[ Kurdî   English   Francais                                 PROLETER DEVRİMCİLER KOORDİNASYONU (PDK)  29-05-2023 ]
{ komunistdunya.org }
   Açılış_sayfanız_yapın  Sık_Kıllanılanlara_Ekle

 Site Menü
   Ana Sayfa
   Devrimci Bülten
   Yazılar / Broşürler
   Açıklamalar
   Komünist Hareketten
   İlerici / Devrimci       Basından
   Kitap - Broşür PDF
   Sanat
   Görüşler

 Arşiv - Ara
   Arşiv
   Sitede Ara

 İletişim
   Bağlantılar
   Önerileriniz

_ _
{ }


_ _
{ Son Yazılar }
Devrimci ve Demokrat...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Say...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
EMPERYALİZM VE TÜRKİ...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
_ _
{  PDK Devrimci Bülten - Sayı 34 (4) }
| Devrimci Bülten
PORTEKİZ DEVRİMİ VE ÇIKARILMASI GEREKEN DERSLER (II)


DHP, İTS içerisindeki, Avrupa tekelleriyle kaynaşan ve gelişen vede burjuva-demokratik reformların gerçekleştirilmesini isteyen işbirlikçi sermayenin politik temsilcisi olarak görünüyordu. Kendisini sosyal-demokrat olarak adlandırmasına karşın Avrupa’daki sosyal-demokrat partiler gibi olamıyordu. Zaten Sosyalist Enternasyonal (SE) onu Portekiz temsilcisi olarak görmüyordu. Bir kaç defa SE’ye başvurmasına karşın kabul edilmedi. Çünkü DHP, faşist diktatörlüğe karşı etkili bir muhalefet yürütmüyordu. Diktatörlük ile oluşturulan güç blokunu dağıtma cesaretini gösteremiyordu. Ancak DHP içerisinde çeşitli kanatlar vardı ve bu kanatlar arasındaki parti içi mücadele 25 Nisan darbesinden sonra daha da gelişti ve bir ayrışmaya neden oldu. DHP içerisindeki sol kanat, daha çok liberalizm ile işbirliğine eğilim gösteriyordu ve güç blokunun dağılması karşısında liberal burjuvazi ile ittifak kurarak ve onun aracılığıyla küçük-burjuvaziyi de yedeğe alarak burjuva demokrasisini gerçekleştirmek istiyordu. İleride de göreceğimiz gibi bu klik bunu gerçekleştirdi. Ama bunu devrimin yenilgisinden sonra gerçekleştirdi. DHP içerisinde bu sol kanadın temsilcileri Mota Pinto-Bolsemao-Solguero, liberal bir parti olan Sosyalist Parti (SP) ile ittifak yapma yanlısıydılar. Sağ kanadın temsilcisi olan Anibal Cavaco Silva, İTB’nin orta katmanlarının temsilcilerinden olan “Toplumsal ve Demokratik Merkez” partisi ile ittifaktan yanaydı.

Sa Corneiro, DHP’yi 1974 yılının başlarında kurmadan önce, uzun dönem Caetano rejimine bağlı bir bürokrat olarak kaldı. Daha doğrusu Caetano’nun verdiği sözlerden dolayı, rejimin “demokratikleştirileceği” ile ilgili olarak, kararsız kalıyordu. Daha sonra kitle hareketi yükselmeye başlayınca DHP’yi kurdu. Ancak DHP yine faşist rejim ile kopuşma cesaretini gösteremiyordu. Faşist diktatörlük, DHP içerisindeki bu sağ kanadı, İTB’nin orta katmanları aracılığıyla kendi politik sistemine bağlıyordu. Bu kliğin DHP içerisindeki iflası, faşist rejimin devrilmesiyle gerçekleşti. Bir yıl sonra DHP (ki buna iki darbe girişiminin savuşturulması neden olmuştur) sol kanadın eline geçerek adını Sosyal-Demokrat Parti (SDP) olarak değiştirerek sağ kanat ile kopuştu. Sağ kanat ise DHP-Monarşist olarak ayrıştı. SDP haline gelen DHP, Avrupa tekelci sermayesinin Portekiz’deki işbirlikçisi ve burjuva demokrasisi içerisinde SP ile birlikte hegemonyayı elinde bulunduran temel politik eğilimlerden biri haline geldi. PS’nin direnişine karşın Sosyalist Enternasyonal’e kabul edildi. SDP haline gelmemiş olan DHP’nin bugünkü Türkiye’de karşılığı CHP’dir.

2-Liberal Burjuvazi:

a-Portekiz Sosyalist Partisi (PSP): Liberal burjuvazi içerisinde, İTB’nin küçük katmanı yani DHP’ye en yakın olan partidir. Lideri Mario Soares’di. Salazar ve Caetano tarafından bir çok defa cezaevine konuldu ve sürgün edildi. Parti 1973 yılında kurulmasına karşın, PSP’nin kökeni 1964’e kadar uzanır. PSP 1964 yılında kurulan Portekiz Sosyalist Eylemi adlı örgütün mirasçısı olan bir partiydi. Avrupa’da Alman Sosyal-Demokrat Partisi’nin koruyuculuğu altında kuruldu. PSP’nin Avrupa’nın diğer ülkelerinin (İngiltere, Fransa, Hollanda, İskandinav ülkeleri vs. ) sosyal-demokrat partileri ile çok sıkı ilişkileri vardı. 1974’teki I. Kongresi’ne kadar kendisini “marksist” olarak tanımlıyordu ve hatta Sovyet tipi bir sosyalist devrimden yana olduğunu belirtiyordu. Ama 1974 yılında bundan vazgeçti.

PSP’nin militanları kendilerini devrimci harekete daha yakın bulurlarken, yöneticiler, özellikle de Mario Soares, DHP’ye daha yakın duruyordu. Daha sonra da göreceğimiz gibi Geçici Hükümet’e DHP’nin girmesinde ısrar etti. PSP 25 Nisan 1975 seçimlerinde birinci parti olarak çıktı ve politik hegemonyayı toplumsal kriz döneminde elinde tutmayı başardı. Devrimci hareketin gelişimini bastırmak ve onu kitlelerden tecrit etmek için elinden gelen düşmanlığı yaptı. Devrimci harekete karşı darbeci Spinolacılar ve kilise ile birlikte el altında ittifak kurmaktan çekinmedi. Avrupa emperyalizminin Portekiz’deki sadık işbirlikçi rolünü çok iyi oynadı.

b-Portekiz Komünist Partisi (PKP): 1974 yılına gelene kadar bu parti kendi içerisinde büyük bir evrim geçirmiştir. 1920 yılında Ekim Devrimi’nden etkilenen bir anarko-sendikalist grup tarafından kurulmuştur. İşçi hareketi içerisinde politik hegemonyayı elinde bulunduran ve kırksekiz yıllık Salazar rejimi döneminde en önemli anti-faşist hareketlerden biri olmuştur.

1926 yılındaki faşist darbeden sonra illegaliteye geçti. 18 Şubat 1934 yılında genel grev çağrısı ile birlikte bir silahlı ayaklanmaya girişti. Ancak feci bir şekilde yenilgiye uğradı. Parti zamanla SBKP’nin güdümünde küçük-burjuva bürokratik bir yapıya dönüştü. 25 Nisan darbesinden sonra hızla liberalleşmeye başladı. Ekim 1974 yılındaki kongresinde resmi olarak “proletarya diktatörlüğü” ilkesini programından çıkardı. Zaten bu dönemde PSP ile varolmayan “marksist” kimliklerini karşılıklı olarak bırakmada yarışa girmişlerdi. 1974’lü yıllara gelindiğinde PKP tamamen liberal bir çizgiye gelmişti ve bu liberal burjuvazinin küçük-burjuvaziye en yakın kanadını temsil ediyordu. Zaten devrimci hareket 1975 yazında insiyatifi ele aldığı zaman, liberal burjuvazi içerisinde, onlar ile uzlaşabilen ve onların toplumsal enerjilerini burjuva demokrasisi içerisinde tutmayı başaran tek partiydi.

Sovyet sosyal-emperyalizminin Portekiz’deki işbirlikçisiydi. PKP SBKP’ye en bağlı olan partilerden birisiydi. SBKP’yi koşulsuz destekliyordu. Çekoslavakya’ nın Sovyet emperyalizmi tarafından işgal edilmesini onayladı.

PKP’nin genel sekreteri Alvaro Cunhal, uzun yıllar cezaevinde kaldı. Peniche cezaevinde görkemli bir şekilde kaçtı ve Doğu Avrupa’da 1974’e kadar sürgünde yaşadı.

PKP, Portekiz Birleşik Sendikası (İntersyndicale)’nın yönetimini elinde bulunduruyordu. İşçi hareketi içerisinde çok güçlü ve köklü bağlara sahipti.

c-Demokratik Halk Hareketi (DHH): Liberalizmin sağ eğilimini oluşturan PSP ile onun sol eğilimini oluşturan PKP’nin ortasında yer alan “merkezciler”dir. Zaten DHH, PSP ile PKP’nin seçim zamanında legal alanda yapmış oldukları güç birliğinin zamanla, bu partilerden koparak ayrı bir parti olarak örgütlenmesidir. Hem PSP’nin Hem de PKP’nin eleştirilerine karşın , seçim platformunu ayrı bir parti olarak örgütlediler. Ama DHH, PSP’den ziyade PKP’ye daha yakın duruyordu. Önderleri anti-faşist mücadele içerisinden gelmişlerdi. 11 Mart 1975 darbesinden sonra kurulan yeni geçici hükümete katıldılar.

