[ Kurdî   English   Francais                                 PROLETER DEVRİMCİLER KOORDİNASYONU (PDK)  02-10-2023 ]
{ komunistdunya.org }
   Açılış_sayfanız_yapın  Sık_Kıllanılanlara_Ekle

 Site Menü
   Ana Sayfa
   Devrimci Bülten
   Yazılar / Broşürler
   Açıklamalar
   Komünist Hareketten
   İlerici / Devrimci       Basından
   Kitap - Broşür PDF
   Sanat
   Görüşler

 Arşiv - Ara
   Arşiv
   Sitede Ara

 İletişim
   Bağlantılar
   Önerileriniz

_ _
{ }


_ _
{ Son Yazılar }
Devrimci ve Demokrat...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Say...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
EMPERYALİZM VE TÜRKİ...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
_ _
{  PDK Devrimci Bülten - Sayı 49 (6) }
| Devrimci Bülten“AZERBAYCAN DARBESİ” VE “GAZİ KATLİAMI” ARASINDAKİ BAĞLANTI ÜZERİNE
( Bir “Devlet Sırrı”nın ya da “Devlet Terörü”nün Anatomisi) (K. Erdem)

I-Giriş

Susurluk kazasından sonra yapmış olduğum bazı araştırmalar (ki bunların bir kısmı Devrimci Bülten’de yayınlanmıştı) beni adım adım çok ilginç bir olaylar bağlantısına sürükledi. Son dönemlerde Ergenekon Soruşturması ve Davası sonucunda ortaya çıkan bazı belgeler de bu inancımı daha da güçlendirdi ve şu noktada kesin bir karara sürükledi: Türkiye’nin 1995 yılının Mart ayında Azerbaycan’da tertiplediği darbe girişimi ile 1995 yılının Mart ayında gerçekleştirilen İstanbul Gazi Mahallesi’ndeki  katliam arasında bir bağlantı vardır ve ikincisi birincisinin başarısızlığa uğraması sonucunda, TC devleti tarafından devletin itibarını kurtarmak için devreye sokulan ve bizzat devlet zirvesinin onayı ile gerçekleştirilen bir “B Planı”dır.

1995 yılının Mart ayında (tam olarak 12-15 Mart 1995) gerçekleşen Gazi katliamı, Türkiye’nin Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Azerbaycan’da işbirlikçiler aracılığı ile yürütülen ve gerçekleştirilmek istenen darbenin başarısızlığa uğramasının sonucunda devreye sokulan ve “TC devletinin itibarını kurtarma planı”nın önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Gazi katliamı aracılığı ile devlet hem kendi kamuoyundan hem de dünya kamuoyundan kendi rolünü gizlemeyi başarmıştır ve bu haliyle yürütülen psikolojik hareket başarıyla sonuçlanmıştır.

Devletin itibarını kurtarma operasyonu, resmi bir devlet terörü ile sonuçlanmıştır. Bu noktada Gazi Katliamı aslında yapısı itibariyle bir Danıştay Saldırısı, Hrant Dink suikastı vs. ile aynı yapıdadır. Ancak farkı, bu son saldırılara hükümetin katılmamış olmasıdır. Elbette Gazi katliamında güdülen politik amaç farklıydı ama bu eylemlerin ortak yanı  bir devlet terörü olmalarıdır.

Gazi katliamı benim bildiğim kadarıyla bugüne kadar TC devletinin yapmış olduğu gelmiş geçmiş en büyük “Psikolojik Operasyon”dur. Çünkü bu operasyon, Türkiye ve dünyanın gündeminde Azerbaycan darbesini ve bu darbe içerisinde TC devletinin rolünü ustaca gizlemiş ve bütün dikkatlerin Gazi katliamına çevrilmesine neden olmuştur.

Türkiye’nin Azerbaycan’da Haydar Aliyev yönetimine karşı gerçekleştirmiş olduğu darbe girişimi çok kanlı olmuştur. Dört yüzden fazla insan bu darbe girişimi sırasında ölmüştür. Geçerken belirtelim ki, bu darbe girişimini Rus istihbarat servisi KGB (şimdi FSB) ve CİA yakından dikkatlice izlemişler ve olayları dolaylı olarak etkilemeye çalışmışlardır.

Bu iki olay arasındaki bağlantı hakkındaki kanaatim 2000’li yılların başlarında oluştu. Zaman zaman da bu konuyu uzaktan “bir göz ucuyla da” takip etmeye çalıştım ve bu konu ile ilgili haberlere büyük dikkat göstermeye çalıştım. Bu fikrimi o zamanlar yayın organında yazmadım çünkü “Susurluk Olayları” gündemden çoktan düşmüştü ve başka olaylar gündemi işgal etmişti ve bugünkü gibi bazı somut kanıtlar da yoktu. Ama bugün bu konu çok önemli hale gelmiştir ve bazı olayları ve gidişatını anlamak ve bazı öngörülerde bulunmak açısından önemlidir.

Olayları daha iyi anlayabilmek için daha geniş bir tarihsel ve teorik çerçeveden bakmak gerekir ve komplocu yaklaşımlardan uzak durmak gerekir. Onun için herşeyden önce bir soruya doğru cevap vermek gerekir: Türkiye’yi Azerbaycan’da darbe yapmaya iten nedenler nelerdir?

II-Kafkasya ve Orta Asya’da Türkiye’nin Nüfuzunu Arttırma Arayışı ve Darbe Faaliyetleri

Türkiye’nin 1995’im Mart ayının başlarında Azerbaycan’daki işbirlikçileri (bunlar Azerbaycan Halk Cephesi ve onun lideri Ebulfez Elçibey) ile birlikte organize ettiği başarısız darbe girişimi, daha önce yaşanan olaylara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu makalenin konusu dışında olduğu için bu bölgede daha önce yaşanan olaylara ayrıntılı olarak değinemeyeceğiz. Sadece konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla değinmeye çalışacağız.

İşin ilginç tarafı, Gazi Mahallesi’ndeki katliama götürecek olaylar zincirinin bugün çok güncel olan Karabağ sorunu ile başlamış olması ve zaman içerisinde bölge ve dünya politikasındaki diğer sorunlar ile iç içe geçerek karmaşık bir yapının ortaya çıkmış olmasıdır.

1980’lerde SSCB’nin merkezi yapısının M. Gorbaçov döneminde iyice zayıflamaya başlamasından sonra, SSCB’yi oluşturan milliyetler, kendi sınırlarını ve politik etkilerini genişletmeye başladılar. Bu temelde 20 Şubat 1988’de Yukarı-Karabağ Sovyeti (çoğunluğu Ermenilerden oluşur) Sovyet Ermenistanı ile birleşmeyi kabul eden bir oylama yaptı. Azerbaycan buna çok sert tepki verdi. Çünkü Yukarı-Karabağ coğrafi olarak Azerbaycan’ın ülke sınırları içerisinde bir Anklav’dı yani Azerbaycan toprakları içerisinde bir ada biçimindeydi. Bu oylama Azerbaycan’daki milliyetçi unsurları harekete geçirdi ve Azerbaycan’da Ermeni katliamlarına neden oldu.

Ağustos 1990’da Ermenistan’daki seçimleri Ermeni Ulusal Hareketi (EUH) adlı parti kazandı ve Ermenistan’ın bağımsızlığını ilan etti. Rusya Ermenistan’ın bu hamlesine, Azerbaycan sınırları içerisinde bulunan Yukarı-Karabağ Anklav’ındaki Ermeni direnişinin ezilmesine, Azerbaycan’a destek vererek karşılık verdi. Karabağ’daki bazı yerleşim yerleri teker teker Azeri birliklerinin eline geçti. 23 Eylül 1991 yılında Rusya ve Kazakistan’ın gözetiminde Azerbaycan’ın sınırları içerisinde bulunan Yukarı-Karabağ’a otonomi statüsü verildi. Bu anlaşmadan yaklaşık üç hafta sonra yani 18 Ekim 1991’de Azerbaycan bağımsızlığını ilan etti ve iktidardaki Azerbaycan Komünist Partisi Genel Sekreteri Ayaz Mutalibov ilk Cumhurbaşkanı oldu.

