 |
 "ENTEGRE STRATEJİ" VE ORTADOĞUK.Erdem
I-Giriş AKP'nin son dönemlerde PKK ve Kürt sorununda gerçek niyetinin ne olduğunun ipuçlarını bize en iyi veren bölge Ortadoğu'dur.Dikkatleri sadece Türkiye'deki olaylara ama özellikle de İmralı adasında tutuklu bulunan Abdullah Öcalan'a yöneltmek ; yine Başbakan Erdoğan'ın ve AKP'nin bazı kadrolarının "bu süreci provoke edebilirler" ya da "bu sürecin provoke edilmesine izin vermeyeceğiz" gibi açıklamalarına takılıp kalmak,kesinlikle büyük fotoğrafı gözden kaçırmaya ya da Erdoğan ve AKP'nin psikolojik operasyon ve yönlendirmelerine takılıp kalarak asıl niyetlerini gözden kaçırma tehlikesini barındırmaktdır.
İşin gerçeği şudur ki asıl "bu sürecin provoke edilmesine izin vermeyeceğiz" diyen Erdoğan ve AKP yöneticileri, bu sürecin asıl sabotajcılarıdır ve bunu da PKK'nin üzerine yıkarak yapmak istemektedirler.
AKP ve devletin "barış görüşmeleri" altına sakladığı ve 1992 yılındaki topyekün savaş konseptine çok benzeyen "Entegre Strateji"nin gerçek yüzü, bu politikanın Ortadoğu'daki saç ayakları yakından incelendiğinde tamamen ortaya çıkmaktadır.Ortadoğu'daki bazı somut gelişmeler ve olaylar,İmralı'da Abdullah Öcalan ile başlatılan sözde "barış görüşmeleri"nin aslında bir psikolojik harpin ve kamuoyunu aldatma ve yönlendirme politikasının bir parçası olduğu görülmektir.
Zaten son dönemlerde Cengiz Çandar gibi deneyimli gazetecilerin İmralı'daki görüşmeler ile Suriye ve Rojova'daki gelişmeler arasındaki tutarsızlıklara parmak basması;Suriye Ulusal Konseyi'nin PYD ve YPG ile ilgili açıklamaları ve de bölgeye giden (örneğin BBC ekibiyle birlikte Güney Kürdistan'a giden Dr.Mustafa Peköz'ün gözlemleri-az aşağıda değineceğiz) bazı araştırmacı ve gazetecilerin açıklamaları,AKP'nin Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünden yana olmadığını tam tersine Entegre Strateji konsepti ile PKK'ye ve Kürt ulusal hareketine karşı bir topyekün savaş yürütmekte olduğunu ortaya koymaktadır.
Onun için AKP'nin Entegre Strateji'sinin gerçek yüzünü,bu politikanın Ortadoğu'daki ayaklarını anlayarak ve bu bölgedeki iç bağlantılarını açığa çıkararak daha iyi anlayabiliriz.Bu stratejinin Ortadoğu bağlantılarını, Türkiye'deki "barış görüşmeleri" ile birbirine bağladığımız zaman, bu sürecin en büyük provokatörünün yine hükümetin kendisi olduğu ortaya çıkmaktadır ki bunun Türkiye'deki bütün halkları aldatan ve onların barış umutlarıyla oynayan bir politika olduğu ve de tarihsel sorumluluğunun ve sonuçlarının da büyük olacağı anlamına gelmektedir.
RT Erdoğan ve AKP,bir kesim burjuva medyayı baskı altında tutarak ve yine kendine bağlı medyayı da kullanarak büyük bir psikolojik operasyon ile kendilerini "güvercin" ve "barış yanlısı" gibi göstermeye çalışmaktadırlar ve de Kürt ulusal hareketini de bunun tersi biçiminde göstermeye büyük çaba sarfetmektedirler. Hatta hükümet,Türkiye halklarına karşı yürütmekte olduğu psikolojik operasyonu kendi içerisinde bir işbölümü yaparak da uygulamaktadır.Bu noktada sadece bazı isimler konuşmakta ve hata yapılmaması için başkalarının konuşmasına izin verilmemektedir.Bu psikolojik operasyonun yöneticileri başta Orkestra Şefi (Maestro) olarak Başbakan RT Erdoğan,MİT müsteşarı Hakan Fidan, Bülent Arınç,Adalet Bakanı Sadullah Ergin,Hüseyin Çelik,Mehmet Ali Şahin,Beşir Atalay ve Erdoğan'ın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan'dır.Bu kadroların belirli bir plan dahilinde hareket ettiklerinden zerre kadar kuşku yoktur.
