 |
komunistdunya.org |
 |
|
 |
Son Yazılar |
 |
|
|
 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 57 (4) |
 |
 |
 AKP VE TARİHSEL HEDEFİK.Erdem
I-Giriş Son dönemlerde birçok kesim tarafından doğal olarak, AKP'nin tam olarak ne yapmak istediğiyle ilgili olarak birçok soru sorulmakta ve buna cevap aranmaktadır. AKP ardarda birbiriyle çelişkili birçok politikayı uygulamaya çalışmaktadır. Bir yandan AB'ye üye olma politikasını dillendirmeyi devam ederken; öte yandan daha baskıcı ve otoriter bir politikayı uygulamaktan çekinmemektedir. Aynı durum Çözüm ya da Barış sürecinde de görülmektedir. Bir yandan Kürt sorununun barışçıl çözümünden bahseden Erdoğan ve AKP hükümeti, diğer yandan süreci ilerletmeyen tam tersine PKK'ye karşı bir "topyekün savaşa” hazırlandığı izlenimini veren bir politika izlemektedir.
Burada önemle üzerinde durulması gereken nokta, bu politikaların belirli bir tarihsel hedef ve bu hedefe varmak için uygulanan bir stratejiden kaynaklanıp, kaynaklanmadığıdır. AKP'nin hareket tarzı anlaşılmayana kadar, onun politik aldatmalarına düşmek kaçınılmazdır.
Siyasal sorunların analizinde en zor ve en önemli şey, bir siyasal hareketin temel tarihsel hedeflerini ve bu hedefleri koşullandıran genel stratejik ve taktik yönelimlerini kavramaktır. Söz konusu AKP olunca bu durum biraz daha zordur. Çünkü bu parti, bugüne kadarki düzen partilerinin izlemiş olduğu politikalardan temelden farklı bir politika izlemektedir. Hem stratejik düzeyde hem de taktik düzeyde yeni bir tarz ortaya koymuştur ve bu tarzın anlaşılması, ondan korunmak için zorunludur. AKP'nin bugüne kadarki politikalarından ortaya çıkan durum, onun Ilımlı İslam'a dayanan gerici ve faşist bir rejimin inşasına yöneldiğidir. Ancak bu yeni rejimin inşası, aslında ilk hükümete geldiği 2002 yılından itibaren başlamıştı. Alttan alta ilerleyen bu sürecin üstünü örten durum, AKP'nin liberal politikaları bu süreci perdelemek için kullanmış olmasıdır. Bu taktik yani bütün gerici politikalarını liberal bir örtü ile gizleme ve bu temelde politik aldatmaya başvurma taktiğini AKP, tek iç politikada değil dış politikada da ABD'den, AB'ye ve PKK'ye kadar uzanan geniş bir cephede de uygulamaktadır.
AKP'nin hareket tarzını anlamak için, onun oturtmak istediği rejimin karakterini ve bu karakteri oluşturan değerler sistemini anlamak gerekir. Çünkü stratejik ve taktik yönelimleri koşullandıran durum bu değerler sistemidir. Bundan dolayı AKP'nin tarihsel hedefini ve bu hedefe varmak için uyguladığı hareket tarzını anlamak için onun karakterinin temel özelliklerini önce analiz etmek gerekmektedir.
II-AKP'nin Tarihsel ve Toplumsal Karakteri
AKP'nin toplumsal karakterinin yeterince anlaşılmasını önleyen durum, onun sürekli olarak liberal söylem ve politikalardan bahsetmesi ve gerici muhafazakar islamcı-milliyetçi çizgisini liberal eğilimler ile birleştirmeye çalışmasından kaynaklanmaktadır.
AKP'nin muhafazakar çizginin hegemonyasında bir kısım liberaller ile yaptığı ittifak, toplumu sürekli olarak ikircikli bir tutuma sürükleyerek hem toplumun bu ikircikli yapısından dolayı bölünmesine hem de AKP'nin asıl gerici tarihsel hedefini gizlemesine neden olmaktadır.
