 |
 PORTEKİZ DEVRİMİ VE ÇIKARILMASI GEREKEN DERSLER (I)
K.ERDEM
I-Giriş
Türkiye’de politik yapının, komünist hareket açısından doğru okunup ve değerlendirilebilmesi için bir bütün olarak toplumsal yapı içerisindeki sınıfların genel politik eğilimlerinin doğru belirlenmesi gerekmektedir. Bu ise, ancak sınıfların, uluslararası emperyalist sistem içerisindeki yerleri ile, bununla birlikte de çeşitli ülkelerde ulaşmış oldukları yüksek tarihsel pratik düzeylerinde, kendilerini dışa vurdukları biçimler içerisinde incelenmesiyle olanaklıdır. Bu noktada 1917 Ekim Devrimi ile birlikte, yakın geçmişte üç ülkedeki (Portekiz, İspanya ve Yunanistan) deneyim, sınıfların hareket tarzları ve proletaryayı bekleyen tehlikeler noktasında öğretici olmaktadır.
Faşist diktatörlüğün çözülüş biçimleri (devrimci ya da reformist), proletaryanın politik geleceği ile yakından ilintilidir. Çünkü sisteme muhalif olan her sınıfın, iktidar sorununa ve buna ulaşacak araçlara, yol ve yöntemlere yaklaşımı değişiktir. Proletarya, kendi politik bağımsızlığını gelecekte yok edecek ve burjuva demokrasisi içerisinde erimesine ve bu sonuncusunun bir uzantısı haline gelme tehlikesine karşı da şimdiden uyanık olmalıdır. Onun için faşist diktatörlüğün çözülüşü ya da yıkılması sırasında, proletarya nelere dikkat etmeli, kendisini nelerden sakınmalı ve sınıf çıkarlarını nasıl korumalı?---bütün bunları bilince çıkarması gerekmektedir. Politik alanda yer alan “aktörleri” ve bazılarının “kötü sicillerini” iyi tanımalı, kulağa hoş gelen sözlerden ziyade, kendisi için doğru olanın peşine düşmelidir.
Bugün, proletaryanın öncüleri açısından en önemli sorunlardan bir tanesi, çeşitli ara sınıf ve tabakaların görünen durumlarıyla, tarihsel rolleri ve eğilimleri arasındaki ilişkiyi doğru kavrama sorunudur. İçinden geçtiğimiz süreçte, ara sınıf ve tabakaların durumu noktasında, komünist hareket şunlardan yoksundur:
a-Ara sınıf ve katmanlar “kitle hareketleri” biçimlerine (Türkiye açısından) bürünmemişlerdir. Bundan dolayı da bunların genel politik eğilimleri net olmaktan uzaktır.
b-Proletarya bağımsız bir politik parti olarak biçimlenmemiştir ve bundan dolayı da ara sınıf ve katmanların, proleter hareket karşısındaki politik refleksleri de tam olarak ortaya çıkmış değildir.
Bu durum yani ara sınıf ve tabakaların daha propaganda ve sınırlı kitle ajitasyonu düzeyindeki politik eğilimlerinin, komünist teorisyenleri, bu eğilimleri tarihsel rollerinin dışında değerlendirme tehlikesini barındırmaktadır. Ara sınıf ve tabakaların mevcut durumdaki politik refleksleri ile tarihsel politik refleksleri arasındaki fark bazan birbirinin tersi olarak görünebilmektedir. Örneğin küçük-burjuvazinin belirli katmanları, propaganda örgütü döneminde bireysel terörizmi kendilerine temel politik taktik biçimi olarak ele almalarına karşın, kitle hareketi biçimine büründüklerinde, kitle kuyrukçuluğu ve reformist bir çizgiye hızla sürüklenmeleri gibi.
Komünist teorinin görevi, sınıfların genel politik durumlarıyla onların gerçek tarihsel eğilimleri arasındaki ilişkiyi yani bir devrim anında onların bürüneceği gerçek “politik fizyonomi”yi açığa çıkarmak ve proletaryanın burjuvazi karşısındaki ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığını sağlamaktır. Bunun için komünist teori, çeşitli ülkelerin geçirmiş olduğu devrimci deneyimleri incelemeli ve bunlardan belirli dersler çıkararak komünist hareket için belirli prensipler elde etmelidir.
Onun için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, uluslararası emperyalist sistemin geçirdiği değişimler temelinde ve bu değişimin özgül koşulları içerisinde gelişen Avrupa’nın üç devrimci deneyimini ama özellikle de Portekiz deneyimini inceleyeceğiz ve bu deneyimden bazı teorik dersler çıkarmaya çalışacağız.
II-Emperyalist Dünya Ekonomisi ve Portekiz
Genel hatları itibariyle, Portekiz de, bağımlı bir şekilde sanayileşen (Türkiye, İspanya, Yunanistan, Brezilya, Arjantin, Güney Kore, Endonezya, Malezya vs.) ülkelerin geçirmiş olduğu evrimleri geçirmiştir.