3-Küçük-burjuvazi: Kendi içerisinde bir çok parçaya bölünmüş örgütlerden oluşmaktaydı. Aralarındaki ideolojik ve politik farklılıklar, 1970’li yıllarda Türkiye’deki küçük burjuvazinin kompozisyonuna çok benzemektedir. Kısaca bu örgütleri ele alalım:

a-Sosyalist Sol: Kendilerini “sosyalist sol” olarak adlandıran örgütlerdir. Bunun nedeni kendilerini liberal burjuvazinin solunda olduklarını belirtmek içindir. Ama elbette ki bu onları “sosyalist” yapmaya yetmiyor. Sosyalist solu iki örgüt temsil ediyordu. Bunlar “Sosyalist Sol Hareketi” ve “Sosyalist Halk Cephesi”dir.

Sosyalist Sol Hareketi (SSH): 1974 yılında kuruldu. Kendi yapısında aydınları, sendikacıları ve sol katolikleri toplamıştı.

Sosyalist Halk Cephesi (SHC): Bu fraksiyon 1974 yılının sonlarında Portekiz Sosyalist Partisi’nden ayrıldı. PSP’nin liberalizmine bir tepkinin sonucuydu. Lideri Manuel Serra’ydı. Antifaşist mücadele içerisinden gelen sol bir katolikti. SHC, PKP ve Ordu Güçler Hareketi’ni (OGH-Sonra ele alınacak) politikalarından dolayı eleştiriyordu.

b-Maoistler: Maoistler de kendi içerisinde bir çok fraksiyona bölünmüşlerdir.

Proletarya Partisinin Reorganizasyonu Hareketi (PPRH): 1970 yılında kuruldu. Stalin ve Mao’nun çizgisini savunduklarını belirtiyorlardı. Çizgileri 1950’li yıllarda revizyonist Kominform’un savunduğu “ekmek, barış, özgürlük, demokrasi ve ulusal bağımsızlık”dı. Olağanüstü derecede sekter ve diğer gruplar ile ortak eylem birlikleri yapmaya karşıydı. PKP’yi “sosyal-faşist” olarak tanımlıyor ve eleştirilerini özellikle ona karşı yoğunlaştırıyordu. (10)

Demokratik Halk Birliği (DHB): Çeşitli maoist örgütlerin bir cephesiydi: Marksist-Leninist Devrimci Birlik (MLDB), Partinin Yeniden İnşaası Destek Komitesi (PYDK) vs. gibi örgütlerden oluşuyordu. 1974’ün sonunda kuruldu. İşçi Komisyonları içerisinde hızlı bir etki elde etti. Maocu gruplar içerisinde en az sekter olanıydı.

İşçi-Köylü İttifakı (İKİ): 1970 yılında PKP’den ayrılan bir grup tarafından kuruldu. Kendisini aynı zamanda PKP (ML) olarak adlandırıyordu. Maocu gruplar içerisinde en sağcı olan örgütlerden birisiydi. PSP ile PKP’nin “sosyal-faşizmi”ne karşı ittifak yapmaya hazır olduğunu belirtiyordu. Bu örgüt Çin tarafından kabul edildi ve bir yöneticisi 25 Nisan Darbesi’nden sonra Çin’e davet edildi.

Komünist Seçim Çevresi (KSÇ): Porto ve çevresinde örgütlenmişti. O Grito do Povo dergisi etrafında örgütlenen etkisiz bir gruptu.

Halkın Birliği Partisi (HBP): İKİ gibi PKP’den ayrılan ve kendisini PKP(ML) olarak adlandıran küçük bir örgüttü.

c-Askeri-politik Kökenli Örgütler: Bu örgütler daha çok askeri eylem temelinde örgütlenen örgütlerdi. Türkiye’deki MLSP ve Dev-Sol gibi örgütler ile karşılaştırılabilir.

Proletaryanın Devrimci Partisi-Devrimci Tugaylar (PDP-DT): Bu örgüt 1961 yılında kurulan Vatansever Kurtuluş Cephesi (VKC)’den 1973 yılında ayrıldı. VKC Cezayir’de kurulan bir örgüttü. Kendilerine Cezayir’in FLN’ini örnek olarak alıyorlardı. Faşist diktatörlük döneminde NATO üstlerine ve Portekiz ordusunun askeri hedeflerine bir dizi askeri saldırılar düzenledi. Fransa’daki “Devrim” grubuyla kardeş ilişkilere sahipti. ”Devrim” adında periyodik bir yayın organı çıkarıyorlardı. Seçimlere katılmayı (25 Nisan 1975) reddetti.

Devrimci Eylem ve Birlik Ligi (DEBL): 1967 yılında kuruldu. Faşizm döneminde askeri eylemler ve kamulaştırmalar gerçekleştirdi. Örneğin Figueiro da Faz kentindeki Portekiz Bankası’na yapılan baskınlar gibi. Lideri Herminio da Palma İnacio’ydu. Antifaşist direnişin kahraman isimlerinden birisiydi. Örgütün net bir ideolojik çizgisi yoktu. Seçimlere katılmak istemediler.

4-Yarı-proleter örgütler: Bu örgütler ideolojik ve politik olarak küçük-burjuvaziden daha solda olan, önlerine proletaryayı örgütlemeyi hedef olarak koyan ancak bunda da belirli bir ideolojik, politik ve örgütsel yetersizlik gösteren, bu halleriyle de küçük-burjuvazi ile proletarya arasında kalan örgütlerdir.

Komünist Enternasyonal Ligi (KEL): Trotskist Dördüncü Enternasyonal’in Portekiz kolu olarak örgütlenmeye çalışan bir örgüttü. 1973 yılında illegal olarak kuruldu. Faşizm döneminde fabrikalarda ve okullarda anti-sömürgeci ve antifaşist bir ajitasyon yürüttü. 25 Nisan 1974’ten sonra Porto ve Lizbon’daki işçi kartiyelerinde gelişme gösterdi. Bütün antifaşist eylemlere katılmaya çalıştı. ”Proletaryanın Mücadelesi” adında bir yayın organına sahipti.

İşçilerin Devrimci Partisi (İDP): Daha çok Lizbon’daki liselerde etkiliydi. KEL’e yakın bir çizgi izliyordu. 25 Nisan 1975 seçimlerinde KEL için oy kullanılması çağrısı yaptı.

Küçük-burjuva ve yarı-proleter örgütler bir çok fraksiyona sahip olmalarına karşın 25 Nisan 1975 seçimlerinde elde ettikleri oy oranı yüzde dörttü. Yani hepsi propaganda örgütleriydi ve kitle içerisinde ağırlıkları ise çok zayıftı.

Portekiz’de komünist bir hareket yok denecek bir durumdaydı. Bu durum devrim zamanında ortaya çıkan gruplaşmalar üzerinde önemli bir rol oynamıştır. İşçi hareketinin burjuva demokrasisinin kuyruğuna daha kolay bir şekilde takılmasına neden olmuştur.

VI-Salazar Rejiminin Krizi ve Çözülüşü

İthal ikameci sanayileşmeden ihracata dönük sanayileşmeye geçiş hiçbir şekilde sorunsuz ve sancısız olmadı. Tam tersine geçiş çok sorunlu oldu. İhracata dönük sanayileşme ile birlikte, kendi içine kapalı olan Portekiz toplumu, kendi dışına doğru açılan ve esneyen bir toplum olmaya başladı. Bu değişim toplumun bütün kesimlerini etkiledi. Yabancı sermayenin girişinin artması ve bu temelde güç ilişkilerinin orantılı bir şekilde tekrar dağıtılması gereği, faşist devletin yeni koşullara göre kendisini adapte edememesi, çelişkilerin giderek daha da yoğunlaşmasına neden oluyordu. Üstelik rejim, uluslararası bir ekonomik ve politik krize doğru giderken bir değişime zorlanıyordu.

1960’lı yılların başlarından itibaren rejime karşı muhalefet hareketleri giderek yoğunlaşmaya başladı. Rejim hem içeriden hem de dışarıdan giderek sıkışmaya başlıyordu. İçeride Humberto Delgado’nun yasal olarak önderlik ettiği bir muhalefet hareketi gelişiyordu. Bu sonuncusu Başkan adayı da oldu. Lizbon ve Coimbro’da öğrenci hareketi yükselmeye başladı. Alentejo’da tarım işçilerinin sekiz saatlik işgünü için mücadelesi gelişmeye başladı. 1 Mayıs 1962’de işçi hareketinin tekrar aktif hale gelmesi görülmeye başlandı. Sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesi, devletin sömürge savaşını sürdürmek için ordu için ayırmakta olduğu bütçeyi sürekli arttırıyordu. Sömürge savaşı için 1969’da 13 milyar escudos, 1970 yılında da 80 milyar escudos harcandı. Üretken yatırımlardan kısılarak orduya aktarılan bu miktar, enflasyonu körükleyerek halkın alım gücünü düşürüyordu.