AKP'nin yüzündeki liberal örtü kaldırıldığı zaman, altında tamamen hem de milim sapmadan , Milli Görüş çizgisinin var olduğu görülecektir. AKP özellikle bu liberal örtüyü Milli Görüş çizgisini gizlemek ya da perdelemek için içte ve hem de dışta politik aldatma aracı olarak kullanmaktadır.
AKP Milli Nizam Partisi (MNP), Milli Selamet Partisi (MSP) ve Refah Partisi (RP)'nin tarihsel devamı olan bir partidir. Ancak bu devamlılık özel türden daha doğrusu liberalizm "sosuna batırılmış" biçiminde bir devamdır. N. Erbakan'ın bir zamanlar "halka ilacı çikolataya sarıp vermek gerekir" dediği politikanın ta kendisidir. AKP de "liberalizm çikolatasına" sarılmış Milli Görüş'çülüktür.
AKP'nin bu tarihsel yapısı anlaşıldıktan sonra yani Milli Görüş çizgisinin "liberal ambalaj" içerisine gizlenmiş biçimi olduğu anlaşıldıktan sonra, bu gerici ve faşist çizginin ideolojik, politik ve ekonomik düzeydeki "kodları"nı anlamak giderek daha kolay olmaktadır.
AKP'nin temsil etmiş olduğu tarihsel çizgi, Osmanlı İmparatorluğu'ndan günümüze kadar uzanan ve tarihsel kökleri olan bir çizgidir. Bu çizgi Jön Türkler'in 1902'deki kongresinde Prens Sabahattin etrafında şekillenmiş; II. Meşrutiyet’ten hemen sonra ortaya çıkan laik harekete karşı 31 Mart Olayı ile karşılık vermiş; Kurtuluş Savaşı sırasında Padişah Vahdettin çevresinde kendisini varetmiş;1950 ve 1960'lı yıllarda Demokrat Parti ve Adalet Partisi içerisindeki aşırı islamcı kanat olarak ve yine Cemaat örgütlenmeleri ile var ederek, 1970'li yılların başında kendi partisini (MNP) kurarak kitleselleşmiştir.
Bu hareket, Cemaatlerin küçük ve orta işletme biçiminde şirketleşmeye başladığı 1960'ların sonlarında bu küçük ve orta boy muhafazakar işletmelerin siyasal temsilcisi olarak ortaya çıktı. Ancak amaç bu şirketleri emperyalist sistem ile ilişkili olarak işbirlikçi bir biçimde daha da büyütmek ve varolan büyük sermayenin yerine geçirmekti. Ama varolan büyük sermaye Batı emperyalistleri ile işbirliği halinde büyüdüğü ve palazlandığı için, Batı emperyalistlerine dayanarak bunu yapmak mümkün değildi.
İslami sermayenin ya da Yeşil Sermaye'nin büyük sermayenin yerine geçebilmesi için, Türkiye'nin Batı emperyalistleri ile stratejik ilişkilerinin çözülmesi ve onların etki çemberi içerisinden çıkarılması gerekiyordu. Bundan dolayı bu hareket, "anti-emperyalist" ve "Milli Ekonomi" söylemi geliştirdi ve adına Milli Görüş dedi. Bu hareketin amacı, Türkiye'yi Batı emperyalistlerinden kısmi olarak uzaklaştırmak ve bu uzaklaştırmayı Yeşil Sermaye'yi büyük sermaye haline getirmek için kullanmak ama bunu da mümkünse başka bir emperyalist güce ya da bölgesel güçlere dayanarak yapmaktır.
1970'li, 80'li ve 90'lı yıllarda Yeşil Sermaye, küresel kapitalizmin büyümesi ve Türkiye'nin küresel piyasalar ile daha da iç içe geçmesi dolayısıyla daha da büyüdü ve toplumsal ağırlığını ticaretten sanayiye ve banka sermayesine kadar arttırdı. Bu sermaye temeli, giderek bu hareketin ideolojik, politik ve kültürel toplumsal kollarını besleyen tarihsel bir temel haline geldi. Bu sermaye temeli genişledikçe bunun neden olduğu muhafazakarlaşma, dindarlaşma ve bu temelli bir yaşam tarzı giderek toplumsal gözenekleri doldurmaya ve işgal etmeye başladı. Bu gerici eğilimin gelişmesi ve Cemaat örgütlenme ve kültürünü toplumun geneline yayma eğiliminin ortaya çıkması, aynı zamanda bireyin ve özgür iradesinin kuşatılması anlamına geliyordu.