Portekiz’e kapitalizm, emperyalist ülkeler ile karşılaştırıldığında, geç girdiği için, Portekiz burjuvazisi bağımsız bir şekilde sanayileşme imkanını tarihsel olarak kaybetmişti. Emperyalist ülkeler ile Portekiz arasındaki tarihsel gelişmişlik farkı, Portekiz’i bağımlı bir sanayileşmeye itiyordu. Ama bu sanayileşme de kendi içerisinde çeşitli biçimler altında gelişmiştir. Portekiz burjuvazisinin zayıflığından dolayı, devlet bürokrasisinin önderlik ettiği bir ithal ikameci sanayileşme ile sanayileşmeye başlamış ve bu gelişimin belirli bir evresinde de, uluslararası emperyalist sistemin dayatmasıyla, ihracata dönük bir sanayileşmeye geçmiştir.
1926 yılında Salazar’ın faşist darbesinden sonra Portekiz, devlet bürokrasisinin önderlik ettiği ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan bir ithal ikameci sanayileşme sürecine girmiştir. Bu dönemde sanayileşme, tarımsal üretimde elde edilen değere (1*) ve dış sermayenin kredi biçiminde sanayiye aktarılması temelinde bir strateji temelinde gelişmişti. Yabancı (tekelci) sermaye ilk başlarda ikincil planda ya da stratejik bir yere sahip değildi. Ama kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, tarımsal üretimin tarihsel temelinin daralması ve böylece tarımda elde edilen değerin de azalmasıyla emperyalist sermayenin önemi birincil ve stratejik bir noktaya yükseldi.
Savaştan sonra uluslararası kapitalizmin atılıma geçtiği dönemlerde, Portekiz özel sektörü, devletin sağladığı bir çok avantaj sayesinde ithal ikameci sanayileşmenin önderliğini eline almaya başladı. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi giderek artmaya başladı ve altı-yedi tekel grubu (CUF, Champolinaud, Espirito Santo, Borges, Irmao vs.) şeker, selüloz, kağıt, tütün, bardak, çelik sanayi, gemi yapımı, petrokimya, gübre vb. işkollarında egemen konuma geldiler.
İthal ikameci sanayileşme 1950’li yılların sonlarına doğru giderek tıkanmaya başladı. Bu durumun en önemli göstergesi 1953-1958 yılları arasındaki ekonomik planın başarısızlığıydı. Dünya pazarındaki emperyalist rekabet ve Portekiz burjuvazisinin yetersizliği, tek başına sermaye birikiminin gerçekleştirilmesine engel oluyordu. Portekiz sermayesinin zayıflığı, emperyalist sermaye ile daha sıkı bir işbirliğini gerekli kılıyordu, ki sonunda sermaye hareketlerinin serbestleşmesine neden oldu.
1960’lı yılların başlarında ithal ikameci sanayileşme sona ererken, Salazar rejimi de yeni bir sancılı sürece girmişti. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi hızlanmış ve büyük oranda emperyalist sermaye yatırımları başlamış;AET ülkelerine doğru yoğun bir göç başlamış;enflasyon almış başını gitmiş;devlet ve sanayinin yatırımları büyük oranda orduya doğru akmaya başlamıştı. Çünkü sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketleri gelişmişti ve AET’ye giriş için baskı, toplumun bir çok kesiminde giderek artmaya başlamıştı.
Kamu harcamaları, askeri ve güvenlik harcamaları, devletin ekonomik planlar için gerekli olan sermayeyi elde etmesine engel teşkil ediyordu. Uluslararası alanda kredi almak zorunluydu ve Portekiz’in dış borcu giderek artmaya başlamıştı. 1961 yılında Salazar devleti, Avrupa Banka Konsorsiyumu’ndan 15 milyon dolarlık bir kredi aldı. 1963 yılında da toplam 12, 5 milyon dolar olan iki krediyi Dünya Bankası’ndan aldı. Ama buna rağmen Portekiz’in ekonomik planları için gerekli olan sermaye tedarik edilemiyordu ve planlar için gerekli olan sermaye açığı sürekli büyüyordu. Örneğin 1953-1958 planı için 400 milyon escudosluk bir uluslararası borca gereksinim varken, 1959-1964 ekonomik planı için 6, 5 milyar escudosluk bir sermayeye gereksinim vardı.
Böylece Portekiz’de sanayileşmenin yeni aşaması yani emperyalist tekeller ile “Ortak-Girişim” biçiminde kaynaşarak ihracata dayalı bir ekonomik model 1960’lı yılların başlarından itibaren gelişmeye başladı.
Portekiz’in işbirlikçi tekelci sermayesinin (İTS), uluslararası tekeller ile giderek ortak girişim (Joint-Venture) biçiminde kaynaşması, Portekiz’i sömürgeleştirmeye götürüyordu. Salazar faşizmine en büyük destek ABD’den geliyordu ve bu destek komünist ve devrimci hareket karşısındaki başarısından dolayı da giderek artıyordu. Portekiz, Salazar faşizmi aracılığıyla ABD’nin bir yarı-sömürgesiydi. Ama ihracata dönük sanayileşme Portekiz’in büyük oranda sömürgeleşmesine neden oluyordu. Bu sömürgeleşme klasik tipte bir sömürgeleşme değildi. İşçi sınıfının sömürüsüne dayandığı için modern bir sömürgecilikti ve bu da Portekiz İTS’nin aracılığıyla oluyordu.