Ama burada ilginç bir durum söz konusudur. Yukarı-Karabağ’da güçlü olan politik hareket, Ermenistan’da iktidarda olan EUH değil Taşnak Partisi ’dir. (1) Taşnaklar, EUH’nin yani Ermenistan Hükümeti’nin kendilerinin de katıldığı ve onayladıkları 23 Eylül 1991 tarihli otonomi anlaşmasını onaylamasını istediler. Ermenistan hükümeti bunu reddederek 1992 yılının ortalarında Karabağ’ın tamamının işgali ile sonuçlanan bir askeri operasyon yaptı. Bu askeri operasyon sırasında yaptığı katliamlar (en önemlisi Hocalı katliamıdır) uluslararası kamuoyunda büyük tepkilere neden oldu.

Ermenistan’ın bu Karabağ saldırısı, Azerbaycan’da Ayaz Mutalibov’un (Rusya’ya daha yakın duruyordu) Cumhurbaşkanlığı’ndan düşmesine ve yerine Türkiye destekli Ebulfez Elçibey’in geçmesine neden oldu. A. Mutalibov’un düşmesine neden olan olaylar Mayıs 1992’de Suşa ve sekiz gün sonra da Laçin koridorunun kaybedilmesiydi ama Hocalı katliamı ile birlikte bütün halk desteğini kaybetti ve 7 Haziran 1992’de yapılan seçimlerde Cumhurbaşkanlığı’nı E. Elçibey’e bıraktı.

Böylece Türkiye Azerbaycan Halk Cephesi (AHC) ve onun lideri E. Elçibey aracılığı ile Azerbaycan’ı kendi ekonomik, politik ve askeri nüfuzu altına alma olanağı elde etti. Türkiye Azerbaycan’daki milliyetçi-Turancı işbirlikçileri ile Azeri petrollerinden büyük pay almayı umuyordu ama bununla birlikte de Azerbaycan aracılığı ile Kafkasya ve Orta Asya’nın kalbine doğru ilerleyerek buralardaki nüfuzunu arttırmış olacaktı ve yine Azerbaycan ile birlikte Ermenistan’ı dörtte üç oranında kuşaratak ve Gürcistan ile de anlaşarak Ermenistan’ın tamamen diz çökertilmesini ve kendilerine bağlanmalarını sağlayacaklardı.

Ama Türkiye ve Azerbaycan, bunun bu kadar kolay olmayacağını çok kısa bir zaman sonra göreceklerdi. Ermenistan, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki yakınlaşmaya, Rusya ile yakınlaşma ile karşılık vererek, Ankara-Bakü yatay eksenini, Moskova-Erivan-Tahran dikey ekseni ile kesmeye çalıştı.

İktidara gelen E. Elçibey, Karabağ’daki Azerileri de örgütleyerek, Karabağ Ermenilerinin merkezi olan Stepanakert’e saldırdı. Karabağ’ın yaklaşık yüzde kırklık bir bölümü tekrar Azeri birliklerinin eline geçti ve Ermeniler geri çekildirler. Bu saldırı sırasında Azerbaycan Rusya tarafından destek görüyordu çünkü Ermenistan Cumhurbaşkanı Ter Petrosyan bu dönem Amerikan yanlısı bir politika izliyordu ve bu durum Rusya’yı rahatsız ediyordu. Azerilerin Karabağ’da ilerlemeleri karşısında Ermenistan’da Savunma Bakanı değişti ve Vasken Manukyan, Vasken Serkisyan’ın yerine geçti ama bununla birlikte isteksiz bir biçimde de olsa Ermenistan Mayıs 1992 yılında “Manukyan Doktrini”ni kabul ederek Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’na girdi. Zaten Rusya’nın da istediği buydu. Ama yine bu dönemde EUH ile Taşnak Partisi arasında ilişkiler de gerginleşti ve Ter Petrosyan “KGB ajanı olduğu ve darbe planladığı” gerekçesiyle Taşnak Partisi Genel Sekreteri Hrayir Marukyan’ı bir Cumhurbaşkanlığı kararnemesi yayınlayarak Ermenistan’dan kovdu.

1992’nin sonlarından 1993’ün Mart ayına kadar olan geçici bir ateşkesin ardından savaş tekrar Ermeni Kuvvetlerinin saldırısı ile başladı. Muhtemelen Rusya bu dönemde Azerbaycan’dan desteğini çekiyor ve Ermenistan’a daha yakın duruyordu. Nisan 1993 yılında Ermeniler Kelbecer reyonunu işgal ediyor ve Türkiye bunun üzerine Ermenistan sınır kapısını kapatıyor. Ermenistan kuvvetlerinin ilerlemesi sonucunda Azerbaycan’ın Karabağ’ın etrafındaki yedi reyonu işgal edildi. Karabağ’ın dışında Azerbaycan toprakları içerisinde Ermenistan’ın bu ilerleyişi hiç kuşkusuz belirli bir politik stratejinin ürünü olarak gerçekleşiyordu. Amaç daha sonraki diplomatik görüşmelerde daha avantajlı bir konumda olmaktı. (2)

Ermeni kuvvetlerinin Azerbaycan toprakları içerisinde bu ilerlemesi karşısında Türkiye, Azerbaycan’ın yanında savaşa dahil olacağı açıklamasını yaptı ancak Rusya’nın III. Dünya savaşı çıkar uyarısı karşısında geri adım atarak  olayları izlemeye başladı.  
Ermeni kuvvetlerinin ilerlemesi karşısında Azerbaycan cephesinde bozgunlar yaşanmaya başladı ve cephe komutanı Süret Hüseynov ile E. Elçibey arasında anlaşmazlıklar baş gösterdi. E. Elçibey’in S. Hüseynov’u görevinden almak istemesi karşısında, Haziran 1993’te Gence şehrinde S. Hüseynov liderliğinde Elçibey karşıtı bir isyan başgösterdi. Bu isyan karşısında Elçibey, Meclis Başkanı Haydar Aliyev’i Nahçıvan’dan Bakü’ye çağırdı. Bakü’ye Elçibey’e yardım için gelen H. Aliyev, Elçibey’e karşı tavır alarak, S. Hüseynov ile birlikte hareket etti ve Elçibey’in istifa etmesine neden oldu. Bunun üzerine Elçibey’in Cumhurbaşkanlığı yetkileri H. Aliyev’e geçti ve Ağustos 1993’teki hileli seçimleri H. Aliyev % 99 (!) ile kazandı. Azerbaycan’daki bu iç karışıklık (bir darbedir) sırasında Azerbaycan’ın Ağdam, Cebrail, Füzuli, Kubatlı, Zengilan reyonları Ermenistan’ın eline geçti.

Haydar Aliyev’in Süret Hüsyenov ile birlikte iktidarı ele geçirmesi (daha sonra bu ikilinin de arası açılacaktı), bir İngiliz-ABD-Rus işbirliğinin ürünüydü, ki Türkiye bu durumu hiçbir zaman içine sindiremedi. Süret Hüseynov Ruslardan destek görüyordu ve onların bıraktığı silahlar ile silahlanmıştı. Haydar Aliyev’e de İngiltere ile ABD destek veriyordu. 1993 yılının bu döneminde, İngiltere ile ABD, Boris Yeltsin’e içeride eski rejim yanlıları karşısında da destek veriyorlardı. Rusya’da parlamentonun B. Yeltsin’in emriyle bombalandığı ve Yeltsin’in iktidarın ipşerini tamamen ellerine aldığı 1993’ün sonbaharında, ABD-İngiltere ya da kısaca NATO’dan destek görmüştü. Bu işbirliğinin Kafkasya’da devam etmesi ve Yeltsin’in bu dönemde elinin güçlendirilmesi gayet normal ve mantıklıydı.

Türkiye’nin hayallerini süsleyen Azeri petrolleri, Haydar Aliyev’in iktidara gelmesiyle, ABD-İngiltere ve Rus şirketlerine akmaya başladı. Haydar Aliyev iktidara gelmesine destek veren ülkelerin şirketleri ile Eylül 1994 yılında yaklaşık 5 milyar Sterlinlik bir anlaşma imzaladı ve bu anlaşma “Yüzyılın Kontratı” olarak anılmaktadır.