Hükümet'in bu kadrolarının "barışçıl" görünüm altında saldırgan bir siyaset güttüklerinin ilk sinyalini Erdoğan'ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan verdi. İmralı'da A.Öcalan ile yapılan görüşmeler kamuoyuna açıklandıktan sonra bir değerlendirme yapan KCK Başkanı Murat Karayılan'ın açıklamalarını saptıran ve A.Öcalan ile PKK Başkanlık Konseyi arasında bir sorun varmış gibi gösteren ve de bu yönde nedense (?) büyük bir zorlamaya giren ilk Yalçın Akdoğan oldu.RT Erdoğan'dan sonra,PKK'ye karşı psikolojik operasyonun ilk başlatıcısı ve de bu noktada asıl niyetin ne olduğunu (A.Öcalan ile PKK arasında bir bölünme yaratma hedefi) ilk deşifre eden Yalçın Akdoğan'dır. İmralı'daki görüşmeler ile ilgili olarak ama özellikle de gerillaların sınır dışına çıkması ya da bir silah bırakılması noktasında A.Öcalan ile direk görüşmeleri gerektiğini belirten (ki bundan daha doğal bir şey yok!) Murat Karayılan'a karşı Y.Akdoğan'ın yapmış olduğu değerlendirme "çerçeveletilip ve duvara asılacak" türdendir:
"Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi başdanışmanı ve Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, Kanal 7'nin sorularını yanıtladı.
Akdoğan, Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk ve BDP Milletvekili Ayla Akat Ata’nın İmralı’ya gitmesi konusunda değerlendirmelerde bulundu.
Yalçın Akdoğan, terörle mücadelenin çok boyutlu olduğuna dikkat çekerek, "Bu süreçten sonra kim samimi, kim değil göreceğiz" dedi.
Akdoğan, İmralı ile görüşmenin temel amacının örgütün silah bırakması olduğunu belirterek, “Karayılan'ın açıklamalarını afaki gördüm. Abdullah Öcalan'ın iradesine karşı bir tavır sergiliyor. Öcalan'a racon kesiyor. Kandil'den gelen açıklamalar ben de negatif bir etki uyandırdı" ifadesini kullandı.
Ana muhalefet partisinin çözüme katkı sağlaması için net bir duruş sergilemesi gerektiğini ifade eden Akdoğan, CHP kadar BDP'nin takınacağı tavrın da önemli olduğunu belirtti. (www.ntvturk.com)
Yalçın Akdoğan'ın açıklamalarından İmralı görüşmeleri ile hükümetin yapmak istediği bellidir: a-"Bu süreçten sonra kim samimi, kim değil göreceğiz" derken, hükümetin masaya oturuyor gibi yaparak aslında oturmadığını bildiği için,Oslo'da olduğu gibi görüşmelerin kesilmesinin sorumluluğunu PKK'nin üzerine yığmaya çalışmak. b-Murat Karayılan'ı A.Öcalan'a "racon kesiyor" (bu özellikle bilerek bulunmuş ve üzerinde özenle düşünülmüş bir sözcüktür) gibi göstererek de aslında devletin bu görüşmelerdeki amacının PKK'nin önderlik makamını bölmek olduğunu ve BDP'yi de A.Öcalan'a doğru iterek,PKK ile A.Öcalan arasında bir cepheleşme ve bölünme yaratmak istediğini açıkça ortaya koymuştur.
Paris suikastinde ise AKP'nin alelacele daha ortada bir somut veri yokken "örgüt içi hesaplaşma" gibi olayı göstermeye çalışması,kamuoyu tepkisinden dolayı, Bülent Arınç'ın "üçüncü kişilere" dikkati çekerek olayı "yumuşatması" nasıl planlı bir durumun olduğu ve AKP'de nasıl bir rol dağılımının olduğunu göstermektedir.
Hükümet'in A.Öcalan ile görüşmeler ve Paris suikastindeki tutumunu Ortadoğu'daki politikası ile birleştirdiğimiz zaman,fotoğrafın geneli ve hükmetin niyeti açıça ortaya çıkmaktadır.
II-AKP Hükümeti,Suriye ve Rojava Türkiye'nin Ortadoğu'da stratejik durumunun gittikçe kötüleşmesine neden olan en önemli olay hiç kuşkusuz Suriye içsavaşıdır.Üstelik Suriye'deki içsavaş, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün belirtmiş olduğu gibi Türkiye açısından istenmeyen en kötü seçeneğin ortaya çıkmasıyla karakterizedir. Aslında bu durum Türk iç politikasının Suriye'ye bir tür yasımasıdır ve Türkiye'nin Suriye'de düştüğü politik açmaz,on beş yıldan beri ABD-AB blokunun niçin Türkiye'ye burjuva demokrasisi yönünde reform yaptırmak istemesinin anlaşılması açısından da önemlidir.Türkiye içeride reform yapamamanın bedelini,etrafındaki bölgelerden politik olarak tecrit olmak ile ödemektedir ama daha da önemlisi bu tecrit geliştikçe, Türkiye maceracı ve "Batılı" müttefikleri ile çelişen politikalara ve müttefiklere sürüklenmektedir.