1960’lı yılların başlarından itibaren Portekiz devleti, emperyalist sermayeyi çekmek için bazı önlemler aldı ve dış sermeyeye çağrı yapmaya başladı. 1943-1961 arası yabancı sermayenin girişi iki milyon cantosken (1 canto=1000 escudos), 1961-1967 arası yirmi milyon cantosa çıktı. 1965 yılındaki kararnameler dış sermayenin girişini azami derecede kolaylaştırdı. “Emperyalist sermaye ile ortaklık” iç yatırımları finanse etmenin tek yolu olarak görülüyordu.
1960’lı yılların başlarındaki yabancı sermayenin girişi ile ilgili düzenlemeler, ”Serbest Değişim Bölgesi” olan AELE’ye (Danimarka, Norveç, İsveç, İngiltere, İsviçre, Avusturya’nın oluşturduğu) dahil olma sonucunu verdi. AELE ile olan anlaşma Portekiz ekonomisini ihracata yönelik bir sanayileşme eksenine oturttu. Portekiz tekstili, ayakkabı üretimi, konserve üretimi vs. ihracata yöneldi ve bu yönelimde yukarıda adı geçen ülkelere doğru oldu.
Portekiz’de bağımlı da olsa bir kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, bu yeni tarihsel duruma uygun olarak, Portekiz burjuvazisi çok önemli sorunlar ile karşılaştı. İçpazar Portekiz kapitalizminin düzeyi ile uyuşmuyordu artık. Ülkenin gelişen kapitalist üretici güçlerinin düzeyi ile iç pazarın yetersizliği arasındaki çelişki, ister istemez Portekiz burjuvazisini dış pazarlar aramaya götürüyordu. Ama dış pazarlar ise uluslararası emperyalist tekellerin nüfuzunda bulunmaktaydı, ki Portekiz burjuvazisinin emperyalist tekeller ile yarışacak gücü asla yoktu. Portekiz burjuvazisi açısından yapılması gereken, uluslararası tekeller ile kendi aleyhine olan bir birleşme ve kaynaşma sürecine girerek dış pazarlara açılmaydı. Yani giderek taviz veren ve uzun dönemli olarak uluslararası tekeller içerisinde erimeye dayanan bir ihracata dönük sanayileşmenin kabul edilmesiydi. Üstelik Portekiz sanayindeki kapitalist işletmeler orta ölçekliydiler ve üretkenlik düzeyleri düşüktü. Bu durumda uluslararası tekeller daha modern üretim birimlerini Portekiz sanayisine entegre ediyorlardı ama bunun karşılığında ya tam ya da yarı kontrolü ellerine alıyorlardı. Yüksek teknolojinin girişi, sanayinin kontrolünün emperyalist şirketlerin eline geçmesi ile atbaşı gidiyordu. Üretim birimlerinin yeni bir teknik temel kazanması hiçbir şekilde bedelsiz olmuyordu: Yüksek teknolojiyi getirenler mülklerini de muhafaza ederek geliyorlardı.
İhracata dönük sanayileşme geliştikçe ve sanayinin bütün sektörlerine yayıldıkça, uluslararası tekeller ile “ortaklık” da giderek bütün ekonomiye yayılmaya başlıyordu. 1970’li yılların başlarında Portekiz’in en büyük ihracatçıları tekelci sermaye tarafından kontrol ediliyorlardı: Standart Electric, Gründig, Calbi-Cellulose ve Diamang. Sanayinin bir çok sektöründe yabancı (tekelci) sermayenin katılımıyla faaliyet gösteren şirketler yoğunluktaydı. Örneğin tekstil, seramik, tipografi, elektrik ve elektronik aletleri montajı, araba montajı (özellikle bu sektörde Citroen, Generel Motors ve Toyota yoğundu), gıda, tekerlek (1) vs. gibi sektörlerde yoğun bir yabancı sermaye yatırımı vardı.
Ama bir de bunların dışında bazı sanayi kolları vardı ki, buralarda yabancı sermaye dolaylı bir şekilde, teknik lisanslar ve krediler aracılığıyla nüfuz elde ediyordu: Bira, tütün, çimento, gübre gibi sektörlerde.
Yabancı sermayenin girişi yoğun bir şekilde sanayi alanına olduğu için tarımdaki yatırımlar daralma gösterdi. Tarıma olan sermaye yatırımlarının azalması, tarımsal üretimin durgunluğuna neden olurken, işsizliğin daha da gelişmesine yol açtı.
Tarımsal üretimin düşüşe geçmesi gerekli tarımsal ürünlerin ithalatını zorunlu kıldı, ki bu durumun Portekiz’in ticaret dengeleri üzerinde olumsuz bir etkisi oldu. Çünkü zaten kıt olan ve yabancı sermayenin çekilmesi yoluyla elde edilmek istenen döviz rezervlerinin bir kısmının tarımsal ürünlerin ithalatına ayırmak zorunluydu.
Dış sermayenin girişi toprak mülkiyetinin yapısını fazla etkilemedi. Korporatif devlet bu noktada neo-liberal bir hız sağlayamadı. Salazar’ın ardılı olan Caetano döneminde, toprak reformunun adı edilmesine karşın Alentejo’daki latifundiyalara dokunulmadı. Sözde “küçük mülkiyetin gruplandırılması”, ”Grup kooperatifleri”nin oluşturulması projeleri sadece kağıt üzerinde kaldı.