İşte Türkiye’nin Azerbaycan’daki darbe faaliyetleri de bu andan itibaren başladı. Elçibey’e karşı yapılan darbe ile Azerbaycan’daki nüfuzunu kaybeden Türkiye, Azerbaycan’a karşı yeni bir politikayı devreye soktu. Bu politika ikili bir yana sahipti ama birbiriyle uyumlu olacak bir şekilde planlanmıştı. Bir yandan Türkiye, H. Aliyev yönetimi ile yakın ilişkiler kurmaya ve sürdürmeye çalışıyordu vede böylece orada kökleşmeye çalışıyordu. Bir yandan da oradaki Turancılar ile (bunlar Azerbaycan Halk Cephesi’nde örgütlenmişlerdi) H. Aliyev’e karşı darbe hazırlıyordu ve Azerbaycan’da politik durumu kendi lehine çevirmeye çalışıyordu.

1994 yılında Rusya’nın dayatması ile Azerbaycan ile Ermenistan arasında bir ateşkes anlaşması yapıldı ve Karabağ sorununun çözümü zamana yayıldı. Azeri saldırıları ile Ermenistan’ı korkutan ve güvenlik sorunlarını onlara “hatırlatan” Rusya, 1992 yılında Ermenistan’ın BDT’ye katılmasını sağladı. Böylece 1992 yılında Rusya ile Ermenistan arasında stratejik bir ilişkinin  temelleri atılmış oldu. Bunu elde ettikten sonra Rusya bu sefer, Ermenistan aracılığı ile Gürcistan ve Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü tehdit ederek (Gürcistan’da Güney Osetya ve Abhaz sorunu ile ve Azerbaycan’da Yukarı-Karabağ sorunu ile) onların BDT’ye katılmasını sağlamak istemiştir, ki daha sonraları bunu başarmıştır.

Elçibey’in gidişinden sonra Eylül 1993’te H. Aliyev Azerbaycan’ı BDT’ye katmıştır ama Rusya’nın Azerbaycan’da asker bulundurmasına karşı direnmiştir ve hiç kuşkusuz bunu da İngiltere ve ABD’ye daha fazla yaklaşma tehdidi ile gerçekleştirebilmiştir. H. Aliyev iktidarda kalmasını Rusya’nın çıkarlarını da belirli dereceye kadar tatmin etmekten geçtiğini iyi anlamıştı ve kendi çapında bir denge politikası izliyordu ve bu denge politikası aracılığı ile kendisine manevra alanı açıyordu. Türkiye’nin kendisine darbe yapmasına karşın onun ile ipleri koparmamasının altında yine bu denge politikası yatıyordu. H. Aliyev birbirine rakip ne kadar devlet varsa onlarla yakınlık politikası izliyordu ve böylece seçenekleri fazla tutuyordu. Bir devlet üzerine fazla geldiği zaman diğerine yanaşmakla tehdit ediyordu ve böylece bütün devletler ile arasına bir mesafe koymayı başarıyordu.

H. Aliyev iktidara geldikten sonra, Rusya onu devirip kendisine daha yakın olan bir rejim kurmak için bir çok darbe tezgahladı ama her seferinde Aliyev bunları savuşturmasını bildi ve buna rağmen Rusya ile de ipleri koparmadı. H. Aliyev’in bu ince stratejisi biraz da koşulların dayatmasından kaynaklanıyordu. Rusya her ne kadar H. Aliyev’den rahatsızdıysa da kendi çıkarları açısından ondan daha kötü olacak bir iktidara da karşıydı. Yani tamamen bir devlete bağlı olacak (örneğin Elçibey gibi tamamen Türkiye’ye yanaşacak) ve böylece Aliyev’i aratacak bir iktidara da karşıydılar. Onun için kötü bir seçenek ile karşılaşmaktansa varolan ile yetinmeyi de biliyordu.

Böylece Rusya 1994 yılına gelene kadar Kafkaslar’da nüfuzunu Ermenistan’dan Gürcistan’a ve Azerbaycan’a kadar tekrar arttırmış ve bunu da Güney Kafkasya’daki ülkeleri birbirine karşı kullanarak yapmıştır.

Bütün bu ilişkiler içerisinde Karabağ sorunu stratejik bir yere sahiptir ve bu sorunun çözümü Rusya’nın Kafkaslar’dan ve Orta Asya’dan uzaklaştırılmasına ve hatta uluslararası alanda zayıflatılması sorununa neredeyse göbekten bağlıdır.

İşte Türkiye Azerbaycan’daki H. Aiyev darbesine bir darbe ile karşılık vermek istedi. Ancak bunun olabilmesi için Türk milliyetçiliğine politik olarak Türkiye’de ihtiyaç vardı. Azerbaycan’da güçlü olan politik hareket MHP’ydi ve ancak o ve benzeri politik eğilimler ile Türkiye Azerbaycan’da politik olarak tekrar etkinleşebilirdi.

Ama Türkiye’de bu dönemde Türk milliyetçiliği başka nedenlerden dolayı da gerekliydi:

  • Kürt ulusal hareketinin bir ayaklanma düzeyine yükselmiş olması;
  • Politik islamın (RP) önlenemez yükselişi ve hükümete gelme ihtimali.
III- Genelkurmay ve Türk İç Politikasının Reorganizasyonu

1990’lı yılların başlarında gerek dış politikada gerekse de iç politikada ortaya çıkan yeni politik eğilimler, TC’nin egemen politikası içerisine kontrollü bir şekilde Türk milliyetçiliğinin “şırınga edilmesini” zorunlu kılıyordu. Kafkasya ve Orta Asya’da ancak Türk milliyetçiliğinin gelişmesi ile nüfuz arttırılabilirdi; PKK’nın ve politik islamın önü de yine Türk milliyetçiliğinin geliştirilmesi ile dizginlenebilirdi. Devlet iradesinin etkin kılınabilmesi için Türk milliyetçiliğinin geliştirilmesi ve belirli düzeyde devlet politikasının içerisine çekilmesi zorunlu görünüyordu, ki bu dönemde bu planların yapıldığı yer hiç kuşkusuz Genelkurmay’dı.

Ama bu dönemde çok önemli bir sorun vardı devlet içerisinde: Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile Genelkurmay devletin temel politik sorunlarında giderek ayrı düşüyorlardı. Örneğin:
  • T. Özal AB’ye üye olma yanlısıydı ve bundan dolayı daha liberal bir politik anlayışa sahipti. Devletin AB yolunda reformlar yapması taraftarıydı. Zaten kendi Başbakanlığı döneminde 1987 yılında AET’ye tam üye olmak için başvuruda bulunmuştu.
  • Kürt sorununda reformlar yapmak istiyordu ve hatta Federasyonu dahi düşünüyordu. 
  • Politik islama liberal çerçevede daha yakın duruyordu ve bunda da bir tehlike görmüyordu vs.
Bundan dolayı gerek ANAP gerekse de Turgut Özal Türk milliyetçiliğine daha mesafeli duruyorlardı çünkü Türk milliyetçiliği politik olarak onların gitmek istediği liberal yöne ters düşüyordu.

İşte 1992’den itibaren başlayan ve 1994 yılının başlarına kadar süren zaman zarfında üstü örtülü bir darbe yaşanmıştır ve belirli bir plan doğrultusunda devreye sokulmuştur.

1991 seçimlerinde ANAP’tan kurtulan Genelkurmay, SHP-DYP koalisyon hükümeti ile bu darbeyi gerçekleştirmek için iyi bir fırsat yakalamıştır. Bu süreçte “Sosyal-Demokrat” SHP iyi bir vitrin olarak kullanılmış ve devletin bir çok yasadışı pisliklerinin örtülmesinde kullanılmıştır. SHP vitrin olarak kullanılırken asıl iş DYP üzerinden yapılmıştır.

1993 seçimlerinde ANAP’tan kurtulan ordu, 1993 yılında da T. Özal’ı öldürerek ve onun rakibi Süleyman Demirel’i onun yerine getirerek ondan kurtulmuştur ve Tansu Çiller hükümeti döneminde de eski MHP kadrolarını DYP içerisine yerleştirmiştir. Bu operasyonun ordu kaynaklı olduğundan zerre kadar şüphem yoktur. Çünkü daha sonra yaşanan olaylar bunu doğrulamaktadır.