Aslında Arap Baharı,ABD-AB blokuna,11 Eylül saldırılarından sonra ortaya çıkan tarihsel fırsattan sonra çok daha önemli ikinci bir tarihsel fırsat sunmuştu. Arap Baharı'ndan stratejik olarak kötü bir biçimde en çok etkilenen Rusya-Çin-İran-Suriye kampı olmuştur.Suriye'nin düşmesi ve "Batı"ya bağlanması, İran rejiminin düşüşünü bir zaman sorununa indirgeyeceği gibi,İran'ın düşüşü ile birlikte de "Batı"nın Kafkasya ve Orta Asya'ya uzanması ile Rusya ve Çin üzerindeki baskısı,dolaylılıktan dolaysızlığa dönüşerek bu son ülkelerin iç politikasının baskı altına alınması ile sonuçlanacaktır.Artık bu aşamadan sonra bu ülkelerdeki (yani Rusya ve Çin) rejimlerin değiştirilmesine yani "Batı"nın egemenliği altına alınması politikasına geçilecektir.Rusya,Çin ve İran'ın Suriye'de bu kadar direnmelerinin nedeni budur.
Şayet Türkiye ABD-AB blokunun 1999'dan beri çok istediği reformları yapmış olsaydı (ki bu Türkiye'nin artan bağımlılığına da neden olacaktı), politik standartlarını ABD-AB bloku düzeyine getirmiş olsaydı ve de PKK ile Demokratik Cumhuriyet temelinde anlaşabilmiş olsaydı,Arap Baharı'nda ortaya çıkan tarihsel fırsatın kesin galibi "Batı" emperyalistleri olacaktı. Türkiye'nin reform yapamamasının sonuçları Suriye'deki içsavaşta doğru politik orantıların tutturulamaması ve doğru politik değerler etrafında geniş bir temele oturan bir muhalif yapılanmanın oluşturulamamasının da temelini oluşturmuştur. RT Erdoğan ve AKP, Esad ve rejiminin kanlı yüzünü teşhir ederken,Suriye'deki muhalefeti çok dar bir politik temele (Kürtleri,Nusayrileri ve Dürzileri vs. dışlayan) hapsederek Esad'ın döktüğü kanda büyük bir payının olduğu gerçeğini de değiştiremez.Tarih bunu böyle yazacaktır!
AKP hükümetinin Suriye'deki içsavaşta bu kadar önplana çıkmasının ve aktif olmasının nedeni,Suriye'nin "Iraklaşması" korkusuydu ve Kürtlerin Suriye'de de Irak'taki gibi bir statü elde etme endişesiydi.Yani AKP hükümetinin Suriye'deki içsavaşa dahil olması "anti-demokratik" değerler temelinde ortaya çıkan bir politikaydı.Böyle bir politikanın Suriye'de giderek El Kaideci Nusra Cephesi ve Şam Grubu gibi aşırı islamcı terör grupları ile kolkola girilecek bir noktaya evrilmesinde şaşılacak bir durum yoktur.Türkiye onbeş yıldır savsakladığı reformların bedelini bugün bu terörist grupların yanına yuvarlanmak ile ödemektedir.Üstelik bu kolkolalık Türkiye'nin "Batı"lı müttefikleri ile olan politikalarını da olumsuz etkilemektedir.
Türkiye'nin Suriye'de Baas rejiminin yıkılmasının insiyatifini üzerine almasından sonra ve bu politikanın geçen yılın bahar ayında iflas etmesinin açığa çıkmasından sonra,ABD giderek ağırlığını koyarak bu politikanın değiştirilmesi için çaba sarfetmeye başladı.Libya'da Kaddafi'yi deviren ve ABD ve müttefiklerinin içsavaş sırasında yardım ettiği aşırı İslamcıların ABD Büyükelçisi'ni öldürmeleri de hiç kuşkusuz ABD'nin yeni Suriye politikasını hızlandırmasında önemli bir yere sahip oldu.
Suriye'deki muhalefetin başarısızlığının onun dar politik temelinde yattığı ve bu dar politik temelin odağında da Türkiye'nin olduğu ABD-AB bloku açısından giderek sabit bir görüş haline gelmektedir.Onun içindir ki Suriye muhalefetinin yeniden yapılandırılmasına gidilmiş ve muhalefetin merkezi Türkiye'den Katar'a taşınmıştır.Bununla birlikte de Türkiye'ye Suriye'deki muhalefetin politik tabanının geliştirilmesi ve Kürtleri,Nusayrileri ve Dürzileri kapsayacak kadar genişletilmesi için baskı yapılmaya başlanmıştır.Ayrıca aşırı İslamcıların da tecrit edilmesi ve yeni muhalefet hareketinden koparılması anlayışı da kabul edilmiştir.
Bu yeni muhalefet oluşmayana kadar da ABD-AB blokunun Esad'ı devirme niyeti yoktur.Esad'ın devrilmesine geniş tabanlı ve Suriye halkının genelini kucaklayan bir muhalefet hareketi oluşunca hız verilecektir. İşte bu noktada Türkiye'ye önemli görevler düşmektedir.Bu görevlerden ilki, PYD'nin Suriye Ulusal Konseyi'ne (SUK) entegre olmasını yani Türkiye'nin Suriye'de PKK ile bir tür beraber hareket etmesinin kabul edilmesidir.Bu istek Türkiye'nin Suriye politikası ile taban tabana zıttır kaldı ki Türkiye'nin Suriye'deki içsavaştaki aktif politikası tam da bunu önlemeye dönüktü.Türkiye'nin daha doğrusu AKP'nin bunu kabul etmesi, Suriye politikasının tamamen iflas ettiğini gösterir ki bunun iç politikadaki sonuçları bir "politik deprem" etkisi ile eşdeğerde olur.