Portekiz tarımında küçük toprak mülkiyeti egemendi. Küçük meta üreticiliği geri bir teknik temele dayandığı için üretkenlik düzeyi düşüktü ve Portekiz’e giren ucuz tarımsal mallar karşısında tutunamıyordu. Bir çoğu ücretli işçi de çalıştıran bu küçük toprak mülkiyeti, 1940’ta toplam toprak mülkiyetinin %72, 2’sini oluştururken, 1970’te % 25, 3’e gerilemişti. Yani küçük toprak mülkiyeti giderek dağılıyor ve köylüler giderek basit işçilere dönüşüyorlardı. Köylülüğün bu çözülmesinin sonuçları farklı oluyordu. Hepsi sanayi tarafından emilmiyordu. Küçük bir kısmı proletaryaya dahil oluyordu. Bir kısmı kentlerin varoşlarını dolduruyordu ve kent yoksullarına dönüşüyorlardı. Önemli bir kısmı da göç yoluyla Avrupa’nın önemli metropollerine doğru göç ediyordu. Yine bir kısmı da işsizler ordusuna katılıyorlardı. Kırsal yapının çözülmesinin en büyük sonuçlarından bir tanesi de işçilerin ücretleri üzerinde etkili olarak, aşağıya doğru hareket etmesine neden olmasıydı, ki bu proletaryanın yoksulluğunu daha da arttırıyordu.
Ücretlerin aşağı çekilmesi ve sosyal ödeneklerin sınırlandırılması politikası, tek ihracata dönük faaliyet gösteren burjuvazinin dünya pazarında rekabet etme gücünün yükseltilmesine dönük değildi. Ama aynı zamanda Portekiz işbirlikçi sanayi sermayesinin gelişmesinde dış sermayenin olmazsa olmaz oluşudur ve devletin bu tür politikaları uluslararası tekelci sermayenin çekilmesine yönelikti. Çünkü, “Portekiz’in azgelişmişlik koşulları, uluslararası sermayenin bağımlısı olacak bir şekilde kapitalist sanayileşmeye izin veriyordu. Portekiz sermayesinin katılımı olsa bile, o da Portekiz devletinin işbirliği sayesinde (kamu yatırımları, işçi hareketinin bastırılması)” (2) olanaklıydı. İhracata dönük sanayileşme ile Portekiz devletinin amaçladığı, ekonomik planların tamamlanması için gerekli sermaye ve döviz girişini sağlamaktı. Ama bunlar olmadı. Tam tersine Portekiz’in aleyhine bir durum oluştu. Kar transferleri emperyalist ülkelere katlanarak büyürken, Portekiz sanayisi yıkımın eşiğine geldi.
Uluslararası tekeller ile daha fazla kaynaşma ve emperyalist dünya ekonomisine sıkı bir şekilde bağlanma, emperyalist sistemin dalgalanmalarından da etkilenmeye götürmekteydi. İşte emperyalist sistemin 1970’li yılların başlarında girmiş olduğu uluslararası ekonomik ve politik kriz aynı zamanda Portekiz devriminin de gelişmesinin temelini hazırlamıştır.
III-Portekiz Kapitalizminin Gelişimi Ve İşçi Sınıfının Yoğunlaşması
Portekiz’de kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfının nicel büyümesi ile birlikte ülkenin çeşitli merkezlerinde yoğunlaşmasını da beraberinde getiriyordu. Portekiz’de 1940 ile 1970 yılları arasında, toplumsal işbölümünün üç temel sektörü ama özellikle de tarım ile sanayi arasında çok köklü bir dönüşüm gerçekleşti. Aktif nüfusun yıllara göre ekonominin temel sektörleri içerisindeki evrimi yüzde olarak şöyleydi (3):
1940 1950 1960 1970 Tarım 40,3 41,4 35,8 21,6 Sanayi 26,9 28,8 34,4 39,0 Hizmet 32,8 29,8 29,7 39,4
Tabloda da görüldüğü gibi tarım sektöründe istihdam edilen aktif nüfus otuz yılda yarıdan yarıya azalmıştı. Sanayi sektöründe ise yüzde on üç gibi bir gelişme olmuştu. Hizmet sektöründe de yine yüzde yedilik bir artış sözkonusuydu. Dışarıdan bakıldığı zaman tarımsal nüfusun azalması, tarımda emek üretkenliğinin gelişmesi biçiminde de yorumlanabilir. Ama bu yorum yanlıştır. Çünkü sanayi için gerekli sermaye zor bulunurken tarımda bunu gerçekleştirmek çok zordur. İkinci olarak da, tarımsal yapının çözülmesi tarımın yıkımı temelinde gerçekleşiyordu.