IV-DYP İçerisinde MHP Kadrolaşması

1991 seçimleriyle birlikte bir çok MHP kadrosunun DYP içerisine yoğun bir şekilde aktığı görüldü. Bunlardan en önemlilerinden birisi Mayıs 1990 tarihinde Alparslan Türkeş tarafından MHP ile ilişkisi kesilen Ayvaz Gökdemir’di. Muhtemelen A. Türkeş, A. Gökdemir’i, ordu ile olan “derin ve karanlık bağlantıları”ndan dolayı MHP’den uzaklaştırdı. 12 Eylül’den sonra MHP’nin eskisi gibi ordunun özel harp planları doğrultusunda kullanılmasını istemiyordu (bugün de Devlet Bahçeli buna dikkat ediyor) ve bu tür bağlantıları olanları MHP’den uzaklaştırıyordu.

Ayvaz Gökdemir, Tansu Çiller döneminde ve Azerbaycan darbesi sırasında hükümette Türki Cumhuriyetleri’nden sorumlu devlet bakanı olarak görev yapıyordu ve Azerbaycan ve Özbekistan’daki darbe girişimlerinin organizasyonuna katılmıştı ve bu iki devlet tarafından resmi olarak istenmeyen adam olarak ilan edilmişti. Yine bu dönemde Meral Akşener, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Abdullah Çatlı, (3) Haluk Kırcı, Alaatin Çakıcı, Tevfik Ağansoy vs. gibi bir çok milliyetçi ve eski ülkücü ya DYP içerisinde ya da bazı gizli işlerde yeralmışlardır. Yine bu dönemde DYP içerisinde Korkut Eken gibi Özel Harp kadroları cirit atmıştır.

Hiç kuşkusuz DYP’nin bu şekilde “sarılıp sarmalanması”nı isteyen Genelkurmay’dır. Bu dönemde Genelkurmay’ın başında Doğan Güreş vardır ve aslında üstü örtülü darbenin baş aktörü o ve etrafındaki dönemin kuvvet komutanlarıdır. Onun Genelkurmay Başkanlığı döneminde Özel Harp Dairesi (ÖHD) Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK)’na dönüştürülmüştür.

1992-1995 arası ÖHD (ÖKK)’nin pislikleri o kadar çoğaldı ki, Doğan Güreş emekli olduktan sonra DYP’den Kilis milletvekili seçilerek dokunulmazlık zırhına bürünmek zorunda kaldı. Çünkü T. Özal’ın, Eşref Bitlis’in, Uğur Mumcu’nun, 33 askerin katliamı, Sivas katliamı, bir çok Kürt iş adamının ölümü ve binlerce faili meçhul cinayet belirli bir doktrine göre oluyordu. Bu doktrin 1992 yılında kabul edilmiş ve devreye sokulmuştu. 1992 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yenilenmiş ve bu yenilenme sırasında Kürt ulusuna karşı topyekün savaş kararı alınmıştır. Bunun ardından da operasyonlar, suikastlar, tasfiyeler dalgası yaşanmıştır.

Bu doktrinin amacı, PKK’nın legal alanlardaki kitle desteğini yoketmek, mali kaynaklarını baltalamak kısacası onun geri hatlarını ve lojistik desteğini önce yoketmek ve bunları başardıktan sonra büyük bir askeri operasyon ile (bu Mart 1995 yılında Çelik Operasyonu ile oldu) büyük bir darbe vurarak, onun ideolojik, politik, psikolojik ve askeri olarak geri çekilmesini sağlamaktı. Bunda kısmi bir başarının sağlandığını kabul etmek gerekir. PKK ondan sonra hep geri çekilmek zorunda kaldı ve bu gerilemenin doruk noktası A. Öcalan’ın yakalaması oldu.

Bu doktrin devreye sokulduğunda SHP’nin başında Erdal İnönü vardı ve bu doktrinin kendi “mizacına uygun düşmediği” gerekcesiyle istifa etti ve bu planlar T. Çiller-Murat Karayalçın hükümeti tarafından gerçekleştirildi.

Olayların bu arka planı az çok kavranıldıktan sonra, bu dönemde ortaya çıkan bazı eylemlerin politik anlamlarını mantıksal olarak deşifre etmek artık daha kolaydır. Bunları kısaca hatırlamak yararlı olacaktır.

V-1993-1996 Arası Gerçekleşen Bazı Eylemlerin Politik Anlamları Üzerine

Bu dönemde gerçekleşen suikastlar, provokasyonlar ve çeşitli politik hamleler aslında özenle seçilmiş ve uygulanmışlardır. Bu eylemlerin ruhunu ise hiç kuşkusuz MGSB oluşturuyordu ve onun belirlediği politik tehditlere göre bu eylemler oluyordu. Bu dönemde devletin tanımlamış olduğu tehdit algılamalarına göre eylemler, suikastlar ve psikolojik hareketler yapılmıştır. Unutmamak gerekir ki bu dönemde  iki büyük iç tehdit ve bir de ikincil düzeyde tehditler belirtilmiştir:
  • PKK ve etki çemberi;
  • Politik İslam ve İrtica (Refah Partisi, Hizbullah vs. )
  • Liberal eğilimler.
Daha yakından bakıldığı zaman 28 Şubat 1997 üstü örtülü darbesi bizzat bu 1992 MGSB’sinin sonucudur ve zaten değişikliğe de 1997 yılında uğramıştır.

Bu dönemin en büyük özelliği, liberal eğilimlere karşı geliştirilen terör ve sindirme politikasının diğer iki unsur ile birlikte ele alınmasıdır. Bunun nedeni ise aşırı Türk milliyetçiliği anlayışının devlet içerisinde giderek daha da etkinleşmesidir. Liberal eğilimlere karşı devletin bu baskısının şiddetlenmesinin nedeni, devlet içerisindeki ve dışındaki liberal eğimlerin iç tehditteki ana unsurlara karşı mücadeleyi zayıflattığı ve hatta onların etkinleşmesini kolaylaştırdığı anlayışıdır. Onun için bu liberal eğilimlere karşı bu terör ve bastırma bu süreçte gelişmiş ve 28 Şubat’a kadar sürmüştür.

