik kökenden on milyonlarca işçinin, komünist partileri de dahil, ortak sınıf örgütlerinde birleşmeleri ve kapitalist sisteme karşı ortak savaşım yürütmeleri için varolan durumdan en büyük ölçüde yararlanılmalıdır. Kapitalist Avrupa Birliği’nin geleceği yoktur; ama sosyalist Avrupa gelecektir. Devrimci Bülten Sayı 39 Devamı... (2) Lenin’in 23 Ağustos 1915’de yazdığı “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı” üzerine yazı, sorunun ele alınmasında genel bir çerçeve sunmaktadır. Lenin’in yazısını yazdığı dünya koşullarından oldukça farklı koşullarda yaşıyoruz. Örneğin, sermaye birikim sürecinin uluslararasılaşmasının ve “ulusal” ekonomiler arasındaki ilişkilerin bugünkü düzeyi, Lenin’in yazısını yazdığı dönemle karşılaştırma kabul etmeyecek denli farklıdır. Bu nokta bir başka yazının konusu olabilir. Troçki de, 1923 yılında Ruhr krizi sırasında yazdığı ve 30 Haziran 1923’te Pravda’da basılan “ ‘Avrupa Birleşik Devletleri’ İçin Uygun Zaman Mı?” başlıklı yazısında aynı konuyu ele almaktadır. (3) AB’nin tarihi “Soğuk Savaş”tan önce ve “Soğuk Savaş”tan sonra diye ikiye ayrılabilir. Bu yazıda AB’nin tarihsel gelişimi ele alınmayacaktır. Burada AB’nin kuruluşu ve gelişimiyle İkinci Dünya Savaşının nedenleri ve sonuçları arasında yakın bir ilişki olduğuna işaret etmekle yetiniyorum. Bu konuda görece ayrıntılı bilgi için Devrimci Bülten’in çeşitli sayılarında yayınlanan yazılara, özellikle 36. Sayıda yayınlanan K. Erdem imzalı “AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği Üzerine” başlıklı yazıya başvurulabilir. (4) Yukarıda sözü edilen yazıda AB’nin içinde bulunduğu durum ve geleceği, AB-Türkiye ilişkileri , AB-ABD ilişkileri gibi konular görece ayrıntılı olarak ele alındı.
|
 |
|
|
|