Uluslararası kriz ve bunun Portekiz’e yansıması ile birlikte ulusal krizin derinleşmesi sabit sermaye yatırımlarını sekteye uğratıyordu. Portekiz’de sabit sermaye yatırımlarının giderek küçülmesi, krizin evrimini ve giderek derinleşmeye başladığını da gösteriyordu. Yıllık sabit sermaye yatırımları yıllara göre (1965’e göre) şöyleydi: 1966 %17, 3; 1967 %5, 7; 1968 %2, 5; 1969 %0, 7. (11)

Bununla birlikte devlet dış politikada da giderek sıkışmaya başlamıştı. 1960’lı yılların başlarında Portekiz’in sömürge savaşı Birleşmiş Milletler’de çok ağır bir şekilde eleştiriliyordu. Portekiz’in sömürgelerinden Goa Hindistan tarafından işgal edildi. Büyük Britanya ile ilişkiler krize girdi. AET rejimin reformlar yapılarak “demokratikleştirilmesi”ni istiyordu. Burjuva-demokratik reformların gelişmesi ile nüfuz elde etmek istiyordu. Bu noktada Avrupa (Avrupa politikasını da yekpare düşünmemek gerekir. Kendi içerisinde bölünmüş durumdaydı.) Soares ve çizgisini destekliyordu. Salazar’ın ardılı olan Caetano kendisini reformcu olarak ilan etmesine karşın Soares ve Sosyal demokrasiye ve reformların gerçekleştirilmesine karşı direniyordu. Hatta bir keresinde seçim döneminde, seçimi izlemeye gelen Sosyalist Enternasyonal gözlemcilerini ülkeyi karıştırdıkları için kovdu. Yani dış politikada AET Portekiz’e baskı yapıyordu. Bu baskı AET sermayesinin Portekiz’e büyük oranda akması ile de giderek artıyordu. Portekiz sömürgelerini bırakıp AET’ye girmek ile sömürgelerini koruyup AET’den uzaklaşma ile karşı karşıyaydı.

İç ve dış politikadaki tıkanma ve bunun neden olduğu politik kriz İTB içerisindeki hegemonya mücadelesini kızıştırmış ve ordu içerisinde bir kliğin darbe yapmasına, devlette bazı reformların yapılması gerektiği inancına götürmüştür. Bu reformların ise ancak faşist devletin bazı önemli kurumlarında yer alan kişilerin uzaklaştırılması ile olacağını görmüşlerdir.

İşte 25 Nisan 1974 yılında , ordu içerisinde, kendilerine “Ordu Güçleri Hareketi” (OGH) adını veren bir klik darbe ile iktidara el koymuştur.

VII-25 Nisan 1974 Darbesi’nin Karakteri

25 Nisan darbesinin karakterini iyi kavramak için bu darbeyi gerçekleştiren OGH’nin yapısını ve bu harekete iradesini veren sınıf ve katmanları iyi tanımak gerekir.

İTB’nin iki kesimi arasında oluşan güç bloku (ki burada hegemonya büyük katmanın elindeydi) devletin bütün kurumlarında kendisini üretmişti. Aynı şekilde ordu içerisinde de bu blok kendisini üretmişti ve iki temel kliğin oluşmasına neden olmuştu. Ordunun üst düzeyinde sömürge savaşının çıkmazını görmüş olan bazı generaller (Spinola, Costa Gomes, Ortelo de Carvalho gibi), sömürgelerin yeni-sömürgelere dönüştürülmesi taraftarıydılar. Onlar, sömürgelere biçimsel bağımsızlık verilerek, oradaki ekonomik sömürüyü sürdürmek istiyorlardı.

Portekiz’de faşist diktatörlüğün devrilmesi, gelişebilecek olasılıklar içerisinde en gerici bir biçimde gerçekleşti. Darbe, İTB’nin güç bloku içerisinde hegemonyayı elinde bulundurmayan küçük ve orta katmanlarının önderliğinde, İTB’nin büyük katmanını devre dışı bırakan, liberal burjuvaziyi ve onun aracılığı ile küçük-burjuvaziyi de İTB’ye bağlamak isteyen ve böylece üstten reformları sonuna kadar götürmek isteyen bir darbeydi. Ancak olaylar bu üstten reformların çerçevesini daha da aşarak bir devrime doğru sürüklenmesine neden oldu. İTB’nin küçük ve orta katmanları, iktidarı ellerinde tutma yeteneği gösteremediler.

25 Nisan darbesi, İTB içerisindeki rekabetin en keskin biçime büründüğünün göstergesiydi. Dışarıdaki kitle hareketi ise bu bölünme üzerinde etkide bulunarak onu derinleştirmiştir.

Darbeden sonra Spinola Geçici Hükümet başkanı oldu. Ama kısa bir süre sonra yerini Vasco Gonçalves’e bıraktı. Bunun nedeni Spinola’nın daha güçlü bir şekilde gelmek için bir manevrasıydı. Vasco Gonçalves ise PKP lideri olan A. Cunhal hayranıydı.

OGH içerisinde dört temel eğilim bulunuyordu. Bu eğilimler de temsil ettikleri sınıfların politik iradesini Geçici Hükümet’e yansıtıyorlardı. OGH içerisindeki eğilimler kısaca şunlardan oluşuyordu:

a-Spinolistçi akım: Bu akım içerisinde Cumhurbaşkanı Costa Gomes (darbeden sonra geçici olarak Cumhurbaşkanı oldu) vardı. Spinola’nın arkadaşı ve politik müttefikiydi. Eski polis GNR (Ulusal Cumhuriyet Muhafızı)’in şefi ve NATO eski yüksek komuta üyesiydi. Spinola ile Gomes “çoğulcu sosyalizm” taraftarı olduklarını açıkladılar. Aslında temsil ettikleri sınıf İTB’nin orta katmanlarına (Türkiye’de ANAP, DYP) denk düşüyordu. Bu durum daha sonraki olayları ele aldığımızda daha iyi anlaşılacak.

b-“Üçüncü Dünyacı” akım: Portekiz’i “Üçüncü Dünya “ ile birleştirmek isteyen bir akımdı. Kendi içerisinde bölünmüş bir hareketti. Bunlar SSCB ve PKP’ye güvenmiyorlardı ve bunlara karşı ortak hareket ediyorlardı. Bunlar içerisinde iki önemli general iki ayrı akımı temsil ediyordu. Bunlar kendi içerisinde sağ ve sol olarak ayrılmışlardı.

Üçüncü Dünya Solu: Amiral Rosa Coutinho tarafından temsil ediliyordu. Amerikan ve Sovyet emperyalizmini eleştiriyorlardı. Aynı şekilde Avrupa emperyalizmi ile sıkı ilişki içerisinde olan PSP’yi de eleştiriyorlardı. PSP’nin dış etkilere çok açık ve savunmasız olduğunu ileri sürüyorlardı.

Üçüncü Dünya Sağı: Bunların temsilcileri Kumandan Melo Antunes’ti. Geçici Hükümet’te dışişleri bakanıydı. Kamulaştırmalara karşıydı. Sadece devletin kapitalist finans grupları üzerinde bir “kontrolü”nün olması taraftarıydı. Uluslararası politikada “Avrupa güvenliği”ni savunmaktaydı ve “Üçüncü dünya ile dengeli ve güvenli bir biçimin” bulunması taraftarıydı. ”Üçüncü dünya “dediği de Portekiz’in sömürgeleriydi!

Üçüncü dünyacı akımı temsil edenler aslında ordu içerisinde, İTB’nin küçük ve orta katmanlarının çıkarlarını dile getiriyorlardı .

c-“Anti-tekelci” akım: PKP’nin ve PSP’nin etkisinde olan liberal burjuva kesimler. En büyük temsilcileri Başbakan olan Vasco Gonçalves’tir.

d-Bu akım liberal burjuvazinin küçük-burjuvaziye yakın olan kanadıyla, küçük-burjuva unsurları bağrında toplamıştı. Bunlar OGH içerisinde azınlıktaydılar ve devrimci hareket tarafından destekleniyorlardı.

Darbe faşist kurumları tasfiye etmemişti. Bir kaç generali sadece ekarte etmekle yetinmişti. Polis ve ordunun çeşitli kurumları, darbeden sonra çeşitli politik eğilimler tarafından paylaşılmış durumdaydı. Devletin şiddet ve otorite araçlarının politik durumu 25 Nisan darbesinden sonra aşğı-yukarı şu şekildeydi:

Kamu Güvenliği Polisi (PSP), La Guarda Fiscal (Sınır Polisi), La GNR (Ulusal Cumhuriyet Muhafızı) hala daha faşist politikanın etkisindeydi. Daha sonra Spinola ve arkadaşları Bonapartist bir darbe girişiminde bulunduklarında bu kurumlara dayanmak istediler. Yani 25 Nisan darbesi faşist kurumları tasfiye etmemişti. Sadece bir kaç generali tasfiye etmekle yetinmişti.

Hava Kuvvetleri Spinolist bir çizgideydi.

Zırhlı birlikler, 11 Mart 1975 darbesinde OGH ile Spinola arasında kararsızlık geçirdiler.