Bu politik perspektif temelinde bazı eylemlere yaklaşmak gerekir. Bu eylemlerin bir kaçını kısaca hatırlarsak eğer:
  • 24 Ocak 1993: Uğur Mumcu suikastı. Bu eylemin amacı o zamanlar yükselmekte olan RP’yi baskı altına almak içindi. Özellikle halkın geniş kesimlerinde “dincilere” karşı bir antipatinin gelişmesini sağlamak ve liberal kitlelerin politik islama yanaşmalarına engel olmak içindi. Tamamen bir psikolojik hareketti. Bu suikast özenle seçilmiştir. Uğur Mumcu ulusal-liberal bir politik çizgiye sahipti ve darbeci-cuntacılara karşıydı ve araştırmacı bir yazar olarak da “derin devletin” bazı gizli ve kirli ilişkilerini de araştırıyordu. Bu eylem ile hem ondan kurtuldular hem de onun üzerinden “laiklik” adına politik islama karşı bir psikolojik hareket yürüttüler.
  • 17 Şubat 1993: Eşref Bitlis suikastı. Jandarma Genel Komutanı olan Eşref Bitlis, Turgut Özal’ın özellikle Kürt sorununda liberal eğilimlerini paylaşan bir komutandı ve bundan dolayı tasfiye edildi.
  • 17 Nisan 1993: Turgut Özal suikastı. Kürt sorununun çözümünde ve yine AB’ye üyelik doğrultusunda Türkiye’nin reformlar yapmasını istiyordu ama bununla birlikte de  ABD ile çok fazla yakınlaşma politikası izliyordu ki bu liberal ve “işbirlikçi” konumu devlet açısından bir tehdit olarak görülüyordu. 
  • 24 Mayıs 1993: 33 askerin öldürülmesi. Bu askerlerin öldürülmesi bir psikolojik harekettir ve bu işin içerisinde ordunun olduğundan şüphe yoktur. Çünkü bu eylemin politik sonucu orduya yaramıştır. Bu askerlerin katliamından sonra savaş daha da yoğunlaşmış (zaten 1992 konsepti bu savaşın yoğunlaşmasını öngörüyordu ve PKK’nın “belinin kırılmasını” öngörüyordu) ve daha önce planlanan eylemleri kolaylaştırmıştır. Bu eylem ile savaşın tekrar başlaması (ki PKK ateşkes ilan etmişti) PKK’nın üzerine yıkılmış ve “çözüm” ile ilgili bütün tartışmalar rafa kalkmış ve ülke politikasının gündeminde düşmüştür. 
  • 3 Temmuz 1993: Sivas katliamı. Bu provokasyonun da ÖHD (ÖKK) kökenli olduğundan şüphe yoktur. RP içerisine yerleştirilmiş olan bazı ajanlar aracılığı ile halk galeyana getirilmiş ve bu temelde gerçekleştirilmiş bir provokasyon olup amacı yaklaşan 1994 Mart yerel seçimleri öncesi RP’nin gözden düşmesini sağlamak ve onun politik olarak tecrit olmasının sağlanmasıydı. 
  • 22 Ekim 1993: Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın suikastı. Lice Tugay Komutanlığı’nın bahçesinde alnından vurularak öldürüldü. PKK’ın üzerine atıldı ama PKK bu eylemi hiçbir zaman kabul etmedi. Muhtemelen Bahtiyat Aydın Eşref Bitlis’e yakın olduğu ve onun gibi düşündüğü için öldürüldü. 
  • 4 Eylül 1993: HEP kurucularından ve Mardin milletvekili Mehmet Sincar Batman’da faili meçhulleri araştırmak için gittiği bir sırada öldürüldü. Bu da yine liberallere karşı baskı ve sindirme çerçevesinde işlenmiş bir cinayetti. 
  • 4 Kasım 1993:  Cem Ersever’in öldürülmesi. Eşref Bitlis’in öldürülmesinden sonra Binbaşı’yken istifa etti ve mevcut konsept ile anlaşmazlığa düştüğü için tasfiye edildi. Çünkü Cem Ersever “derin devletin” sırları ile ilgili olarak çok bilgiye sahipti. Örneğin Eşref Bitlis’in ve Turgut Özal’ın ölümlerinin suikast olduğunu çok iyi biliyordu. 
  • 14 Ocak 1994: Behçet Cantürk’ün öldürülmesi. 4 Kasım 1993 günü Tansu Çiller, İstanbul Holiday İnn otelinde “PKK’nın haraç aldığı iş adamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, onlardan hesap soracağız” dedikten sonra Kürt iş adamlarına karşı suikastlar başladı. 14 Ocak 1994’te Behçet Cantürk öldürüldü. İki ay sonra B. Cantürk’ün avukatı Yusuf Ekinci kaçırıldı ve öldürüldü. Yine aynı dönemde Fevzi Aslan ile yeğeni Şahin Aslan kaçırıldı ve öldürüldü. Bu cinayetlerden iki ay sonra Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Hakkari’li Namık Erdoğan kaçırıldı ve öldürüldü.
  • 2 Mart 1994: Demokrasi Partisi (DEP) TBMM’de milletvekillikleri düşürülerek kapatıldı. Kürt liberal eğilimlerine karşı geliştirilen bastırma hareketinin bir parçasıydı ama daha genel olarak da PKK’nın kuşatılmasının ve legal alanlarda etkisizleştirilmesinin bir parçasıydı. 
  • 2 Haziran 1994: BDP milletvekili olan Pervin Buldan’ın eşi Savaş Buldan iki arkadaşı ile kaçırıldı ve öldürüldü. Bu da PKK’nın finans kaynaklarının kesilmesi ve bu yöndeki Kürt işadamlarına verilen bir gözdağının sonucuydu. 
  • 4 Aralık 1994: Özgür Ülke gazetesi bombalandı ve bir çalışanı öldü. Bu da yine PKK’ya legal alanlarda açılmış olan savaşın ve onu legal alanlarda baskı altına alma ve etkisizleştirme politikasının bir sonucuydu. 
  • 25 Kasım 1995: Nesim Malki cinayeti. İş adamlarına yönelik olan cinayetlerden birisi ancak bu suikast Kürt iş adamlarına yönelik suikasttan faklıydı ve farklı bir amacı vardı. Ama yine aynı ekibin yaptığı kesin. 
  • 9 Ocak 1996: Sabancı Center baskını ve Özdemir Sabancı, Haluk Görgün ve Nilgün Hasefe’nin öldürülmesi. İbretlik bir baskındır bu ve zamanlaması çok ilginçtir ve o günü ömür boyu unutmam mümkün değil. Bu eylemin haberini aldığımız sırada, cezaevlerinde devam eden Süresiz Açlık Grevi ve Ölüm Oruçları (12 devrimci yaşamını kaybetti) eylemine destek için yürüyüşteydik. Tam yürüyüş bitmek üzereydi ki DHKP/C kortejinden bu eylemin kendilerinin tarafından yapıldığına dair bir açıklama geldi. Sanki başımdan aşağı kaynar su döküldü ve kendimi çok kötü hissettim. Çünkü bundan daha “aptalca” bir eylem ve zamanlama olamazdı. Bu eylem ile birlikte devlet psikolojik üstünlüğü ele geçirdi ve ölüm oruçlarına olan toplumsal destek birden kayboldu ve devrimci hareket geniş kitlelerden tecrit oldu. Bu eylemin bugün DHKP/C’nin yapmadığı ve sadece üstlendiği açığa çıkmıştır. Bu eylemin amacı:1-Ölüm oruçlarına olan toplumsal desteği ve sempatiyi yoketmek ve 2-Sabancı grubuna ve benzeri işadamlarına gözdağı vermekti. Çünkü Sabancı Grubu 1995 yılında bir rapor hazırlamıştı ve Kürt sorununun bu şekilde gitmeyeceği noktasında görüş belirtmişti ve kaldı ki AB’ye girme yanlısıydı. Devlet bu eylem ile “Bir taş ile iki kuş vurmuştu” ama hem de devrimci hareketin içerisindekileri kullanarak bunu yapmıştı. Tamamen psikolojik bir hareketti. 
  • 3 Kasım 1996:Susurluk “kazası”. Gelinen noktada Susurluk “kazası”nın aslında kaza olmadığı ve yine aslında ÖKK’nin “kontrollü bir deşifrasyon hareketi” olduğu bence açıkça ortaya çıkmıştır. Bu kaza 28 Şubat’a giden yolda RP ve DYP’yi bitirme planının önemli bir ayağını oluşturmuştur. Ordu, RP’nin yükselişini durdurmak için yapmış olduğu onca psikolojik harekete rağmen RP’yi durduramamış ve üstelik DYP’nin onunla koalisyon oluşturmasına mani olamamıştır. DYP’nin RP’yi hükümete taşımasına bir tepki olarak Susurluk “kazası” ve DYP’nin bitirilmesi devreye sokulmuştur. Bu kaza 28 Şubat’a giden yolda önemli bir kilometre taşı olmuştur ve hükümeti yıpratma politikasının bir parçasını oluşturmuştur. Zaten DYP ondan sonra hiçbir zaman toparlanamamıştır. (4)
Bu kısaca yaptığımız hatırlatmada dahi kolayca görülebileceği gibi, 1993 ve 1994 yılı gibi bir yıl TC devletinin tarihinde yaşanmamıştır. Hiçbir zaman bu devletin tarihinde olaylar bu şekilde üst üste düşmemiş ve “rastlantı” oluşturmamıştır. Bundan dolayı bu olayların tek bir merkezden planlandığı ve yönetildiği kendiliğinden anlaşılır. Aynı olaylar daha farklı bir şekilde AKP hükümetine karşı 2006-2007 arası oldu ve 22 Temmuz 1997 seçimlerinden sonra aniden kesildi.

İşin ilginç tarafı, politik islamın yükselmesini kesmek için yapılan Genelkurmay kökenli bir çok psikolojik operasyona rağmen (aydınların öldürülmesi ve Sivas katliamı vs gibi) RP, 1994 yılının Mart ayındaki yerel seçimlerde iki büyük şehri (İstanbul ve Ankara) ve yine bir çok şehrin belediye başkanlığını kazanmış ve 1995’teki genel seçimlerde de birinci parti olarak çıkmıştır. Yani psikolojik hareketler bir işe yaramamış ve ters tepmiştir. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde olduğu gibi!