Türkiye'nin Suriye'de PKK ile Baas rejimine karşı işbirliğine girmesi,onun Türkiye'de daha doğrusu Kuzey Kürdistan'da PKK'ye karşı mücadelesini anlamsız hale getirir ve iç politikada Kürt sorunun barışçıl çözüm baskısının artmasına neden olur.Bundan kaçan bir hükümet ise sadece politik zemin kaybeder.Bundan dolayı Suriye'deki gelişmeler ve sürecin Türkiye açısından olumsuz evrimi,AKP'nin omuzlarında reform baskısını ve onun PKK ile masaya oturma baskısını arttırmıştır.Bunu yapamayan Türkiye'yi Suriye'de bekleyen politika,2003 yılında Irak'taki politikanın bir benzeri olup,ABD-AB-İsrail'in olayların acil ve yakıcı baskısı karşısında adım adım PKK,PYD ve PJAK'a yaklaşması olur.İşte Türkiye'nin bu yakınlaşmayı önlemesinin tek çaresi PKK'yi politik denklemden çıkarması ile mümkündür.Aksi taktirde bu yakınlaşma gelecekte içeride AKP hükümetini yıkacaktır.
İşte Entegre Strateji'nin Suriye ve Rojova ayağı bu politik çerçeveden çıkmaktadır.AKP hükümeti,Suriye'de ABD'nin yeni politikasını devreye soktuğu ve yeni muhalefet oluşana kadar bir "nefes molası" taktiğini benimsediği sırada Entegre Strateji'yi devreye sokmuştur.Bu stratejinin Suriye ayağını Rojova'da PYD'nin zayıflatılması ve sindirilmesi oluşturmaktadır. Ayrıca Türkiye SUK'un PYD ile yakınlaşmasını da her yol ile de durdurmaya çalışmak istemektedir ve bunu da yine Suriye'deki El Kaideci gruplara yaklaşarak yapmaya çalışmaktadır.Hatay'ın Cilvegözü sınır kapısında on üç kişinin ölümüne ve bir çoğunun yaralanmasına neden olan patlayan arabanın arkasında Suriye'deki El kaideci grupları kullanarak SUK'a gözdağı vermeye çalışan Türkiye'nin olduğu şüphesi bütün medyayı sarmış durumdadır.Suriye'de bütün mesele Türkiye'nin Nusra Cephesi gibi gruplarla politikalarının örtüşmekte olmasıdır.
Türkiye Rojova'da Nusra Cephesi ve Şam Grubu gibi grupları kullanarak ve bunları PYD ve YPG'ye saldırtarak buradaki kontrolü ele geçirmek istemektdir.Türkiye'nin Rojova'daki politikası PKK'yi kuşatma ve bastırma politikasının somut bir kanıtıdır ve AKP'nin barış isemediğinin en önemli kanıtıdır.
Zaten giderek medyada bazı yazar ve gazeteciler,Türkiye'nin Suriye'deki Kürt politikasının içeride İmralı'da A.Öcalan ile başlatılan barış görüşmeleri ile tezatlık oluşturduğunu ve bu görüşmeleri sabote eden bir niteliğe kavuştuğunu yüksek ses ile dillendirmeye başlamışlardır.Bu noktada deneyimli ve saygın bir liberal gazeteci ve yazar olması bakımndan Cengiz Çandar'ı belirtmek yeterlidir.Cengiz Çandar'ın 8 Şubat 2013 tarihli Radikal Gazetesi'nde yayımlanan makalesi tam da bu noktaya değinir.Kaldı ki daha sonra Erdoğan Cengiz Çandar'ın yazısına isim vermeden atıfta bulunarak yazdıklarının gerçek olduğunu kabul etmiştir.Bu makaleden bazı alıntılar yapmayı düşünüyordum ancak makalenin her tarafı önemli olduğu için yazarın affına sığınarak bütün makaleyi buraya aktarmak istiyorum:
" İmralı’da “pişen aş”a Suriye’de “su katmak”…. Türkiye’nin hemen dibindeki bir noktada iki aydır süregelen ve son iki haftadır şiddetlenmiş olan çatışmalar, “İmralı Süreci”ni yoldan çıkartacak bir potansiyele sahip ama Türkiye’de pek kimse –şimdilik- bu konunun farkında değil. Önemini de idrak etmişe benzemiyor. Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinin bitişiğinde yer alan Rasulayn’da (Kürtçesi Serekaniye) PKK’nın Suriye uzantısı bilinen PYD’ye bağlı YPG güçleriyle Türkiye’nin desteğindeki Arap örgütleri arasındaki şiddetli çarpışmalar. Serekaniye ile Rasulayn aynı anlama geliyor. Pınarbaşı demek. Bitişiğindeki Ceylanpınar ile de anlam yakınlığı var. Sadece bir demiryolunun sınırı çizdiği yerleşim yeri, Türkiye-Suriye sınırının birçok yerinde olduğu gibi Türklerle Arapları ayıran değil, Kürtleri bölen bir sınır. Zaten oralarda yaşayan Kürtler, Türkiye ve Suriye sözcüklerini kullanmazlar. “Ser xat” ve “bin xat” diye tarif ederler nerede yaşadıklarını, yani “hattın üstü”nde ya da “hattın altı”nda; hat, demiryolu hattı. Upuzun sınır (ve demiryolu) hattında niçin Kamışlı-Nusaybin, Mardin-Nusaybin yolu ile Amude, Tel Abyad-Akçakale, Carablus-Karkamış gibi yerlerde durum hiç farklı değilken, Suruç’un tam karşısındaki Kobani ve Hatay-Gaziantep-Kilis sınırları üçgeninin ortasına düşen Afrin’de de PYD hakimiyeti varken, niçin oralarda benzeri bir çatışma olmadı da, Serekani’de (Rasulayn) oluyor. Serekani, nüfusunun büyük çoğunluğu Kürt, Arap mahalleler de var, Süryaniler de yaşıyor. Ama bu “mozayik” başka bir çok yerde var. Niçin Serekaniye? Bu soruyu, Erbil’de yayınlanan ve Neçirvan Barzani’nin kontrolünde olduğu bilinen Rudaw gazetesine bir demeç veren PYD lideri Salih Müslim, “Araplar, Serekaniye’de kontrolü ele geçirirse, Derik’i ve Haseke’ye kadar olan bölgeyi de denetim altına alacaklardır” diye cevapladıktan gayrı, daha da önemli bir hususun altını çiziyor. Serekani’nin ele geçirilmesiyle Kürtlerin çoğunlukta olduğu Cezire bölgesinin, PYD tarafından yönetilmekte olan Kobani (Ayn el-Arab) ve Afrin ile coğrafi bağlantısının kopacağını, yani Kürtlerin coğrafi olarak birbirleriyle iletişimin kopacağı iki ayrı coğrafyaya ayrılacağını ifade ediyor. Derik, Cizre’nin hemen altında. Haseke, Suriye’nin petrol ve doğal gaz kaynaklarını barındıran Irak ve Türkiye’ye bitişik el-Cezire vilayetinin merkezi. Bütün bu bakımlardan Ceylanpınar’ın yanıbaşında Serekaniye’de hüküm süren çarpışmalar, Suriye Kürtlerinin kaderini belirleme özelliği taşıyor. Haftalardır, Türkiye’nin an-Nusra Cephesi adlı El-Kaide’nin Suriye uzantısının Hatay sınırlarından içeri sokularak Ceylanpınar üzerinden Serekaniye’ye sokulduğu ileri sürülüyordu. Salih Müslim, Rudaw’a yaptığı açıklamada, yeni bir iddiayı dile getirdi ve Türkiye’nin “El Cezire ve Fırat Kurtuluş Cephesi” adlı bir kuruluşun lideri olan Navaf Beşir’e, Serekaniye’de ve el-Cezire bölgesinde Kürt güçlerine saldırması için 200 milyon dolar verdiğini öne sürdü. Salih Müslim, ayrıca, bir Arap aşiret reisi olan Navaf Beşir’in para peşinde olduğunu, aşiretinin onu desteklemediğini, emrinde savaşanların para için savaştığını iddiasına ekledi. Tam Türkiye’de “PKK’nın silahsızlandırılması” hedefinin gündemde bulunduğu bir sırada, Salih Müslim’in “Türkiye desteğindeki El Cezire ve Fırat Kurtuluş Cephesi”ne ilişkin şu iddiası da dikkat çekici: “Planları Kürtleri silahsızlandırmaktır. Bunun Suriye devrimi ile ilgisi yoktur. Suriye devrimini hizmet etmemektedir. Bu, Kürtlerin elimine edilmesine yönelik bir Türk talebidir.” Salih Müslim’in “Kürtler”den kastının PYD olduğu açık. Ancak, kendisinin en amansız rakibi olan Suriye Kürtlerinin en Barzani yanlısı ismi olan, PYD dışı bütün Kürt örgütlerinin biraraya geldiği Kürt Ulusal Konseyi’nin bir önceki başkanı Abdülhekim Başşar da, aynı iddialarda bulunarak Türkiye’yi eleştiriyor. Oysa, Abdülhekim Başşar ile Türkiye’nin arasından su sızmıyordu. Serekaniye, garip biçimde, karşıt Kürtleri birbirlerine yaklaştırıyor gibi. Rudaw, aynı gün, Navaf Beşir’le de görüşmüş. İstanbul’da yaşadığı belirtilen 59 yaşındaki Navaf Beşir, Serekaniye’deki gelişmelerle ilgili olarak PYD’yi suçluyor ve çatışmaları onların başlattığını bildiriyor. Bununla birlikte, Türkiye’den destek aldığını gizlemiyor. “Türkiye, askeri, manevi ve insani yönlerden bize destek verdi. Onlara müteşekkiriz” sözcüklerini