Kara kuvvetleri kitle hareketine daha yakındılar. Özellikle topçu kanadı (RAL 1 Alayı) “Kızıl Destek” olarak görülüyordu ve radikal bir tutum sergiliyorlardı.

Deniz kuvvetleri, politik olarak devrimci hareket tarafından büyük bir etki altına alınmıştı ve bütün gerici generallerden temizlenmişti.

Peki 25 Nisan darbesi neyi değiştirmişti?

Darbenin amacı üstten gerçekleştirilmek istenen reformları engelleyen kliği ekarte etmekti. Bu klik devletin politik yapısının esnemesine ve üstten burjuva demokrasisine dönüşümü engelliyordu. Ama öyle bir darbe olmalıydı ki, İTB’nin küçük ve orta katmanlarının önderliğinde liberal burjuvazi ve onun aracılığıyla küçük-burjuvazinin de yedeğe alınmak istendiği bir darbe olmalıydı. Yani birincilerin iktidarını da tehlikeye düşürmemeliydi. Daha sonra olayların gidişatı darbe yapanları belirli bir süre aştı.

Okuyucu tarafından bu noktanın iyi anlaşılabilmesi için, Türkiye’nin politik yapısı ile bir karşılaştırma yapmak belki de iyi olacaktır.

Bugün Türkiye’de siyasal iktidar genel olarak İTB’nin elindedir. Bu sınıfın çeşitli katmanları, kendi aralarında ve uluslararası tekelci burjuvazi ile kurdukları ittifak sonucunda politik iktidarı örgütlemektedirler. Bu sınıfın bütün katmanları ile birlikte politik temsilcileri şunlardır: SHP, CHP, YTP, DSP, ANAP, DYP, AKP, Genç Parti, SP, MHP’dir. Yine bu partilerin devlet içerisindeki politik nüfuzları da aynı düzeyde değildir. Ama sorun bu değildir. Önemli olan İTB’nin devlet iktidarını başka bir sınıf ile (örneğin liberal burjuvazi ile) paylaşmamasıdır. Özellikle de bu paylaşmaya karşı direnenler MHP, DYP, SP, Genç parti, YTP, DSP gibileridir. Yani özellikle İTB’nin büyük ve orta katmanlarıdır. Bu durum devam ettikçe faşist diktatörlük burjuva demokrasisine evrilememektedir. İşte böyle bir durumun bir benzeri kendi özgül koşulları içerisinde Portekiz’de yaşandı. 25 Nisan darbesi (Türkiye ile karşılaştırırsak eğer) ağırlık merkezinin MHP, SP, DYP, Genç Parti, AKP gibi partilerin oluşturduğu diktatörlüğü şöyle bir politik iktidara çevirdi: ANAP, CHP, YTP, SHP, DEHAP, İP, ÖDP, TKP, EP, PKK/KADEK ve bu blokun çekim merkezinden kendisini politik olarak kurtaramayan bazı küçük-burjuva örgütler de katılabilir. Darbenin ilk başında hegemonya ANAP ve CHP gibi partilerin elinde bulunuyordu ve Geçici Hükümet’te liberal burjuvazi azınlıktaydı. Ama azınlıkta olmasına karşın yine de iktidar da temsil ediliyordu. Yani politik demokrasinin sınırlarının bir genişlemesi ve böylece devletin örgütlenme yapısında nispi bir değişim sözkonusu olmuştu. (7*)

Biz yine Portekiz’e dönersek eğer, Portekiz’de politik iktidar ANC önderliğinde genel olarak ANC, Toplumsal ve Demokratik Merkez, Hristiyan Demokratik Parti’nin elindeydi. 25 Nisan darbesinden sonra Geçici Hükümet şöyle oluştu: OGH, DHP, PKP, PSP, DHH. Bu İTB’nin sol ve orta katmanları ile birlikte liberalizmin devlete entegre olmasıydı. Böylece darbe aracılığıyla üstten reformların geliştirilmesi ile bir burjuva demokrasisi geliştirilmek istendi.

OGH’nin bir “Koordinasyon Komitesi” vardı ve bu komite ordu içerisindeki dört eğilimi birbirine bağlıyordu. Bu dört eğilim Koordinasyon Komitesi’nde çeşitli düzeylerde temsil ediliyordu. OGH’nin askeri koruması altında 25 Nisan 1975’e kadar bir Geçici Hükümet kuruldu. OGH’nin görevi, oluşan yeni politik yapının tekrar faşist bir biçime dönmesini engellemekti. OGH içerisinde öyle bir kurum vardı ki, 25 Nisan darbesini hazırlayan kişilerden biri olan hatta darbenin “beyni” olarak tanınan Ortelo de Carvalho bu kurumun başındaydı. Bu kurum COPCON’du. (Kıta Güvenlik Komutanlığı) COPCON, OGH içerisinde, ordunun diğer kurumlarına karşı güvensiz yaklaşıyordu ve Geçici Hükümet’e sadıktı. Daha sonraları COPCON, 28 Eylül 1974 gösterilerinde ve özellikle de 11 Mart 1975 ‘te Spinola’nın darbe girişimlerinin başarısızlığa uğramasında büyük bir rol oynadı.

VIII-Faşizm Karşısında Liberalizmin Uzlaşmacılığı ve Küçük-burjuvazinin Yalpalaması

25 Nisan darbesinden önce yani faşizmin iktidarı döneminde liberal burjuvazi, özellikle PSP lideri Mario Soares diktatörlük ile uzlaşarak reformların gerçekleştirilmesi için çok çaba harcadı. M. Soares hukuk fakültesinden Caetano’nun öğrencisiydi. Aralarında yapılan bir kaç görüşmede bir sonuç alınamadı. Liberal burjuvazi, gelişebilecek radikal bir kitle hareketinden korktuğu için (1975 yazındaki olaylar bunu göstermiştir) reformlar aracılığı ile radikal unsurların yani devrimci hareketin pasifize edilmesini istiyordu.

Darbeden sonra faşist devletin bazı kurumları tasfiye edildi. Ama iki önemli kurumu “Ulusal Cumhuriyet Muhafızı” ile “Politik Güvenlik Polisi” duruyordu. Spinola ile Costa Gomes her ikisi de birincisinin başında bulunmuşlardı. Bir kısım generalin ekarte edilmesine karşın ordu hiyerarşisi olduğu gibi korundu.

OGH’nin politik bileşeni Spinola’nın hoşuna gitmiyordu. Spinola OGH içerisinde nüfuzunu geliştirerek ve diğerlerinin nüfuzlarını da daraltarak politik kontrolü tamamen ele almak istiyordu. Aksi taktirde devletin temelleri tehlikeye girebilirdi. Yeni Devlet Konseyi’nde Spinola, DHP öncülüğünde bir “Anayasal Devlet Darbesi”nin hazırlanmasını istedi. Böylece Spinola devlet başkanı olacaktı ve yetkileri genişletilecekti. Kurucu Meclis seçimleri de 1976 yılında yapılacaktı. Devlet Konseyi bu planı reddetti. DHP’den Palma Carlos hükümetten istifa etti. Spinola Savunma Bakanı olan Firmino Miguel’i Başbakan olarak atamak istedi. Ama liberal blok (PSP ve PKP) bu öneriyi de reddettiler. Spinola’nın planları sürekli olarak liberal burjuvazi tarafından reddediliyordu. Bu durumda Spinola Devlet Başkanlığı görevini Vasco Gonçalves’e (PKP yanlısı) bıraktı. Spinola’nın amacı bir darbe ile güçlü bir şekilde geri gelmekti. Spinola OGH’yi düşürmek ya da içini sulandırmak için ve de kendisine taraftar bulmak için bir kampanyaya başladı. 1974’ün Ağustos ayının sonlarına doğru Spinolacılar OGH’nin düşürülmesi ve işçi hareketi ile bağlarının koparılması için iki yüz resmi imza topladılar. Bu durum karşısında OGH’nin Koordinasyon Komitesi, karşı-atağa geçerek askerler içerisinde ajitasyona başlayarak Spinola’yı bozguna uğrattı.

Spinola OGH içerisinde güçlenemeyince bu sefer ordunun başka bölümlerine yönelmeye başladı. Kendisine komandolar, Tancos paraşütçüleri, Kıta erleri gücünde destek aramaya başladı. Spinola’nın bu hareketi ile politik niyeti iyice belli olmuştu. Bu durum karşısında DHP, Spinola’dan uzak durmaya onun planlarından kendisini uzak tutmaya çalıştı. Spinola’dan ziyade PKP’ye doğru yanaşmaya başladı. Çünkü Spinola DHP’ye göre sağda kalıyordu. Onun maceracı politikalarının cezasının kendisine kesilmesini istemiyordu. Ama DHP, Spinola ile ilişkisini de koparmıyordu ve gizlice onun ile görüşüyordu.

Spinola bir darbe için güç biriktiriyordu. Etrafında Salazar-Caetano rejiminin eski sanayicileri ve zenginleri dışında, faşist milliyetçi sağ liderler ve sömürgeci burjuvalar giderek toplanıyordu. Spinola bir çok karşı-devrimci fraksiyonu birleştiren ağırlık merkezi konumundaydı.