VI- Türkiye’nin Azerbaycan Darbe Planı ve Bunun Politik ve Örgütsel Araçları

Azerbaycan darbesini Çiller-Karayalçın hükümetinin eline tutuşturan Genelkurmay’dı. Bu dönemde bu tür politikaların planlandığı yer hükümet değil Genelkurmay’dı.

Türkiye’nin Azerbaycan’da darbe girişimi, Rusya’nın Çeçenistan’da şiddetli bir savaş içerisinde bulunduğu bir döneme denk geliyordu. Bundan dolayı Türkiye Rusya’nın daha az bir refleks göstereceğini tahmin ediyordu. Bu darbeyi KGB (şimdi FSB) ve CİA yakından izliyordu ve Rusya-ABD-İngiltere bu darbenin başarısını istemiyordu ve Türkiye onlara rağmen orada bir darbe gerçekleştirmeye çalışıyordu.

Devletin zirvesi darbeyi itinayla ama acemice hazırlamıştı. Bu darbede her kurumun bir rolü vardı. Hükümet kendisine bağlı kurumlar ile Azerbaycan’da yaygın ilişkilere sahipti ve bu yaygın ilişkiler sayesinde işbirlikçiler aracılığı ile politik güçlerin toparlanması işini yürütüyordu ve darbenin operasyonel yanını o yürütüyordu.

Darbe planında Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay’a (aslında bu sonuncusu darbe planını yapmış ve hükümeti ve Cumhurbaşkanı’nı öne sürmüştür) da büyük işler düşüyordu. Darbe planı bütün olasılıkları öngörmüştü. Başarısızlık anında ne yapılması yani bir “B planı”nın ne olması gerektiği konusunda gerçekten profesyonelce ve iyi bir hesap-kitap işinin yürütüldüğü daha sonra yaşananlarla ortaya çıktı. Darbenin gerçekleştirilmesinde acemi oldukları ortaya çıktı ama “B Planı”nda oldukça usta oldukları görüldü.

Darbenin yürütülmesinin operasyonelliğini hükümet yaparken, başarısızlığı anında Cumhurbaşkanı’na da bir rol biçilmişti. Buna göre darbenin başarısız olduğu politik kararı alındığı andan itibaren, Cumhurbaşkanı devreye girerek Haydar Aliyev’i uyaracak ve böylece devletin başı olarak “Türkiye’nin devlet olarak bu işin içinde olmadığı” belirtilerek, “ilişkilerin zarar görmemesi” sağlanacaktı.

Peki Türkiye ve dünya kamuoyundan Türkiye’nin bu darbedeki rolü nasıl gizlenecekti? 

İşte bu andan itibaren de Genelkurmay ve ÖKK (eski adıyla ÖHD)  devreye girecek (ki darbe sırasında arka planda bütün lojistik desteği onlar veriyordu) ve büyük bir psikolojik hareket ile ülke ve dünya kamuoyunun gözleri önünde bir “kaptı kaçtı” yapacaktı.

Plan buydu.

Peki nasıl işledi?

Azerbaycan darbesi, Azerbaycan Halk Cephesi ve onun lideri Ebufelz Elçibey (darbe sırasında Nahçıvan’daydı) etrafında örüldü. Türkiye bu darbenin örgütlenmesinde kendi devlet kadroları aracılığı ile gizlice yeralıyordu ve darbeyi arka planda yönetiyordu. 

Azerbaycan’daki darbenin örgütlenmesini bizzat TC hükümetinin ve onun kadrolarının yaptığı Kutlu Savaş’ın “Susurluk Raporu”nda açıkça belirtilmiştir.

Türkiye H. Aliyev’e karşı, E. Elçibey’in etrafında bütün Azeri muhalifleri birleştirmeye çalışmıştır. Eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov;Elçibey’in devrilmesinde H. Aliyev ile birlikte hareket eden ve sonra araları açılan Süret Hüseynov;İçişleri Bakan Yardımcısı ve Omon birlikleri komutanı Ruşen Cevadov, Elçibey’in etrafında ve Aliyev’e karşı birleştirilmeye çalışılmıştır.

Türkiye bir çok devlet kadrosu ve ajanıyla bu darbeye katılmış ve yönetmiştir: Azerbaycan Büyükelçisi Altan Karamanoğlu, MİT müsteşarı Ertuğrul Güven, Elçilik Din Müşaviri Abdülkadir Sezgin. Sonraları ÖKK komutanı olacak olan ve şimdi Balyoz Operasyonu ile gözaltına alınan ve tutuklanan ve darbe sırasında Askeri Ataşe olarak görev yapan Engin Alan. Azerbaycan Milli Meclis Danışmanı olan ve MİT ajanı olan Ferman Demirkol. MİT Dış istihbarat Daire Başkanı Yalçın Ertan. Başbakan Müsteşarı Ali Naci Tuncer (Bu ikili özel bir uçak ile gidip Ferman Demirkol’u getirdiler). Türki Cumhuriyetlerden Sorumlu Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir. Yine Acar Okan ve Kamil Yüceoral adlı kişiler. Mehmet Eymür’ün Atin. org  sitesinde belirttiği üzere 12 Aralık 1994 tarihinde özel bir ekiple Korkut Eken bu ülkeye gitmiştir. Yine Abdullah Çatlı’nın da darbe sırasında orada olduğu daha sonra ortaya çıkan bilgiler arasındadır. Bunlar bugüne kadar bilinenler. Elbette bir de bilenmeyenler var.

Türkiye Özel Hareket Polisi aracılığı ile Azerbaycan’daki özel polis kuvvetleri olan Omon birliklerini eğitiyordu ve bu birliklerin başında Ruşen Cevadov vardı. Darbe sırasında Omon birlikleri darbenin silahlı gücü olarak düşünülmüştü ve darbe sırasında Azerbaycan devlet güçleri ile çatışan bunlar oldu ve komutanı R. Cevadov öldürüldü. İşin ilginç tarafı Omon birliklerini eğiten Türk Öze Hareket Polisi’nin başında, ÖKK’nın polis içindeki uzantısı ve ÖKK’nın çok parlak bir elemanı olan ve Ergenekon soruşturmasında yakalanan İbrahim Şahin bulunuyordu. Yani o da bu darbede hiç kuşkusuz rol almıştı.

Türkiye Azerbaycan’daki darbenin finansmanını ise kurduğu Azerbaycan Hizmet Vakfı aracılığı ile yürütüyordu. Yine burada finansman ile ilgili olarak bir başka noktaya dikkat çekmek gerekir. Daha sonraları yine “Derin Devlet” tarafından öldürülen Ömer Lütfü Topal ve onun gibi işadamlarının da bu darbelerin finansmanında rol aldığını belirtmek gerekir.
Böylece Hükümet, MİT (başında Sönmez Köksal vardı) ile birlikte Emniyet ve Engin Alan aracılığı ile de Genelkurmay Azerbaycan darbesini üç-dört koldan yürütüyorlardı.

Türkiye, Hükümet, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı tarafından yürüttüğü darbe girişiminin başarısızlığı karşısında, devleti aklamak için, “darbeyi bazı devlet kadrolarının devletten habersiz yaptığı” imajı vererek kurtulmaya çalıştı ve sürekli bu yönde propaganda yürüttü. Hala daha da bu propaganda yürürlüktedir ve olaylara katılanlar (örneğin Ferman Demirol gibi) papağan gibi şunu tekrarlarlar: “Hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın haberleri sonradan oldu. Darbe olayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e 10 Mart 1995 tarihinde haber verildi ve o da Haydar Aliyev’e haber vererek, onu darbeden haberdar etti”

KÜLLÜYEN YALAN

Ferman Demirkol, devletin darbeye katılan ajanlara yaklaşımını çok doğru olarak şöyle belirtmiştir: ”Eğer Aliyev’e karşı yapılan hareket başarılı olsaydı, bana sahip çıkılacaktı, bizim gençlerdendi denilecekti. Hareket başarısız olursa, bana hiç sahip çıkılmayacak, beni hiç tanımayacaklar ve sonuçta darbeci deyip uzak duracaklardı. Nirekim sonuncusu oldu.”