kullandı. Rudaw’a göre Navaf el-Beşir, “Haseke bölgesinin geleceği”ne ilişkin şunları söyledi: “Biz, birkaç Arap ve Kürt aşireti olarak Suriye’nin geleceği için ulusal bir cephe kurmaya çalışacağız. Bölücülerin bu vilayeti kontrol etmeleri izin vermeyeceğiz. Çünkü, petrol, tarım ve birçok doğal kaynağa sahip bu vilayet, Suriye’nin en zengin bölgesidir…” Sözü edilen ve Türkiye’nin desteğini elde etmiş görünen “El Cezire ve Fırat Kurtuluş Cephesi” adını kullanan Arap aşiret ya da aşiretlerin, Hür Suriye Ordusu’yla bir ilişkisi yok. Bunlar, El-Kaide yani Nusra Cephesi de değil. Anlaşılan, Türkiye, -hangi Türkiye ise- bunların her birini Suriye Kürtlerine karşı kullanıyor ya da kullanmayı tasarlıyor. Bu noktada, Barzani yanlısı Suriye Kürtlerinin Erbil’de yaşayan lideri, Suriye Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Abdülhekim Başşar’ın Rudaw’a Türkiye hakkında söylediklerine ve eleştirisine kulak verelim… “… Türkiye büyük bir hata yapıyor. Kürtlere karşı olmak istiyorlar. Kürt meselesini ortadan kaldırmak istiyorlar… Benim terörist olarak tanımladığım bazı güçler Serekaniye’ye geldiler… Kürt-Arap çatışması yaratıyorlar. Bu da dünyanın önünde Suriye devriminin şeklini tamamen değiştirir. Suriye’de Aleviler ve Sünniler arasında mezhepçilik başlamış, Kürt-Arap çatışması da başlarsa, artık rejim devrilmez.” Abdülhekim Başşar, Rudaw’ın Serekaniye’ye gönderilen silahlı Arap güçlerinin arkasında “dışarıdan bir el olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Biz Türkiye’yi dost olarak görüyoruz ama maalesef onlar o Arap silahlıların Serekaniye’ye girmelerine kolaylık sağlıyor. Bu da Türkiye’nin Suriye’deki Kürt meselesini yok etmeyi istemesi anlamına gelir. Ama o zaman Türkiye için daha büyük bir sorun meydana gelir, Türkiye’deki Kürt sorunu daha fazla karışır ve Türkiye-Suriye sınırında radikal İslamcılar yerleşir. Bu Türkiye hükümetinin kararı olmayabilir ama benim edindiğim bilgilere göre bu işin içinde MİT’in eli var.” Abdülhekim Başşar’ın Rudaw’ın “Ama MİT hükümetin kontrolü altında” müdahalesi üzerine şu sözleri daha da ilginç: “Türkiye devleti içinde bir taraf o güçlere destek veriyor, bunun arkasında siyasi bir kararın olması şart değil. Hangi taraf olduğunu söyleyemem. Ama bu davranışlar ne Türkiye’nin çıkarına ne de bizim çıkarımıza. Eğer Türkiye gerçekten Suriye devriminin dostuysa, bu davranış yanlıştır. Eğer Suriye’deki Kürtlerin dostuysa, yine bu davranış yanlıştır. Eğer sınırlarını da korumak istiyorsa aynı şekilde radikal İslamcı silahlı muhaliflere destek vermesi büyük bir hatadır.” Bir soru da –ortaya- biz soralım; cevabı düşünülsün: “İmralı Süreci”, Suriye Kürtlerine ilişkin bütün bu gelişmelerden hiç etkilenmeden, ve bunlardan ayrılarak, ilerleyebilir mi? Hedefine ulaşabilir mi? (Cengiz Çandar,Radikal Gazetesi,8 Şubat 2013)
Cengiz Çandar'ın makalesini bitirirken sorduğu soruyu cevaplayarak devam edelim.Birinci olarak "İmralı Süreci" denen barış görüşmeleri diye bir görüşme yoktur bu görüşme sadece "görüşme" görünümü altında oyalama,hareketsiz tutma ve aldatma taktiğidir.İkinci olarak da Suriye ve Rojova'daki Türkiye politikası "İmralı Süreci" ile taban tabana zıttır ve bu süreçteki barış görüşmelerini sadece dinamitler.
Cengiz Çandar'ın Rojova'daki tespitlerini doğrulayan bir başka açıklama ve analiz de bizzat SUK'un içinden gelmektedir.Suriye Ulusal Konseyi (SUK) üyesi Osman Mishal ile Uluslararası Ortadoğu Barış Araştırmaları Merkezi (İMPR)'in yapmış olduğu röportajda Osman Mishal yukarıdaki analizleri doğrulayan tespitlerde bulunmaktadır:
"IMPR: Kürt gruplar içinde PYD ile ilişkileriniz nasıl olacak?