Kapitalizmin gelişmesi giderek işçileri belirli kentlerde toplamaya başladı. Bununla birlikte de kentlerin aktif nüfus oranları da değişiyordu. Örneğin Porto’nun aktif nüfusu 1930’da toplam nüfusuna oranla %53, 3 ken, 1970’te %82, 3’e yükselmişti. Yine bu rakamlar kentlere göre şöyledir: Lizbon’da 1930’da %56, 1’den 1970’te %86, 5’e;Setubal’de 1930’da %52, 7’den 1970’te %87, 3’e yükseldi. 1970 yılında Beja’da ise ağırlığını tarım proletaryasının oluşturduğu %74, 9’luk bir aktif nüfus bulunuyordu. (4)
1960’lı yılların başlarına kadar işçiler özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerde yoğunlaşmışlardı. Yabancı sermayenin yoğun girdiği 1960-1970 arası dönemde, bu oran büyük işletmeler lehine değişme gösterdi. Ancak küçük ve orta ölçekli işletmelerin toplam istihdam içerisindeki ağırlıkları kaybolmadı. 1964 yılında 1 ile 100 arası işçi çalıştıran küçük işletmeler 435 bin işçiyi istihdam ediyorlardı, ki bunların 210500’ü 3 ile 20 arası işçi çalıştıran işletmelerde istihdam ediliyordu. 1965 yılında 100 ile 1000 arası işçi çalıştıran işletmelerde toplam 306 500 işçi istihdam ediliyordu. 1000’den fazla işçi çalıştıran işletmelerde de 1965’te toplam 73 600 işçi çalışıyordu. (5)
İşçi sınıfının büyük çoğunluğunun küçük ve orta ölçekli işletmelerde yoğunlaşması, sınıfın politik bilinci üzerinde de olumsuz etkilere yol açmıştır. Küçük ve orta ölçekli işletmeler, işçilerin politik bilinçlerinin dar ufuklara sıkışmasında etkili olmuşlardır. Devrim anında bu işçiler daha çok liberal ve küçük-burjuva akımların arkasında sürüklenmişlerdir.
Bununla birlikte Portekiz işçi sınıfı içerisinde, az çok sınıf bilincine varmış ve sınıfın kendiliğinden hareketinin devrim zamanında en yüksek düzeye çıkmasını sağlayan ve politik partileri arkasında sürükleyen devrimci bir işçi kuşağı da oluşmuştu. Bu kuşak, az ilerde de göreceğimiz gibi 1975’in yaz aylarında burjuva demokrasisinin sınırlarının zorlanmasında ve krize girmesinde önemli rol oynamıştır. Bu devrimci işçi kuşağı, Salazar faşizminin ağır baskı koşullarında yasa dışı oluşmuştu ve faşist rejimin son yıllarında gelişen ve moral bozukluğuna uğramamış genç bir işçi kuşağı ile de birleşmişti. Bu durum bu işçi kuşağına bir tür dinamizm kazandırmıştı.
IV-Emperyalistler Arası Çelişkilerin İşbirlikçi Tekelci Sermaye Aracılığıyla Devlet Aygıtları İçerisinde Üretilmesi
Portekiz işbirlikçi tekelci sermayesinin “Ortak-Girişim” biçiminde uluslararası tekeller ile kaynaşmaya başlaması (özellikle de ABD ve Avrupa tekelleri ile ) ithal ikameci sanayileşme döneminde oluşan, uluslararası tekeller karşısında az çok özerk bir yapıya sahip olan ve ABD emperyalizminin ekonomik ve politik desteğine dayanarak ayakta kalan faşist korporatist devletin yapısında ve aygıtlarında siyasal güç değişimlerini de beraberinde getirdi.
İhracata dayalı sanayileşme, iç pazara dönük olduğu için, kendi içerisinde kapalı ve az çok özerk olan işbirlikçi tekelci sermayenin, çeşitli emperyalist merkezlere doğru açılan ya da bağlanan bir parçalanmasına yol açtı. Bu parçalanma uluslararası tekelci sermayenin Portekiz’e yoğun bir şekilde girmesine neden olurken, aynı zamanda, Portekiz ekonomisindeki kapitalist grupların sermaye oranlarını da değişikliğe uğrattı. Çeşitli emperyalist merkezlere bağlı bulunan işbirlikçi tekelci sermayenin (İTS) çeşitli grupları arasında bir bloklaşma oluştu.
İTS’nin bir kesimi, kaynaştıkları Avrupa tekellerinin çıkarları doğrultusunda hareket ederek, burjuva-demokratik reformların gerçekleştirilerek Portekiz’in AET’ye girerek, burjuva parlamenter bir düzene geçmesini istiyordu. Bu eğilimde olanlar, devletin çeşitli aygıtları içerisine yavaş yavaş nüfuz etmeye başlıyor ve giderek devlet içerisinde etkinliklerini geliştiriyorlardı. Ama politik nüfuzlarını hiçbir zaman faşist kadrolar ile eşit bir duruma getiremiyorlardı. Devlet kurumları içerisinde (ordu, polis, bürokrasi vs. ) etkinlikleri zayıf da olsa gelişirken (ki bu gelişme faşist devletin Avrupa sermayesinin yatırımlarına muhtaç olmasından kaynaklanıyordu) sürekli baskıya uğruyorlardı. Portekiz’de burjuva-demokratik eğilim ve bu eğilimin genel yelpazesinde yer alan akımlar, Avrupa emperyalizminin nüfuzunun gelişiminin biçimini oluşturuyorlardı.