Ferman Demirkol’un burada belirttiği şey aslında MİT’in onlarla yaptığı bir anlaşmadır. Bu işe girişilen ajanlar ile MİT bu tür bir anlaşmalar yapmıştır ve bu şahıslar da kanımca bu durumu baştan kabul etmişlerdir. Aynı prensibi “Susurluk Kazası”ndan sonra bir özel televizyon kanalına bağlanan ve Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı olan Haluk Kırcı, 1996-1997 yılında belirtmiştir ve bunu belirtirken de “Görevimiz Tehlike” adlı filmi örnek göstermiş ve durumlarının biraz buna benzediğini ima etmiştir.

Kutlu Savaş, “Susurluk Raporu”nda, devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayınlanmayan ama daha sonraları basına sızdırılan  Azerbaycan darbesi ile ilgili olan bölümde bu darbede Türkiye’nin rolünü şöyle belirtmiştir:
“Öte taraftan Azerbaycan’a uzanmak için de fırsat doğmuş, bu ülkedeki kargaşaya rağmen petrol kaynakları pek çok kişiyi, siyasiler başta olmak üzere tahrik etmiştir.
MİT’in Azerbaycan’daki darbe girişimi başlıklı notu uzun olduğu için EK-8’de sunulmuştur. Bu notun tetkikinden görüleceği üzere ve özetle darbe Azerbaycan’ın karışıklığından kaynaklanmış, Ayvaz Gökdemir’in zımni desteği sağlanarak Acar Okan, Kamil Yüceoral’ın Türkiye’den katkısıyla Azerbaycan  eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, eski Başbakan Suret Huseyinov ve OMON birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve Elçibey'in iştirakiyle yapılacak ihtilal, Azerbaycan'daki Türk görevlilerinden MiT Baku Temsilcisi Ertuğrul Güven'in TiKA görevlisi Ferman Demirkol'un ve Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur.
MİT ise 10 Mart 1995'te gelişmeleri haber almış, Sayın Cumhurbaşkanı vasıtasıyla Haydar Aliyev'i ikaz etmiştir.
Ferman Demirkol'un kime bağlı olduğu sualimize cevaben Sayın Müsteşar, adı geçenin MiT elemanı olduğunu teyit etmiştir.

Sayın Başbakan'a tarafımızdan açıklama yapılmış ve kısaca; hazırlanan darbede Türk tarafının da yer aldığını, Cevadov ve taraftarlarının Türkiye'den destek gördüğünü, MiT'in yanısıra Emniyet'in de devrede olduğunu, Özel Harekat mensuplarının Azerbaycan'ın muhtelif bölgelerinde gruplara eğitim verdiğini, patlayıcı ve silah taşıdıklarını, Ferman Demirkol'un muhtelif toplantılarda Rus Büyükelçisi ile tartıştığıı, Bakü'den yola çıkıp Elçibey'le görüşmeye gittiğini, yoldaki güvenlik tedbirlerinin sıklığını rapor ettiğini, ancak kendisinin engellenmemesini dikkate alacak basireti gösteremediğini, Elçibey'le yeni yönetimde görev alacak kişileri tartışıp bir liste oluşturduğunu, kendisinin de Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacağını, kendilerine göre her şeyi belirlediklerini, fakat darbe tarihi yaklaştığında vaziyetin vahametini farkettiklerini ve Cumhurbaşkanımızı devreye sokup, sözde Aliyev'i ikaz edip işin içinden sıyrılmaya çalıştıklarını, gerçekte ise Aliyev'in her şeyin farkında olduğunu, Cevadov'un çok yakınındakilerin KGB'nin eski mensupları ve Aliyev'in adamı olduğu, olayların Aliyev'in izni ve bilgisi ile kendi lehine olacak şekilde yönlendirilmiş bulunduğunu, MiT ve Türkiye açısından acı bir komedi biçiminde cereyan ettiğini açıklamamız üzerine Sayın Sönmez Köksal, sadece komedi ifadesine itirazda bulunmuştu.

Olaylar sonrasında Ferman Demirkol'un ortada kaldığını, Türk Büyükelçisi'nin `Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktı. Bu tip işlere girmesini kim söyledi?  Ne hali varsa görsün' diyerek Büyükelçiliğe almadığını, Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in kendisini evinde sakladığını, Aliyev yönetiminin Demirkol'u sorgulayıp serbest bırakmak için ısrarla istediğini, ancak Ankara'dan gelen talimatla buna izin verilmediğini, sonunda Başbakanlık Müsteşari Ali Naci Tuncer'in MiT'ten bir daire başkanı ile ve özel bir uçakla Bakü'ye gönderildiğini, bu iki yetkilinin Aliyev'e altı saat adeta yalvararak kendisini ikna ettiklerini ve Ferman Demirkol'u Türkiye'ye getirdiklerini, sözde işadamı Kenan Gürel'in ise feda edilip mahkum olduğunu da Sayın Başbakan'a aynı toplantıda anlatmak fırsatı olmuştur. Açıkça ortaya çıkmıştır ki; Türkiye dost bir ülkede ihtilal yapmaya teşebbüs etmiştir. MiT, resmi temsilcisi Ertuğrul Güven'in büyükelçimizle birlikte Aliyev'e, Cevadov'a iltifat etmesi, kuşkularının giderilmesi gerektiği yönünde telkinde bulununca kendisine sert bir tepki göstermiştir. `Karargaha bilgi vermeden ve onayını almadan' cümlesi tepkinin gerekçesini açıklamaktadır.

Oysa Bakü'deki politikayı Dişişleri ve Büyükelçi yürütmektedir. MiT'in bu doğrultunun dışına çıktığı bellidir. » (abç)(Kutlu Savaş, Susurluk Raporu)
Kutlu Savaş’ın raporunda Cumhurbaşkanı’nın rolü ile ilgili olan bölüm oldukça ilginç ve muğlaktır:
"Başbakanlık Müsteşarı'nın Bakü'ye yollanması, olayın siyasi iradenin desteğiyle ve gizlice yürütüldüğünü de göstermektedir. Konunun Cumhurbaşkanımıza aktarıldığı hususu tarafımızdan özellikle araştırılmamış ve sorulmamıştır. Ancak işin sonunda Cumhurbaşkanımızın devreye sokularak olayların kamufle edilmesi incelemeye değer görülmektedir. Konu tüm yönleriyle ve hatta kamuoyundan gizlenmeden soruşturmaya tabi tutulmalıdır. Azerbaycan konuyu zaten olanca açıklığı ile tartışmaktadır. " (Kutlu Savaş, age) (abç)
Kutlu Savaş aslında olayların içerisinde Hükümet’in ve Cumhurbaşkanı’nın olduğunu bildiği halde onları aklayacak bir rapor hazırlamıştır. Çünkü olayın devlet sırrı olması ve kendisine bunun telkin edilmesi nedeniyle onları aklayıcı bir rapor hazırlamıştır. Ama raporun satırları arasında çok ince bir şekilde devletin « devlet olarak » bu işin içerisinde yeraldığı açıkça belirtilmektedir.

Darbe sırasında Omon birlikleri komutanı Cevadov öldürülmüş ve bununla birlikte de 400’ün üzerinde insan ölmüştür. Darbenin başarısızlığa uğradığı 1995’in Mart ayının başlarında görülmüş ve 10 Mart 1995 tarihinde “B Planı”na geçilmiştir. O “B Planı” Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bizzat devreye girerek H. Aliyev’i arayıp sözde “darbe ihbarı”nda bulunmaları ve TC’nin bu işin içinde olmadığını göstermeleriydi. 10 Mart 1995 tarihinde hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan telefon ile arayarak Aliyev’e darbeyi sözde ihbar ettiler. Yukarıda Kutlu Savaş’ın raporunda da belirttiği gibi H. Aliyev’in herşeyden haberi vardı.

Peki Genelkurmay (o zaman başında İsmail Hakkı Karadayı vardı) ne yapıyordu bu sırada?  

O da ÖKK aracılığı ile psikolojik harekat hazırlamakla meşguldü. Devletin “B Planı” devreye konulduktan iki gün sonra yani 12 Mart 1995 tarihinde, İstanbul Gazi Mahallesi’nde devrimci ve Aleviler’in yoğun olduğu yerlerde bulunan üç kahvehane tarandı ve halk tahrik edildi.