Spinola’nın amacı “sessiz çoğunluğu” yani politik alana aktif olarak çekilmemiş olan kitleyi kazanarak bütün siyasi gücü elinde toplamaktı. 10 Eylül 1974’te yaptığı bir konuşmada şöyle dedi:
“Portekiz halkının sessiz çoğunluğu uyanmalı ve aktif olarak totalitarist aşırılara karşı (yani devrimcilere karşı-K. E), kitleleri manipüle etmek için karanlıkta bildik metodlar kullananlardan kendisini savunmalıdır. ”(12)
Bütün gericiler 28 Eylül’de bir gösteri için harekete geçtiler. Amaç Geçici Hükümet’i devirerek, bütün siyasal gücün Spinola’nın ellerine verilmesini sağlamaktı. Aslında bu gösteri bir güç gösterisi olacaktı ve darbeye giden yolda önemli bir durak ya da bir deneme olacaktı. Bu gösteri ile darbeciler kendi durumlarını ölçmek, karşı tarafın da tavrını görmek istiyorlardı. Tam bir darbe girişimi değil ama bir darbe provası olacaktı.

28 Eylül gösterisini ele almadan önce, yürüttüğü karşı-devrimci ve faşistler ile uzlaşmacı siyasetten dolayı darbeye götüren bir politka izleyen Geçici Hükümet’i ele almak gerekir.

PKP, PSP, DHP ve OGH’den oluşan Geçici Hükümet giderek bir burjuva-demokratik diktatörlüğü yerleştirmek istiyordu. 1974 Ağustos’unda grev-karşıtı yasa yayınlandı. Bu dönemde Adelino Pancheco Gonçalves (PKP’li) Çalışma Bakanı’ydı. Anti-grev yasası, meşru grevleri sınırlandırılıyordu, politik ve dayanışma grevlerini kaldırılıyordu. İşyerlerinin işgali yasaklanıyor ve lokavt genişletiliyordu. Grevin başlatılmasının ve sürdürülmesinin koşulları zorlaştırılıyordu. Grevlerin yasal olabilmesi için otuz günlük bir uzlaşma süreci, ondan sonra da yedi gün önceden bildirilmesi gerekiyordu. Ve bütün bu karşı-devrimci önlemler PKP eliyle oluyordu.

Giderek işçi ve emekçilerin Geçici Hükümet’e karşı huzursuzluğu ve öfkesi gelişmeye başlıyordu. Ama halk içerisindeki huzursuzluk başka şeylerden de besleniyordu. Bu aynı zamanda kapitalistlerin ekonomik sabotajıydı. Böylece toplumdaki öfke hükümete doğru yönelirken Spinolacılar da bundan yararlanmak istiyordu. PKP, PSP ve DHP’nin “anti-gösteri ve anti-grev yasaları”, burjuva politikasının bu tekrar düzenlenmesi, kitleleri hoşnutsuzluğa sürükleyerek Spinola darbesine götürüyordu.

İşçi hareketine karşı bu tür karşı-devrimci önlemlerin işçi hareketi içerisinde hegemonya sahibi olan bir partiye yaptırılması özenle geliştirilen bir taktiğin sonucuydu. Aralık 1974 tarihinde “Le Monde” gazetesine verdiği bir demeçte Mario Soares, PKP ile aynı hükümette yer almayla ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Zannetmiyorum, şu an içinde bulunduğumuz durum, Fransa’nın kurtuluşundan ya da İtalya’da faşizmin devrilişinden ayrı bir durumdur. (…) Darbeden hemen sonra Avrupa’nın çeşitli devlet adamlarıyla sorunu görüştüm---Federal Almanya Şansölyesi Willy Brandt, Britanya Başbakanı Harold Wilson ve Avrupa’nın başka hükümet temsilcileriyle;onlar da geçici hükümete komünistlerin katılmasını sağlamakla, demokratikleşme sürecinin sağlamlaştırılması görüşümüzün doğruluğu noktasında inanmış görünüyorlardı. Seçimlerin sonucu komünistlerin hükümette yeralıp almayacağını söyleyecek. Şimdilik PKP’nin devrim sonrası diğer politik güçler ile dürüst bir ilerici işbirliği gerçekleştirdiğini ileri sürebiliriz.” (13)
PSP “dengeli” bir politika yürütüyordu. Bir yandan PKP ile ittifak kurarken yani soldan onun ile işbirliği yaparken, sağ taraftan da DHP ve OGH ile ilişkilerini özenle yürütmeye çalışıyordu. Spinola faşist bir darbe örgütlemeye çalışırken ne PSP ne de PKP onun üzerine gitmiyordu. Bunun nedeni Spinolacıların bastırılması ile kitle hareketinin daha da yükselerek (daha sonra olan buydu) kendilerini aşması ve bunun altında ezilme tehlikesinin olmasıydı. Mario Soares “Kuyuya tükürme gün gelir suyunu içersin” misali Spinolacıların içerisine tükürmek istemiyordu. Hatta onlara el altında destek veren “DHP’nin hükümette kalmasında ısrar ediyordu. ”(14) Soares içine tükürmediği kuyunun suyunu Kerensky’liğe soyunduğu 1975 yazında içti ve Spinolacı artıklar ile kiliseyi arkasına alarak devrimci harekete karşı beyaz terörü örgütledi.

PKP ile PSP sürekli bir şekilde İTB ile uzlaşma arıyorlardı. Onların üzerlerine gitmekten (özellikle de PSP) çekiniyorlardı. Ama alttan işçi hareketi onları pozisyon almaya zorladı.

Spinola’nın OGH içerisinde (Almeida, Bruno, Mario Monge gibi) önemli bir ağırlığı ile birlikte ordu içerisinde önemli güçleri bulunuyordu. Gericilerin 28 Eylül’de gösteri yapacağını duyan işçiler önce 12 Eylül’de Çalışma Bakanlığı önünde biten bir gösteri düzenlediler. Gericiliğin daha da yükselmesi karşısında 27 Eylül akşamı yüzlerce işletmenin ve mahallenin işçileri gösterilere başladı. Gösteriler kendiliğinden gelişince PKP ve PSP kitlelerden tecrit olmamak için işçilerin kurdukları barikatların arkasına geçmek zorunda kaldılar. Böylece gericilerin 28 Eylül gösterisi başarısızlığa uğradı. Ama darbe planları devam etti. Sadece geri çekilmişlerdi. Buna rağmen, bu karşı-devrimci ve faşist eylemlere karşın Mario Soares 3 Aralık 1974’te yani 28 Eylül olaylarından bir ay ve bir hafta sonra Le Monde’a Spinola ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulundu:
“General Spinola özel bir vatandaş olup, faşizmin devrilmesinde önemli bir tarihsel rol oynadı (…)Eminim ki, tarih Portekiz’de demokrasinin kurulmasında temel bir görev almış birisine adaleti teslim edecektir. ”(15)
Kendi iktidarını ortadan kaldırmak isteyen birisine söylenen bu sözler için ne demeli? Korkunç ama gerçektir. Bunun nedeni, kitle hareketinden ve bir sosyalist devrimden, faşizmden korktuğundan daha fazla korkan ve sosyalist devrimin yeminli düşmanı olan liberal burjuvazinin toplumsal konumudur.

28 Eylül 1974’ten sonra süreç Askerlerin otonom hareketinin gelişmesi ile 11 Mart 1975’ten sonra da işçi hareketinin gelişmesi ile karakterizedir.

28 Eylül’den sonra PKP, OGH içerisinde güçlenmeye başladı. 27 Eylül barikatlarına gönülsüz katılan PSP, 27 Eylül’de insiyatifi PKP’ye kaptırmıştı. Bu durum karşısında kitlelerden izole olacağını anlayınca harekete geçti. Bu noktada “Anti-tekel” mücadele ve özyönetim konularını işlemeye başladı. Amacı işçiler arasında güçlü olan PKP’yi zayıflatmaktı.

PSP’nin bu atağına PKP cevap vermekte gecikmedi. Ekim 1974 Kongresi’nde “proletarya diktatörlüğü”nü de programından kaldırarak, işçilerin özörgütlenmesine karşı çıkarak daha fazla bürokratik yöntemlere sarıldı. Kongre kamulaştırmalara hiç değinmedi. PKP giderek işçiler içerisinde PSP lehine taban kaybetmeye başladı. PSP OGH içerisinde de giderek gücünü sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Ayrıca “Sendikal Birlik” yasası projesi ile de PKP’nin sendikalar içerisindeki gücünü sarsmak istiyordu. PSP’nin sendikal birlik çağrısı DHP ve Maoculardan destek gördü.