İTS’nin bir diğer kesimi de, ABD tekellerinin desteğiyle ve onlar ile kaynaşarak gelişiyordu ve faşist devletin devamından yanaydı. Bunlar burjuva-demokratik eğilimlerin nüfuzlarını genişletmelerine karşıydılar. Çünkü bu gelişim onların nüfuzlarının daralmasına neden oluyordu.
Burada çok ilginç ve ince bir durum söz konusudur. İTS’nin burjuva-demokratik eğilimini oluşturan grubu, ilk başlarda, liberal ve küçük-burjuvaziden uzak durarak, Avrupa emperyalizminin ekonomik ve siyasi baskısıyla, devlet bürokrasisindeki nüfuzunu kullanarak, üstten reformlar yoluyla yani kitle hareketini işin içine katmadan ve toplumsal temellerini tehlikeye atmadan faşist rejimin çözülüşünü gerçekleştirmek istiyordu. Böylece faşist sistemin politik sınırları içerisindeki olanaklarını kullanarak sonuca gitmek istiyordu. İhracata dönük sanayileşme, zamanla, işbirlikçi tekelci sermayenin iki kesimi arasında yani faşist biçim ile burjuva-demokratik biçimi benimseyen iki ana grubu arasında, faşist biçimin hegemonyasında bir tür ittifaka ya da güç blokunun oluşmasına yolaçmıştır. Bu güç blokunda yeralan İTS’nin iki kesimi de bu bloku kendi sınıfsal çıkarlarının bir aleti durumuna getirmek istiyorlardı. Yani güç blokundaki ilişkilerin sürdürülmesine her iki kesim değişik amaçlar temelinde yaklaşıyordu. Faşist diktatörlük ve bu eğilimde olan kesim, sistemin esnemesini kabul ederken hem buna zorunluydular (sermaye sıkıntısından dolayı) hem de İTS’nin Avrupa sermayesi ile ilişkili olan kesiminin olanaklarını kullanarak AET içerisine sarkmak istiyorlardı. Burjuva demokrasisini benimseyen kesim ise, faşist diktatörlüğün bu zaafından yararlanarak, reformları, devletin faşist temel yapısını değiştirmeye kadar götürecek araçlar olarak görüyorlardı. Ama bu noktada bu tip faşist devletlerin çok önemli bir özelliği ortaya çıktı. Nicos Poulantzas’ın Portekiz, İspanya ve Yunanistan faşist rejimleri için yapmış olduğu şu tespit yerindedir: “Yerli burjuvazi (2*), diktatörlüğün ‘normalleşme’ yahut ‘liberalleşme’ yönünde bir kaç ufak düzenleme ile bu türden bir süreci başlatacağı umudunu uzun süre korudu. Ancak Papadopoulos/Merkezinis, Caetano, Opus Dei ve daha yakın zamanda Arias Navarro tarafından denenmesine rağmen, bu rejimlerin içeriden evrim geçirmesinin imkansız olduğu ortaya çıktı.” (abç) (6) Bu tür faşist rejimlerin en önemli özelliği (3*) kendi içerisinde bir evrim geçirerek, kendi elleriyle burjuva demokrasisine geçme yeteneklerinin olmamasıdır. İTS’nin burjuva demokratik eğilimini benimseyen kesiminin önemli bir özelliği de, korkak bir yapıya sahip olmasıdır. Bu kesim, reformların tıkandığını gördüğü zaman dahi faşist politik eğilimler ile ittifakı koparıp, yüzünü liberal ve küçük-burjuva politik akımlara döndürme cesaretini gösterememiştir. Kitle hareketinin gelişmesinden faşizmden korktuğundan daha fazla korkmaktaydı. Daha sonraları, kendi insiyatifi dışında kitle hareketi liberal ve küçük-burjuvazinin insiyatifinde gelişince ve faşist klik devre dışı bırakıldığı zaman ancak yüzünü libaral ve küçük-burjuva akımlara döndürme cesaretini göstermiştir. O da, devrimi boğmak ve bu sonuncularını kendi uzantısı durumuna getirmek ve toplumsal politik enerjilerini sömürmek için. Bu noktada bu faşist rejimlerin bir önemli özelliği yine ortaya çıkmaktadır: O da, bu tür rejimlerde siyasal iktidarı elinde bulunduran İTS, liberal ve küçük-burjuvaziyi ama özellikle de küçük-burjuvaziyi, kendi politik yapısına katma ve onları kazanma yeteneğinden yoksun olmasıdır.
Devlet içerisinde oluşan güç blokunda faşist eğilimler ile burjuva-demokratik eğilimler arasındaki çelişkiler aynı zamanda emperyalist blokların kendi aralarındaki çelişkilerin “ulusal” alana bir yansıması ya da bunun iç politika bir tür üretilmesiydi: “Amerika ve Avrupa sermayeleri arasındaki çelişkiler, diktatörlük güç bloklarının içerisindeki bu unsurlarda ifadesini buluyordu.”(7) Devlet içerisinde, İTS’nin bu iki kesimi arasında oluşan güç bloku, uluslararası emperyalist sistem içerisindeki bir ittifaktan besleniyordu. Bu ittifak ABD emperyalizmi ile Avrupa emperyalizminin Sovyet sosyal-emperyalizmi karşısındaki ittifakıydı. Bu iki emperyalist blok arasındaki ilişkilerin niteliği (ABD ile Avrupa) işbirlikçi eğilimlerinin kendi aralarındaki ilişkilerine de yansıyordu: “Avrupa ile Birleşik devletler arasındaki çelişki nasıl düşmanca ve gerilimli değilse, bunun güç blokunda yeniden üretilmesi de hiç bir zaman bu tip bir çelişmeye dönüştürülemez.” (8) Avrupa’da üç ülkede yaşanan devrim deneyimlerinde çok önemli bir teorik sonuç çıkmaktadır. O da, burjuva demokrasisinin faşist diktatörlük karşısında devrimci bir pozisyondan ziyade, reformist bir pozisyonunun olduğudur.