Osman Mishal: Bilindiği üzere PYD muhalif hareket içerisinde yer almamaktadır. Genellikle Suriye rejimiyle işbirliği yapan bir parti olarak kamuoyunda konuşulmaktadır. Ancak yeni oluşan bu koalisyonda yer alıp almayacaklarına kendileri karar vereceklerdir. PYD şimdi Kürtler tarafından oluşturulan Yüksek Konsey’in bir üyesidir. Biz açıkçası PYD’nin de o Katar’da oluşturulan yeni yapı içerisinde yer olmasını istiyoruz ve destekleriz.
IMPR: Serekaniye/ Rasulayn’de neler oluyor. SUK olarak tavrınız?
Osman Mishal: Şimdi açıkça söylemek gerekirse Rasulayn’e saldıran Şam Grup ve Nusra Cephesi Özgür Suriye Ordusu içinde yer almamaktadır. Bunların doğrudan Türkiye üzerinden Rasulayn’a geçtiğini biliyoruz. Fakat bunların bizimle ilişkisi yok. Özgür Suriye Ordusu komutanları da açıkladılar, söz konusu grupların Özgür Suriye Ordusuyla ilişkisinin olmadığını. Özgür Suriye Ordusu ne Şam ne Nusra grubuna ne de herhangi bir gruba git Rasulayn’ı kontrol et, silahları oraya götür gibi bir şeyi asla söylemez ve söylemedi. Biz Rasulayn’da yaşananları kabul etmiyoruz. Kimlerin himayesinde oraya gittikleri bellidir.
IMPR: Çatışmanın sebebi dış güçler mi?
Osman Mishal: Dış güçler de aynı zamanda bölgede bir Arap ve Kürtlerin savaşmasını istiyor. Biz bunu kabul etmeyiz. Ayrıca Beşar Esad rejimi de bunlara karıştırıyor. Biz Mesut Barzani tarafından daha önce eğitilmiş ve Suriye Ordusundan ayrılan Kürt askerlerin bölgeye gönderilmesini istiyoruz. SUK açık bir şekilde bölgede Arap ve Kürtler arasında bir sorun olmasını istemiyor. Bizler bu konuda bir bildiri yayınladılar
IMPR: Muhalifler ile PYD arasındaki ilişki nasıldır?
Osman Mishal: PYD kendi bölgesinde kimseyle savaşmamıştır. Fakat bazı muhalif gruplar Kürt bölgesinde savaş çıkarttılar. Ancak biz her muhalif grubun dışarıdan destek aldığını biliyoruz. Bunları reddediyoruz. Devrim biterse biz bunlarla da görüşürüz. PYD ise kimseye muhalif değildir ve biz bunu görüyoruz. Bundan dolayı PYD ile bir çatışmaya karşıyız. (www.impr.org.tr)
Yine BBC ekibiyle birlikte Güney Kürdistan'a giden ve buradaki gözlemlerini sıcağı sıcağına aktaran Dr.Mustafa Peköz'de aynı tespitlerde bulunmakta ve bu konu ile ilgili olarak şöyle yazmaktdır:
"Rojawa/Batı Kürdistan’daki gelişmeler hem uluslararası alanda hem de bölge ülkeleri tarafından dikkatle izleniyor. Sadece Türkiye’nin izlediği politika çok açık: Batı Kürdistan’da elde edilen ve bütün zorluklara rağmen geliştirilen kazanımları tasfiye etmek. Bölgedeki gelişmelerin, uluslararası kamuoyu tarafından bilinmemesi için Türkiye özellikle izolasyon politikasını çok yönlü uyguluyor. Türkiye, İslamcı çete gruplarını kullanarak Kürdistan bölgesindeki istikrarı bozmak ve bölgede etkinlik alanı yaratmak için her türlü kirli oyunu devreye sokmuş durumda. Özellikle Serekaniye’nin hedef alınması, İslamcı grupların bu bölgeye saldırtılması oldukça bilinçlidir. Hewler’de görüştüğüm ve bölgeyi çok iyi bilen PYD temsilcilerinin verdiği bilgiye göre, Serekaniye’nin nüfusunun yaklaşık olarak % 80’i Kürt, %15’i Arap, %5’i ise Hıristiyan, Çeçen ve Türkmen. Serekaniye, bulunduğu konum nedeniyle de stratejik bir role sahip. Serekaniye’nin denetlenmesi, hem Qamışlo hem de Kobane bölgesinin bağlantısının kesilmesi ve iki tarafa birden saldırı için önemli bir mevziinin ele geçirilmesi anlamına geliyor. Batı Kürdistan’da halk, farklı politik kurumlar ve örgütler, bütünlüklü olarak direniyor. Her alanda kuşatılmışlıklarına ve her türlü ekonomik zorluğa rağmen kendi özgürlüklerini korumak için direnen bir Rojawa halkı var." (Dr. Mustafa Peköz,Güney Kürdistan izlenimleri (2): Bölgesel ilişkilerde değişmeye başlayan denge politikası ,www.sendika.org)
Bu yukarıdaki analizlerden de görüleceği gibi,AKP Suriye'de eski politikada ısrar etmektedir ve ABD-AB'nin devreye sokmaya çalıştığı yeni politikaya direnmektedir.Bu direnme daha fazla uluslararası alandan tecrit olma anlamına geldiği gibi PKK'ye karşı topyekün ve saldırgan siyasetin de temeli olmaktadır aynı zamanda.AKP'nin Suriye ve Rojova politikasının doğası gözönüne alındığında İmralı'da A.Öcalan ile başlatılan görüşmelerin içeriğinin boş olduğu ve bu görüşmelerin PKK'yi tasfiye etme politikasının taktik bir ayağını oluşturdu açıkça görülmektedir.