28 Eylül’deki kazanımlar, faşistlere dokunulmadığı için tekrar erimeye başladı ve Spinolacılar tekrar 1975’in başlarında güçlenmeye başladılar. Eski rejimin temel direklerinin sökülmemesi (ekonomi, politik ve askeri olarak) sürekli bir şekilde onları eski rejimi restorasyon çabalarına itiyordu. 28 Eylül bir darbe değildi bir darbe provasıydı ama 11 Mart 1975 hareketi bir darbe girişimiydi, daha doğrusu orduyu ele geçirme girişimiydi. Böylece Spinola ülkede iktidarını kuracak gücü elde etmiş olacaktı. 11 Mart darbesini yüksek finans çevreleriyle (Espirito Santo, Champolimaud gibi) birlikte, ABD büyükelçisi Frank Carlucci ve CİA örgütlemeye çalıştı:
“İlginç bir şekilde altını çizmek gerekir ki, OGH ‘sosyalizme Portekiz yolundan’ı görüşürken, burjuva devletin baskı aygıtının tamamı, Salazar ve Caetano dönemindeki gibi aynı şekilde işlemeye devam etmek”teydi. (16)
Bu durum liberal unsurların faşistler ile uzlaşmaları sonucunda ortaya çıkmıştı. 11 Mart darbesine götüren gerici dalga, Şubat 1975’te “Ordu Konseyi” seçimlerinde, sağcı unsurların ordu içerisinde OGH adaylarını yenmesiyle başladı. İşte Spinola 11 Mart darbesini bu gerici dalgayı arkasına alarak gerçekleştirmek istedi.

11 Mart 1975’te, Spinolacılar, işçiler ile çok yakın bağlara sahip olan ve devrimci hareket tarafından etki altında olan RAL 1’e (Topçu Alayı) baskın yaptı. Amaç RAL 1’in kitleler ile birleşerek onların kalkanı ve savaşçı gücü olmasını engellemekti. RAL 1’e yapılan baskın karşısında bütün örgüt ve partiler (PKP, Sosyalist sol hareketi, Sosyalist Halk Cephesi, sendikalar ve hatta gönülsüz olsa da PSP) RAL 1’in önüne yığıldılar. Bu olay ile birlikte ülkenin hareketsiz olan kesimi de uyanmaya başladı. Darbeciler 11 Mart’ta feci bir yenilgi aldılar. RAL 1 askerleri darbecilerin kurşuna dizilmesini isteyen bir bildiri yayınladı. Spinola ve darbeciler Portekiz’den kaçtılar. 11 Mart’ta işçiler ile askerler iç içe geçerek sağlam bir birlik oluşturmaya başladılar.

DHP el altında darbecilere destek verdiği için hükümetten atıldı. Böylece gerici yüzü iyice açığa çıktı. Daha sonra 25 nisan 1975 seçimlerinden sonra Soares’in ısrarları sonucunda tekrar hükümete girdi. Aşırı-sağ ülkede yasaklandı. Darbeden sonra oluşturulan bir komisyon, bir çok kapitalist grubun, bankalardaki para hareketlerini inceleyerek ve tanıklar sonucunda, faşist darbeye destek verdiğini belirledi. Ama yine bir şey yapılmadı.

11 Mart darbesinin geçiştirilmesi ve kamulaştırılmaların yoğunlaşması ile kitle hareketinin radikalleşmesi giderek arttı ve kitle hareketinin “öz örgütlenme” biçimleri merkezileşerek “Ulusal Halk Meclisleri”ni ortaya çıkardı. Bununla paralel olarak, ordu içerisinde askeri komiteler oluştu (ki bunlar devrimci hareketin baskısı temelinde oluştu) ve üstlerini sıkı kontrol altına almaya başladılar. Bu durum OGH’nin daha sola kaymasına neden oldu.

11 Mart darbesi, işçi hareketinin gözlerini iyice açtı ve kitlelerin bilinçlerine kapitalistlerin ekonomik olanaklarının darbeye götürdüğünü kazıdı. Ülkenin her tarafında kamulaştırmalar tartışması başladı. Aşağı-yukarı bütün sendikalar ve işyeri örgütleri kamulaştırmaları istemeye başladılar. PSP ve PKP’nin özenle kaçtığı sorun, darbe sonrası, kitlelerin alttan baskısı sonucunda onları yakaladı.

Kamulaştırmalar, faşist hareketin toplumsal temelini yok etmek için kaçınılmaz toplumsal önlemler olarak işçi kitlelerinin bilinçlerine kazınmaya başladı. Her tarafta işçiler tarafından kamulaştırılmalar istenirken liberalizm bu sorunda da dansözlüğü elden bırakmadı:
“İşçiler tarafından istenen kamulaştırmalar, politik güçler tarafından çeşitli biçimlerde ele alındılar”(17)
18 Mart’ta SACOR’un genel meclisi petrol sektörünün kamulaştırılması ve bütün ekonominin işçi sınıfının hizmetine verilmesini isteyen bir karar aldı. Bunu bir çok sektördeki işçilerin kamulaştırma talebi izledi. İşçilerin baskısı karşısında Bakanlar Konseyi 15 Nisan 1975’te bir dizi önlemler ile birlikte bir dizi kamulaştırma kararı aldı: Bir tarım reformunun gerçekleştirilmesi;işsizlere yardım;bazı gerekli tüketim mallarının fiyatlarının dondurulması ile birlikte petrol, transport, çelik sanayinde bir dizi kamulaştılmalar yapılacağı kararını aldı. Geçici hükümetin amacı 11 Mart darbesinden sonra gelişen kitlenin öfkesini yatıştırmaya yönelikti.

Liberal burjuvazinin kamulaştırmalar sorununa yaklaşma biçimi dahi, onun İTB ve uluslararası tekeller ile uzlaşmacı siyasetini çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.

25 Nisan 1975 Kurucu Meclis seçimlerinde PSP zafer ile çıkmayı başardı. Seçim sonuçları şöyleydi: PSP % 37 oy ile 116 milletvekili, DHP %26, 4 ile 81 milletvekili, PKP % 12, 5 oy ile 30 milletvekili, DTM %7, 6 oy ile 16 milletvekili, DHH %4, 1 oy ile 5 milletvekili çıkardı.

Seçimler siyasal iktidarı tamamen liberal burjuvaziye veriyordu. 11 Mart darbesinin başarısızlığı ile siyasal iktidarın hegemonyası, İTB’nin küçük ve orta katmanlarından liberal burjuvaziye geçti. Yani devlet içerisindeki güç dağılımında nispi de olsa bir değişme, liberalizm lehine bir sola kayma sözkonusuydu, ki bunun asıl nedeni darbenin savuşturulmasıydı. Darbeyi önleyenler ise başta işçi hareketi olmak üzere genel olarak devrimci hareketti. Ama bunun meyvelerini toplayan ise liberal burjuvaziydi.

Yeni hükümet PSP, PKP, DHH ve DHP’den oluştu. Hükümette önderlik PSP’nin elindeydi. Çünkü mecliste en çok sandalyeye o sahipti. Ama liberal blok da kendi içerisinde istikrarlı değildi. İşçi ve askerlerin özerk örgütlenmelerinin gelişmesi, liberalleri paniğe sürükleyerek aralarındaki çelişkileri de keskinleştiriyordu.

Yeni hükümet mayıs ayının başlarında tütün, selüloz ve çimento sanayinde bir dizi kamulaştırma yaptı. Bu kamulaştırmalar kitleleri yatıştırma kamulaştırmalarıydı. Kamulaştırmalar ülkenin bütün sektörlerine yayılmıyordu. Özellikle yabancı sermayeye ve İTB’nin büyük işletmelerine dokunulmuyordu. Örneğin CUF grubunun bazı küçük işletmeleri kamulaştırılırken, asıl gövdesi dimdik ayakta duruyordu. Yabancı ve işbirlikçi sermayenin önemli bir bölümü 28 Eylül ve 11 Mart darbe girişimlerine katıldıkları halde hala daha onlara dokunulmuyordu. Yeni hükümetin kamulaştırma politikası aslında 11 Mart’tan önceki politikanın devamıydı. 11 Mart’tan önce Dışişleri Bakanı olan Melo Antunes kamulaştırmalar ile ilgili olarak çok açık bir konuşma yaptı:
“Hükümet, Batı Avrupa ülkeleri ile üretim ilişkilerini tehlikeye atacak olan maceracı yolu izlemeyecektir. ”(18)
Yeni hükümetin politikası 11 Mart’tan önceki politikanın devamıydı. M. Soares, öğütlerini ve desteğini aldığını W. Brandt’ların, H. Wilson’ların kapitalistlerinin işletmelerini nasıl kamulaştırabilirdi?Bu imkansız bir şeydi. Bu noktada komünist hareketin, Portekiz deneyiminden alacağı çok önemli bir ders ortaya çıkmaktadır: Uluslararası tekelci sermayenin ve İTS’nin mülkiyetlerinin kamulaştırılması, uluslararası emperyalist sistemin dışına çıkma ile eşanlama geliyordu. Bu noktada uluslararası burjuvaziyi karşısına alacak tek sınıf proletaryaydı ve bunu da ancak Komünist Enternasyonal aracılığı ile yapabilirdi.
“Bütün kamulaştırma kararnamelerinde, hükümet ve Devrim Konseyi, yabancı sermayeye dokunmamaya titizlik gösterdiler. ”(19)
İşçiler, kapitalistlerin sabotajlarının ve toplumsal krizin derinleşmesinin önlenmesinin, kamulaştırmalardan geçtiğini iyi kavramıştı. Bundan dolayı işçiler, işletmelerin idari dokümanları ve muhasebeleri üzerinde ve yine aynı şekilde stoklar ve istihdam üzerindeki kontrollerin kendileri tarafından yapılmasını istiyorlardı. Çünkü kapitalistler bilerek kendi işletmelerini zarara sürüklüyorlardı. Zamanla kapitalistlerin başka sabotajları, işçilerin dikkatini çok önemli bir başka soruna çevirdi: Dış ticaret tekelinin sağlanması.