İhracata dönük sanayileşme, İTS’yi, iki değişik biçim (ayrı emperyalist merkezlere bağlı gelişmesinden dolayı) temelinde ayrıştırır ve biçimlendirirken, aynı zamanda İTS’nin iki kesimi, halk katmanları ve ulusal kurtuluş hareketleri karşısında da, sınıf çıkarlarından dolayı da birbirlerine sıkı sıkıya tutunuyorlardı. Bu durum İTS içerisinde bir güç blokunun oluşmasına neden olmuştu ve devlet aygıtları içerisine de yayılmış durumdaydı. Bu güç blokunda ideolojik ve politik hegemonya da faşistlerin ellerinde bulunuyordu. Ancak uluslararası ekonomik ve politik kriz ve bu temelde gelişen “ulusal” kriz, güç bloku içerisindeki hegemonya mücadelesini daha da kızıştırdı. Blok içerisindeki bu hegemonya mücadelesi, güç blokunun parçalanmasına (bu dönemde ABD ve Avrupa emperyalistleri arasında ilişkilerin uluslararası krizden dolayı nispi bir gerginleşmesi de söz konusuydu ve bu gerilim güç blokundaki hegemonya mücadelesine yansıyordu4) neden oldu. İşte İTB’nin iki kesimi arasında belirli bir süre için oluşturulan güç blokunun parçalanması, faşist devlet otoritesinin yapısında bazı çatlakların oluşmasına ve halk hareketini artık tamamen baskı altında tutma kapasite ve yeteneğine büyük bir darbe indirdi. Çatlaklar, kendisine politik gelişme alanı arayan kitle hareketi üzerine yansıdı ve bu sonuncusunun oluşan politik boşluktan dolayı etki alanını daha da genişletmesi, çatlaklar üzerinde etkili olarak, faşist kliklerin iktidardan uzaklaştırılmasına neden oldu. Bu durum aynı zamanda devrime giden yolu da açtı.
V-Portekiz Siyasetinin Kompozisyonu
Salazar rejiminin krizine ve çözülüşüne geçmeden önce, siyasal alanda ortaya çıkan çeşitli sınıfların gruplaşmalarını ve ayrışmalarını iyi anlayabilmek için, Portekiz siyasetinin genel kompozisyonunu ve bu kompozisyon içerisinde yeralan sınıfların somut politik izdüşümlerini incelemek gerekmektedir. Aksi taktirde söylenenler genel yinemelerden öteye geçmeyeceği gibi teorik açıdan da doyurucu olmayacaktır.
Portekiz siyasetinde yer alan politik örgüt ve partilerin (yasal ve yasadışı) genel kompozisyonunu ve temsil ettikleri sınıfları kısaca şöyle değerlendirebiliriz:
1-İşbirlikçi Tekelci Burjuvazi(İTB): Bu sınıf da diğer toplumsal sınıflar gibi yekpare olmaktan uzaktır ve değişik katmanlara bölünmüştür. Bu katmanlar küçük-orta ve büyük katmanlardır ve her katmanın kendisini somut olarak ifade etme biçimi farklıdır. a-İTB’nin büyük katmanı: Bu katmanın politik temsilcisi A. N. C. ya da Halk Ulusal Eylemi’dir. Salazar ve ardılı olan Caetano rejiminin resmi faşist partisidir. Portekiz’de İTB’nin politik evrimi ve iktidarı Türkiye’deki biçimin tersini izlemiştir. Türkiye’de İTB’nin politik iktidarı ve evrimi küçük katmandan (CHP) başlayarak, orta (DP-AP-ANAP-DYP-AKP) biçimlerinden geçerek büyük katmanına (MHP) doğru bir seyir izlemektedir. Ancak Portekiz’de özgül bir durum söz konusudur. Yukarıda da belirtildiği gibi 5 Salazar faşizmi, ilk başlarda komprador ticaret burjuvazisi ile büyük toprak sahiplerinin politik iktidarını temsil ederken, bu biçimin içeriği zamanla işbirlikçi sanayi burjuvazisinin bir kesimi tarafından doldurularak, içeriği değişikliğe uğradı. ANC İTB’nin büyük katmanının politik temsilcisiydi ve 25 Nisan 1974 darbesinden sonra kapatıldı.