VII- Gazi Katliamı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın Rolü

Genelkurmay’ın gerek devlet içerisinde gerekse de toplum içerisinde gizli ve örümcek ağı şeklinde yayılması ÖKK aracılığı ile olmaktadır. ÖKK Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde tümenden kolorduya dönüştürüldü. Bu dönüşüm dahi onun son yıllarda faaliyetlerinin yoğunluğu hakkında fikir vermektedir.

ÖKK aracılığı ile Genelkurmay, bürokrasi içerisine, polis teşkilatı içerisine, yargı içerisine, siyasi partiler içerisine, MİT içerisine, Sivil Toplum kuruluşları içerisine, Hükümet içerisine vs. yayılmakta ve böylece arka planda devleti ve toplumu yakından takip etmekte ve gerektiği zamanda da belirli eylemlerde bulunmaktadır.

Ergenekon soruşturması sırasında, aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı somut olarak sağlayacak bazı bilgiler ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi, 22 kişi ile birlikte yakalanan ve sorgulanan ve halen cezaevinde bulunan Osman Gürbüz adlı kişidir. Sorgu sırasında bu şahısın Gazi olaylarını organize eden kilit kişi olduğu ortaya çıkmıştır.

Soruşturma sırasında ortaya çıkan bilgilere göre Osman Gürbüz, sözde ordudan atılan Binbaşı Bülent Öztürk (bu kişi aslında ordudan atılmamıştır, “atılma” görünümü altında gizlice “yetaltına indirilmiş”tir) “seçilmiş” ve ne hikmetse ordudan atılmasına rağmen Osman Gürbüz’e “Özel Harp ve Psikolojik Savaş” eğitimi verdirmiş ve 12 Mart 1995 tarihinde de Gazi mahallesine katliam yapmak için gönderilmiştir.

Bu noktada sorulması gereken şudur: Bu Osman Gürbüz ve adamları Gazi Mahallesi’nde hiç tanımadıkları adamlar ile alıp-veremediği neydi?  Bu adamlar delimi dirler ki hiç tanımadıkları adamları rastgele öldürsünler. Onları oraya birileri gönderdi ama hangi politik amaç doğrultusunda bunu yaptılar? Kimsenin aklına bu soruyu sormak gelmemiştir.

Onları Gazi Mahalesine katliam yapmaları için kim ve niçin gönderdi?

Onları Gazi’ye ÖKK aracılığı ile devlet gönderdi. Devlet orada devrimci hareketin güçlü olduğunu çok iyi biliyordu ve ani refleks vereceğini de çok iyi biliyordu. Gazi’deki kahvehaneleri tarayan Osman Gürbüz ve adamları, oradaki halkı devrimci hareket aracılığı ile harekete geçirdi ve daha sonra polis ile karşı karşıya gelmesini sağladı. Polis içerisindeki “özel elemenlar” aracılığı ile kitleye ateş açılarak fazla ölü vermesi sağlandı. Ölüler arttıkça kitle daha tahrik oldu ve gösteriler başka yerlere sıçradı (örneğin Mustafa Kemal Mahallesine ve buradaki gösteriler sırasında da beş kişi öldürüldü)  ve böylece bütün ülkenin ve dünyanın gündemi bu olaylara çevrildi ve ülke ve dünya kamuoyu, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki rolünü görmedi. Bu darbede Türkiye’nin rolü sadece istihbarat servislerinin raporlarında mevcut oldu.

Ama bu psikolojik hareketin devlet ve özellikle Genelkurmay açısından başka “kazanımları” yine oldu:
  • Devrimci hareketin gücünü ölçtü ve bir kitlesel tahrik anında ne yapacağını ve ne kadar kitleyi harekete geçireceğini gördü. Yine aynı şekilde devrimci hareketin gizli kadrolarının deşifre olmasını sağladı ve daha sonra gerek faili meçhul cinayetlerle (Örneğin Hasan Ocak) ya da operasyonlar ile tasfiye olması sağlandı.
  • Gazi katliamı ve daha sonrasında yaşanan olaylar, 1997’de kabul edilen EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) Protokolünün hazırlanmasına pratik katkı sağladı. Bilindiği gibi Gazi’de polisin yetersiz kalması sonucu askeri birlikler devreye girdi ve kontrolü sağladı. Bu deneyim ışığında kanımca Emasya Protokolü hazırlanmıştır.

VIII-Gazi Katliamı ve “Resmi Devlet Terörü”

Gazi katliamı, Azerbaycan darbesinin planlanmasına sıkı sıkıya bağlı olduğu için ve bu darbenin planlanması aşamasında düşünüldüğü için ve bundan dolayı devletin zirvesinin resmi onayı ile gerçekleştirildiği için resmi bir devlet terörüdür.

Devletin zirvesi, kendi halkının bir kısmını, sözde “devletin ve milletin yüksek çıkarları” doğrultusunda feda etmiş ya da bozuk para gibi harcamıştır. Onları bir vatandaştan ziyade, farklı amaçlar doğrultusunda kullanılacak bir malzeme gibi görmüştür.

Gazi katliamı, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki pisliklerini örten başarılı bir psikolojik operasyon olmuştur. Çünkü hala daha da kimse bu bağlantıyı kurmamaktadır ve bunları yapanlar bırakın yargılanmayı “saygın” kişiler olarak görülmektedir. Bu psikolojik operasyonun başarılı oluşu, onun itina ile hazırlanmış ve düşünülmüş olmasına bağlıdır. Şayet devlet Gazi’de başarılı bir istihbarat çalışması yapmamış olsaydı ve oradaki sosyal ve politik durumu iyi analiz etmemiş olsaydı böyle bir başarı elde edemezdi.

Gazi’deki gibi resmi bir devlet terörü yani kendi halkına karşı organizeli bir terör eylemini gerçekleştirme anlayışı ancak faşist rejimlerde (Hitler, Mussolini, Franko, Salazar vs. ) görülen bir anlayış ve pratiktir. Devlet kendi resmi hukukunu (bugün AKP hükümeti ile elde gitti yaygarası yapılan o hukuku) bizzat kendisi ayaklar altına almış ve paspas yapmıştır.

Aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı devlet içerisinde bir çok kimse bilmektedir. Örneğin Kutlu Savaş ve bugün Ergenekon savcıları yine hükümet vs. bir çok kesim bunu bilmektedir ama bilerek susmaktadırlar.

Devrimci hareket, başta İsmail Hakkı Karadayı, Tansu Çiller ve Süleyman Demirel olmak üzere, bu katliama katılan devlet kadrolarının yargılanması ve mahkum olması için kamuoyu oluşturmalı ve bu temelde kitlesel eylemleri teşvik etmelidir. Özellikle Ergenekon davası ile bütün pisliklerin halkın gözünün önünde döküldüğü bu dönemde bu fırsattan yararlanmalı ve Gazi ve 1 Mayıs Mahallesi’nde katledilen 23 devrimci ve demokrata karşı bu sorumluluklarını yerine getirmelidirler.

Bu katliamın sahipleri, bu yaptıklarının bedelini bir gün bu komünist ve devrimci harekete ağır bir şekilde ödeyeceklerini hiçbir zaman akıldan çıkarmasınlar.

Bu halk bunun bedelini er ya da geç ağır bir şekilde soracaktır!

----------------------
(1) 1 Taşnak Partisi olarak kısaca belirtilen parti aslında Ermeni Ulusal hareketinin en köklü partisidir ve asıl adı Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF)’dur.1890 yılında Gürcistan’da Tiflis’te kurulmuştur ve zaman içerisinde hiç kuşkusuz evrim geçirmiştir.

(2) Başka bir makalenin konusu.

(3) Abdullah Çatlı Meral Akşener’in abisiyle yakın arkadaştı ve söylentilere göre Meral Akşener’i eşiyle tanıştıran da Abdullah Çatlı’dır.

(4) Bu kazanın Ekim 1996 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı’nın çok gizli olarak bazı ülke temsilciliklerine gönderdiği bir mektubun sonucunda olması bu kazayı şüpheli hale getirmektedir. Söz konusu mektup ABD’nin REFAHYOL’u gözden çıkardığını ve yıkılması gerektiğini ve ordunun bunda aktif rol alması gerektiğini belirten bir mektuptur.(Bak. Şamil Tayar’ın “Kıt’a Dur” Kitabına)

|
_ _