Uluslararası bir tekel olan ITT, dış ülkelerde sattığı malların fiyatlarını kırıyordu ve el altında bunları müşterilerinden tahsis ediyordu. Böylece devletin resmi belgelerine kazancını eksik işleterek ya da zararda göstererek vergi kaçırıyordu. İşçiler devletin dış ticareti kamulaştırarak şirketlerin faturaları üzerinde tam kontrolü ele almasını istiyorlardı.

Kapitalistlerin sabotajları çok çeşitliydi. Örneğin Şili’de sermayelerini dışarı kaçıramayan kapitalistler ellerindeki sermayeleri lüks tüketim mallarına yatırarak, üretken ya da stratejik sektörlerden sermayelerini çekerek, ticari dengenin bozulmasını sağlıyorlardı. Portekiz’de ise burjuvazi, ellerindeki sermayeyi sanayi için gerekli malların ithalatından ziyade, önemsiz ikinci malların ithalatına ayırarak, sanayi üretiminin kapasitesinin düşük tutulmasını sağlayarak sabotaj yapıyordu.

Bütün bunlara karşın hükümet, uluslararası tekellerin ve İTB’nin mülklerinin temellerine dokunmuyordu, ki bu İTB ve uluslararası tekelci burjuvazi ile uzlaşma siyasetiydi.

Bütün bunlar olurken, küçük-burjuvazi bir yandan liberalizme destek veriyordu. Örneğin Maocuların PSP ile ittifaka girmeleri gibi. Bir yandan da liberalizme tavır almaya çalışıyorlardı. Yani tam bir yalpalama söz konusuydu. Net bir politikaları yoktu ya da geliştiremiyorlardı. Biraz sonra da göreceğimiz gibi yalpalamaları en açık bir şekilde burjuva demokrasisinin krizi döneminde ortaya çıktı.

IX-Burjuva Demokrasisinin Krizi Ve Komünist Hareketin Yokluğu

11 Mart’tan sonra Mario Soares’in korktuğu yani kitlelerin giderek radikalleşmesi gerçekleşti. Faşist darbenin savuşturulması kitle hareketinin radikalleşmesine neden olmuştu. Giderek liberal burjuvazi ve onu sağdan destekleyen İTB’nin küçük ve orta katmanları ile halk hareketi (küçük-burjuvazi yarı-proleterler, kendiliğinden işçi hareketi vs. ) arasında bir bloklaşma oluştu.

11 Mart’tan sonra OGH Spinolistlerden temizlenmişti ama buna karşın yine de sağcı unsurlar içinde vardı. 8 Temmuz 1975’te OGH’nin “Devrim Konseyi” nde çok az bir fark ile İşçi Komisyonlarına ve Morador Komitelerine dayanılarak Yerel Halk Meclisleri’nin kurulması kararı onaylandı. Bu devlete paralel devrimci bir iktidarın embiryonunun kurulması anlamına geliyordu. Yerel Halk Meclis’leri PSP, PKP ve DHP’nin dışında özerk bir hareket olarak gelişiyordu. Bundan dolayı PSP ve DHP bu karara şiddet ile karşı çıktı. Bu kararın onaylanmasından üç gün sonra yani 11 Temmuz’da hükümetten çekildiler. Hükümetten çekilme bir politik saldırı dalgasının habercisiydi.

8 Temmuz’da OGH’nin “Rehber Dokümanı”nın kararı, burjuva devletinin otoritesi sorunu üzerinde yoğunlaşan bir tartışmanın başlamasına neden oldu. Devrimci hareketin bu manevrasına, PSP 28 Temmuz’da bir kampanya ile karşılık verdi. PSP bir “Ulusal Selamet Hükümeti”(USH)nin kurulması gerektiğini belirtiyordu. Bu USH “halk anarşizmi” (OGH’nin aldığı kararı halk anarşizmi olarak değerlendiriyordu) ve disipsizlink ile mücadele ederek devlet otoritesinin yerleşmesini sağlayacaktı. PSP, bu devlet otoritesini 25 Nisan 1975 seçimleri ile Anayasal Meclis tarafından kendisine verilmiş bir hak olarak görüyordu. Böylece USH Anayasal Meclis’in iradesini yerine getirecekti. Yani devrimci haeketi ezecekti.

PSP OGH içerisinde de kendisine destek arıyordu ve bu desteği OGH’nin sağ unsurları arasında buldu. OGH içerisinde “Dokuzlar Grubu” denilen bir grup oluşmuştu. Bu grup giderek güçlenen işçi ve emekçilerin özerk örgütlenmeleri karşısında paniğe kapılmaya başladı ve devletin tamamen çökmesine doğru giden bir düzensizliğin her tarafa yerleşmekte olduğunu görüyordu. Dokuzlar Grubu, AET ve AELE ile sıkı bir işbirliği istemekteydiler. Onlara göre “kamulaştırmalar öyle bir ritm ile ilerlemektedir, ki kabul edilmesi olanaksızdır.” (20)

Geçici Hükümet’ten PSP ve DHP’nin ayrılması ile hükümet PKP’ye bağlı gibi görünüyordu. Hükümetin politikasının başarısızlığı PKP’ye kesiliyordu. Temmuz ve Ağustos aylarında kaybeden PKP oldu.

Temmuz ayından itibaren yani PSP ve DHP’nin hükümetten ayrılmasından sonra Costa Gomes tarafından yönetilen Antunes ve Mario Soares tarafından desteklenen bir kampanya giderek güçlenen devrimci harekete karşı örgütlenmeye başlandı. Bu karşı-devrimci blok, bir molanın gerekli olduğunu, devrimin çok uzağa gittiğini belirtiyordu (21). PKP, PSP’yi Spinola gibi bir darbe ile iktidarı ele geçirmek ile suçluyordu. PSP de “Demokratik otoritenin sağlanması”, ”halk anarşizmi” ile ve “işyerlerinde disiplinin sağlanması” için mücadele ettiğini belirtiyordu. PSP bütün bunları AET ve AELE’den gelecek dış yatırımları güvence altına almak için yapıyordu. PKP ile PSP birbirlerini “sosyal-faşistlik” ile suçluyorlardı.

Temmuz’un ortasından itibaren, PSP’nin çanak tutmasıyla Hristiyan gericiliğin saldırıları, devrimci basını ve kurumlarını hedef almaya başladı. 16 Temmuz’da işçi komisyonları ile morador komiteleri bir gösteri çağrısı yaptı. Bu gösteride RALİS zırhlı birlikleri ile göstericiler San Bento sarayı önünde birleştiler. Bu gösteriye PSP 18 Temmuz’da düzenlediği bir gösteri ile karşılık verdi. PSP Antas de Porto stadyumunda 70 bin kişilik, Lizbon’da da 100 bin kişilik bir gösteri düzenledi. Göstericiler hükümet başkanı olan Vasco Gonçalves’in istifasını istiyorlardı.

Devrimci hareketin bir çok kurumlarına düzenlenen saldırılarda bir çok devrimci yaşamını kaybetti. Ama Ağustos ayında kitle hareketi yükselişini sürdürdü. Temmuz ayında PSP lehine olan dalga Ağustos ayında, işçi komisyonları ile morador komitelerine doğru döndü. Bu komiteleri devrimci hareket destekliyordu (Sol Sosyalistler, Demokratik Hak Cephesi, Komünist Enternasyonal Ligi, Proleteryanın Devrimci Partisi-Devrimci Tugaylar ). 14 Ağustos’ta PSP’nin 10 bin kişilik bir gösteri düzenlemesine karşılık, işçi komisyonları ile morador komiteleri 50 bin kişilik bir gösteri düzenlediler.

Bir çok işletmede, işyerindeki komite seçimlerinde, devrimci hareketin listeleri PKP ve PSP’yi geride bırakıyordu. PKP hem devrimci hareket karşısında hem de PSP karşısında pozisyon kaybediyordu. 20 Ağustos’tan sonra Portekiz proleteryasının militan unsurları İşçi Komisyonları etrafında birleşmeye başladılar. PSP ve OGH içerisindeki Dokuzlar grubuna vede onları destekleyen faşistlere karşı gelişen bu hareket, ulusal çapta bir KONGRE (işçi komisyonlarından, morador komitelerinden ve asker komitelerinden oluşan) düzenleyebilecek bir duruma geldi. Bu noktada küçük-burjuvazinin yalpalaması ve kararsızlığı kendisini gösterdi. İK, MK ve asker komiteleri etrafında gelişen hareket, burjuva devletine paralel olarak gelişen bir işçi devletinin tohumlarını içinde taşıyordu. Yani bir ikili iktidar durumu fiiliyatta oluşmuştu. PSP’nin oturtmak istediği “burjuva parlamenter” otorite ile İK, MK ve asker komitelerinin giderek işçi devletini tohum halinde içinde taşıyan otoritesi, birbiriyle yan yana ve mücadele halindeydiler.