b-İTB’nin Orta katmanı: İTB’nin bu katmanının politik temsilciliğinde dört parti dikkati çekmektedir. Bunlar: Toplumsal Ve Demokratik Merkez: Bu partinin kadroları ve önemli bir kesimi Salazar-Caetano’nun faşist partisinden gelmelerdi. Örneğin Freitas do Amarol, Korporatif Oda’nın eski bir savcısıydı ve hukuk fakültesinde Caetano’nun asistanıydı. Yine bu partinin önderlerinden olan Xavier Pintado eski ticaret bakanıydı. Hristiyan Demokrat Parti: General Sanchez Osorio tarafından kurulan bir partiydi. Osorio geçici hükümette, 25 Nisan 1974’teki darbeden sonra faşist kliğin uzaklaştırılmasından sonra kurulan Geçici Hükümet’te iletişim bakanlığı yaptı. Spinola’ya yakın duruyordu. 28 Eylül 1974 darbe girişiminde görevinden alındı. 11 Mart 1975 Bonapartist (Spinola’nın başını çektiği) darbe girişiminden sonra da ülkeden kaçtı. Liberal parti ve Çalışanların Partisi karakter olarak Toplumsal ve Demokratik Merkez ve Hristiyan Demokrat Parti ile aynıydılar. Kadroları faşist parti içerisinden geliyorlardı. Bu partilerin Türkiye’deki karşılıkları DYP, ANAP, AKP vs. ’dir.
c-İTB’nin küçük katmanı: Bu katmanın en önemli politik temsilcisi Demokratik Halk Partisi (DHP)’dir. Lideri Sa Corneiro tarafından 1974’ün başlarında kuruldu. Bu parti Portekiz tarihinde çok ilginç bir rol oynamıştır. 6Faşist rejim döneminde legal bir partiydi. 25 Nisan darbesinden sonra 6 Mayıs 1974’te hazırlanan bir program taslağında kendisini şöyle tarif ediyordu: “Demokratik Halk Partisi: -25Nisan’dan önceki ekonomik ve toplumsal yapıları devam ettirmeye yönelik muhafazakar ve kapitalist bir parti değildir; -Muhafazakar donuk gelenek ve alışkanlıklarda bir parti değildir; -Toplumsal adaletin üretime bağlandığı ve kar üzerine kurulmuş, ekonomik anlamda liberal bir parti değildir; -Kapitalizmin hizmetinde bir parti değildir, bundan da anlaşılacağı gibi, işletme statüsünün değiştirilmesi aracılığıyla ve kamu sektörünün etkili yönetimi ve anti-tekelci bir strateji aracılığıyla kapitalizmin değiştirilmesi gerektiğini düşünmektedir;(abç) -Sonuç olarak DHP, sosyalist hümanist ilkelerden esinlenmiş sosyal-demokrat bir partidir.” (9)
(1*) Bu noktada Portekiz’in deniz-aşırı sömürgeleri olan Angola,Gine Bissu ve Mozambik önemli bir rol oynuyorlardı. (2*) Poulantzas’ın terminolojisinde bir sorun vardır.O,”yerli burjuvazi” terimini işbirlikçi sanayi burjuvazisi anlamında kullanıyor.Bu kesimin burjuva demokrasisine eğilim gösterdiğini belirtiyor.Komprador burjuvazi terimini ise işbirlikçi ticaret burjuvazisi anlamında kullanıyor ve bu kesimin de faşist bir politik biçimi benimsediğini belirtiyor.Bu temelden hareketle de Salazar faşizmi işbirlikçi ticaret yani komprador burjuvazisi ile büyük toprak sahiplerinin iktidarı olarak ortaya çıkmış oluyor.Ancak bu doğru değildir.Salazar faşizmi kendi içerisinde hareketli bir yapıya sahip olup,ilk başlarda komprador ticaret burjuvazisi ile büyük toprak sahiplerinin iktidarı olarak ortaya çıkmışsa da,daha sonraları,işbirlikçi sanayi burjuvazisinin gelişmesinden sonra,bu sonuncuların bir kesimi Salazar faşizminin biçiminde bir toplumsal hakimiyet olanağı gördüler ve zamanla faşist rejimin içeriğini kendi sınıfsal çıkarları temelinde doldurdular.İşte N.Poulantsaz’ın gözünde kaçan budur.Ve onun işbirlikçi tekelci sanayi burjuvazisini “yerli burjuvazi” olarak adlandırması ve onun kendisini tek bir siyasal biçin (burjuva demokrasisi) içerisinde örgütlemek istediği uslamlaması doğru değildir.İşbirlikçi SANAYİ burjuvazisi kendi içerisinde fraksiyonel bir yapıya sahipti ve bunların da değişik ideolojik ve politik biçimleri vardı. (3*) Bunlara Türkiye de dahildir. (4*) Örneğin ABD ile Fransa arasında yaşanan gerginlik ve bunun sonucunda Fransa’nın 1966 yılında NATO’nun askeri kanadından çekilerek sadece gözlemci statüsünde kalması gibi.
KAYNAKLAR
1-Bakınız s. 13, Portugal: La Révolution en Marche, Christian Bourgeois éditeur . 2-a. g. e. s. 20. 3-a. g. e. s. 23. 4-a. g. e. s. 23. 5-a. g. e. s. 23. 6-Nicos Poulantzas, Geçiş Süreci, s. 37-38 Belge Yayınları. 7-a. g. e. s. 40. 8-a. g. e. s. 23. 9-Portugal: La révolution en marche, a. g. e. s. 42.
|
 |