III-Entegre Strateji ve İran PKK'nin kuşatılmasında hiç kuşkusuz İran'ın önemli bir yeri vardır.İran Entegre (yani bütünlüklü) Strateji'nin bir parçası haline getirilmeden PKK'nin kuşatılması mümkün değildir.Ancak İran'ın ikna edilmesi o kadar kolay da değildir.Çünkü Suriye'de rejim değişikliği için bastıran bir Türkiye'nin İran'ı ikna etmesi zor görünmekedir.Ancak AKP onun da “kolayını” bulmuş gibidir.
Türkiye,İran'ı PJAK'a karşı harekete geçirmek ve aynı anda PKK'ye darbe vurmak için İran'a bazı sözler vermiş gibidir.İran nükleer çalışmalarından dolayı giderek ağırlaşan uluslararası bir yaptırım altındadır.Türkiye bu uluslararası ambargoyu delmekte ve sulandırmaktdır. İran'dan petrol ve doğalgaz alımını sürdürmekte bunun karşılığını ona Türk Lira'sı olarak ödemekte,İran'da daha sonra bu para ile Türk iç piyasasında altın almaktadır.Hatta Türkiye bu altın alımını da kolaylaştırmaktadır ve bu altınları özel sektöre ithal ettirerek İran'ın emrine sunmaktadır.Daha sonra İran kargo uçakları ile bu altınları ülkesine götürmektedir.
Türkiye'nin bu uluslararası ambargoyu bu kadar kolay delmesi ancak onun en önemli sorunu yani Kürt sorunu sözkonusu olduğu zaman olabilir.İran da sıkışmışlığından dolayı bu politikaya taktik olarak yanaşmaktadır.Ancak İran'ın PJAK'a karşı tam seferber olması, ancak Türkiye'nin İran'a karşı "Batı" ile birlikte hareket etmeyeceği garantisi üzerine oturabilir.Bu garantiyi İran'a vermek o kadar kolay bir durum değildir.Çünk Türkiye'nin "Batı" emperyalistleri ile çok köklü,geniş ve derin ilişkileri vardır ve de bunlardan hemen vazgeçmesi mümkün değildir.İşte bu noktada Türkiye İran'a "Batı" ile arasına mesafe koyduğunu göstermek için "Şangay İşbirliği Örgütü" (ŞİÖ)'ne üye olmak istediğini belirtmektedir.
Son dönemlerde birden bire Erdoğan'ın gündeme getirdiği ŞİÖ üyeliği, İran'ı rahatlatma,ona güven verme ve kamuoyu önünde bunu açıkça belirterek niyetinin bu konuda ciddi olduğunu ve de "Batı" ile arasına bir mesafe koymaya başladığının bir göstergesi olduğu imajını vermeye dönüktür.Hiç kuşkusuz bu bir aldatmacadır ve İran'ı tahrik etmeye dönüktür.İran bu taktiği yiyecek kadar acemi değildir,o da Türkiye'nin bu noktadaki sıkışmışlığını kullanarak,ambargoyu delmek ve sulandırmak istemekte ve azami derecede de bu durumdan yararlanmak istemektedir.Ayrıca bu durum ona zaman da kazandırmaktadır.İran zaman zaman PJAK'a karşı Türkiye'nin gözünü boyamak için saldıracaktır ancak tam bir seferber olması konjonktürden dolayı özellikle de İsrail'in saldırı baskısı mevcutken mümkün değildir.
Türkiye'nin İran ile bu saldırgan diplomatik ilişkileri aynı zamanda PKK ile başlatılan sözde "barış görüşmeleri"nin fazla barış ile uzaktan yakından alakasının olmadığının bir göstergesidir.
AKP'nin Ortadoğu politikası giderek bir dipsiz kuyuya dönüşmüş durumdadır.Taktik olarak başlayan manevralar giderek stratejik bağımlılığa dönüşmektedir ve de herkeste bir kafa karışıklılığına neden olarak,doğal müttefiklerini de kaybetme tehlikesi ile onu yüzyüze getirmiş durumdadır.
|
 |