İK ile MK hareketi, büyük bir gelişme göstermişken, PKP’nin manevrası geldi. Kitlelerden tecrit olacağını anlayan PKP, İK ve MK’ye bir cephe kurma teklifinde bulundu. Amacı yeni hükümette işçi haeketini arkasına almış olarak iyi bir pozisyon elde etmekti. İşte bu noktada İK ve MK içerisinde etkili olan küçük-burjuva unsurlar PKP ile bir pakt imzalanmasını kabul ettiler. Bu liberalizme verilmiş büyük bir ödündü ve PKP aracılığı ile işçi hareketi burjuvaziye bağlanıyordu. Tam bir ulusal kongre örgütleme düzeyine gelmiş olan hareket, PKP ile paktından dolayı sistemin dışına doğru hareket etme yetisini ortadan kaldırdı.

İşçiler reformistlerden (PSP, PKP, DHH) ayrılmaya başlayıp sola doğru kendiliğinden akarlarken onları karşılayabilecek gerçek bir KOMÜNİST PARTİSİ yoktu. Ancak bir komünist partisinin bilinçli yönlendirmesi altında, İK ile MK’nin içerisinde barındırdığı tohum halindeki sosyalist demokrasinin öğeleri, Cunhal ve Soares’in demagojik tezlerini kitlelerin gözleri önünde yerle bir ederek onları sosyalist bir iktidara taşıyabilirdi. Bu örgütlenmelerin (İK, MK) gelişememelerinin ve zayıf kalmalarının nedeni, biçim itibariyle bütün işçi sınıfına ait olmalarına karşın, içeriklerinin proletaryanın bağımsız politik örgütlenmesinin dışında, küçük-burjuva unsurlar tarafından doldurulmuş olmasıydı. Bu ise bu örgütlerin oynaması gereken rolü oynayamamasına neden olurken aynı zamanda burjuva demokrasisinin uzantısı biçiminde kalmasına da neden oluyordu.

1975’in Kasım ayında kitle hareketi tekrar yükselmeye başladı. PKP ile imzalanan paktın bir aldatmaca olduğu otaya çıktı. 7 Kasım’da Rönesans radyosu devrimci hareket tarafından işgal edildi. 13 Kasım’da milletvekilleri ile birlikte Başbakan işçiler tarafndan ele geçirildi. 16 Kasım’da devrimci hareketin önderlik ettiği ve hükümeti hedef alan etkili bir gösteri yapıldı. 20 Kasım’da hükümet olaylar karşısında çaresiz kaldığını itiraf ederek, ordudan düzenin sağlanmasını istedi. Bir gün sonra Devrim Konseyi Ortelo de Carvalho’yu görevden aldığını yerine V. Lourenço’yu atadığını bildirdi. Bu atamayı Melo Antunes’in başında olduğu Dokuzlar grubu (Soares ile ittifak halindeydiler) yapmıştı. Askerler buna karşı isyan ettiler ve 28 Kasım’da bir halk iktidarının kurulması doğrultusunda bir darbe yapmak istediler. Darbe başarısızlıa uğradı. Darbeye burjuvazi bir karşı-darbe ile karşılık verdi. General Ramalho Eanes’in darbesi ile burjuvazi rahat bir nefes aldı. General Eanes daha sonra, Haziran 1976’da Cumhurbaşkanı oldu.

X-Sonuç

Portekiz’de faşizmin devrilmesi ve sonrasında devrimci bir durumun oluşmasına kadar götüren olaylar zinciri, komünistlerin alması gereken büyük derslerle doludur. Portekiz devriminden bir kaç sonuç çıkarmadan önce kısaca bu devrimin uluslararası etkilerini ele almakta fayda vardır. Portekiz devriminin çok önemli üç uluslararası etkisi oldu:

    1.    Emperyalist karşı-devrimin çok önemli bir kurumu olan NATO’nun otoritesini Akdeniz’de zayıflatıyordu. Bu durum Akdeniz’in atlantik kısmına yakın olan yerlerde, emperyalizmin politik ve askeri olarak zayıflamasına neden oluyordu.
    2.    Devrim Portekiz’in sömürgelerine (Angola, Gine Bissu, Mozambik) bağımsızlık getirerek, Güney Afrika’daki stratejik dengeleri sarstı.
    3.    Avrupa emperyalizminin korktuğu bir durum, Portekiz devrimi ile aynı anda gelişen İspanya ve Yunanistan devrimlerinin birleşerek Avrupa’daki sınıf dengelerini altüst etmesiydi. Eğer böyle bir şey olmadıysa, bunun nedeni bir Komünist Enternasyonal’in olmayışıydı.
Portekiz’de eğer İTB ve uluslararası tekelci burjuvazi, iktidarlarını burjuva-demokratik bir biçimde kurabildilerse bunun çok öneli nedenleri vardır. Bunlar kısaca:

a-25 Nisan 1975 darbesinden sonra, Avrupa emperyalizminin desteğini alan, İTB’nin küçük katmanından, liberal burjuvaziden ve onlara eklemlenen küçük-burjuvaziden oluşan burjuva-demokratik blokun ya da bu sınıfların yapmış olduğu ittifakın, devrimin başından sonuna kadar korunmuş olmasıdır. Bu ittifak içerisinde yer alan hiçbir sınıf bu ittifakı koparmak istememiştir (Küçük-burjuvazi de dahil. Ağustos 1975’te PKP ile imzalanan pakt bunun gösterir). Bu ittifakın korunması, burjuva demokrasisinin sürekli güçlü kalmasına ve geniş bir cephe oluşturmasına neden olmuştur.

b-Burjuva-demokratik cephenin, kendi içerisinde az çok istikrarlı kalmasına neden olan en büyük etken, bu üç sınıfın kendi aralarındaki çelişkilerinden yararlanamayan ya da onları keskinleştiremeyen bir Komünist Partisi’nin olmayışıydı.

c-İhracata dönük sanayileşme, İTS ile uluslararası tekelci sermayenin iç içe geçişini geliştirirken, sermayenin daha büyük boyutlarda merkezileşmesine neden oluyordu. Bu merkezileşme, bir yandan işçi sınıfının ortak sömürüsüne yol açarken, ara sınıfları (orta burjuvazi ile küçük-burjuvaziyi) da İTB ile uluslararası tekelci burjuvaziye bağlıyordu. Bundan dolayı küçük-burjuvazi sermayenin merkezileşmesinden dolayı daha fazla yıkıma sürüklenirken aşırı derecede kararsız hale gelmişti. Bu durum onun politik tavrı üzerinde de etkili oldu. Portekiz’de küçük-burjuvazi kararlı ya da devrimci bir şekilde “anti-emperyalist” olamıyordu. Çünkü emperyalist sömürü işçi sınıfından artı-değer sızdırmaya dayanan modern bir sömürgecilikti. Küçük-burjuvazinin kendisi de ücretli emek sömürdüğü için, uluslararası tekelci burjuvaziye karşı devrimci bir tavır takınamıyordu. Onun amacı tekelci sermayenin baskısından kendisini göreceli olarak kurtaracak önlemlerin alınmasıydı, ki bunlar da reformlardı. Yani kısacası küçü-burjuvazinin anti-emperyalist olabilmesi için anti-kapitalist olması gerekiyordu, ki bu da onun tarihsel doğasına ters düşüyordu. Portekiz devriminde küçük-burjuvazinin devrimci bir sınıf değil, reformist bir sınıf olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durum burjuva demokrasisinin istikrar kazanmasında önemli bir etken olmuştur.

Portekiz devriminden yararlanılarak, proletaryanın doğru bir stratejik ve taktik geliştrmesi olanaklıdır. Özellikle de küçük-burjuvaziye karşı takınılacak tavır noktasında önemli dersler barındırmaktadır. Proletaryanın küçük-burjuvazi ve liberal burjuvaziye karşı tavrının ne olması gerektiği sorununu da başka makalelerde ele almaya çalışacağız.




KAYNAKLAR

10-a. g. e. s. 310.
11-a. g. e. s. 17.
12-a. g. e. s. 62.
13-a. g. e. s. 217-218.
14-a. g. e. s. 219.
15-a. g. e. s. 218.
16-a. g. e. s. 198.
17-a. g. e. s. 95.
18-a. g. e. s. 82.
19-a. g. e. s. 112.
20-a. g. e. s. 252.
21-a. g. e. s. 255.

(5*) 2 Nolu dipnota bakınız.
(6*) Bu durum az ileride ele alınacak.
(7*) Devrimci Bülten’in geçmişteki sayılarında,Türkiye’de faşist diktatörlüğün çözülüş biçimleri ve olasılıkları üzerinde dururken,böyle bir gelişim olanağını dıştalamıştım.Bunun nedeni,İTB’nin küçük katmanının,çözülüş döneminde iktidarı elinde tutamayacağını gözönüne almamdı.Bu durum doğru olmakla birlikte,insiyatif elinde  kaçsa bile daha sonra,bu katmanın güç bloku içerisinde hegemonya mücadelesini kızıştırmayacağı anlamına gelmez.Bu katmanın politik manevralarına bundan böyle daha büyük bir dikkat göstermek gerekir.


|
_ _