Cemaat kültürü yukarıdan aşağıya doğru örgütlenme ve lidere itaat anlayışını geliştirirken aynı zamanda faşist hareketlerin toplumsal kitle temelini de oluşturuyordu. Bu kültür aynı zamanda kadını, kadın-erkek eşitliği alanından hızla kopararak onu erkeğin hizmetine veren bir anlayışa da götürüyordu. Bu noktada KCK'nın 2000'li yılların ikinci yarısından itibaren bütün toplumsal örgütlenmeleri, aşağıdan yukarıya seçilme ilkesi temelinde örgütlemesi ve Eş başkanlık sistemi ile kadını toplumun her alanında erkek ile eşit bir statüye getirmesi hem bu gerici eğilime cevap olmuş hem de devrimci-demokratik hareketin bu faşist eğilime karşı bir toplumsal savunma mekanizması elde etmesine neden olmuştur.
1990'lı yıllarda Sovyet Bloku'nun çökmesi ile Emperyalist-Kapitalist sistemin, yeni ortaya çıkan piyasaları doldurma temelinde küreselleşmenin boyutlarını geliştirmesi ile Yeşil Sermaye de büyük bir atılım yapmış ve toplumsal konumunu her alanda güçlendirmiştir. 1990'ların ortasında Refah Partisi ile hükümete dahi gelmiş (1970'lerdeki MC hükümetlerinde azınlıktaydılar) ve devlet imkanlarını kullanarak daha da büyümek istemiştir. Ancak 28 Şubat 1997 darbesi, RP'yi hükümetten indirerek ve sonra da kapatarak bu sermayenin büyümesine gem vurmaya çalışmıştır. İşte bu noktada Milli Görüş içerisinde hedefte değil ama yöntemde farklı bir tarz geliştirmek gerektiği noktasında bir ayrışma yaşanmıştır.
III-AKP'nin İdeolojik ve Politik Çizgisinin Genel Çerçevesi
RP'nin 28 Şubat darbesinden sonra kapatılmasının ardından ortaya çıkan Gelenekçiler ve Yenilikçiler ayrışması, kamuoyu tarafından çok yanlış anlaşılmıştır. Aslında bu yanlış anlaşılmanın oluşması, bizzat daha sonra AKP olacak olan Yenilikçiler tarafından istenmiştir.
RP'nin kapatılmasının ardında ortaya çıkan Gelenekçiler ile Yenilikçiler arasındaki temel fark, iktidarın kapılarının tamamen nasıl açılacağı ve hedeflenen Ilımlı İslam devleti ve toplumuna nasıl ulaşılacağı noktasındaki yöntem farklılığından kaynaklanıyordu. Gelenekçiler'in katı muhafazakar yapısı hem içte hem de dışta geniş bir düşman cephesinin oluşmasına neden oluyordu ve hareketin tek başına bu cepheyi yarması ve iktidara gelmesi hatta gelse de iktidarda kalması mümkün değildi. Bundan dolayı Yenilikçiler yeni bir yöntemin bulunmasını savunuyorlardı ve mücadele metotlarının yeni koşullara uyarlanması gerektiğine inanıyorlardı. Bu noktada Yenilikçiler, RP'nin katı muhafazkar çizgisinin liberal söylem ve politikalar ile örtülmesi gerektiğini ileri sürdüler ve bu temelde bir kısım liberaller ile ittifak yapılmasını savundular.
Aslında Yenilikçiler'in bu söylemi yeni değildi. Çünkü Fetullah Gülen Cemaati de uzun zamandan beri bu taktiği kullanıyordu ve bu taktik toplumsal gücünün gelişmesine yardım ettiği gibi, düşmanlarının kafasını da karıştırarak tek bir cephenin oluşmasını engelliyordu.
28 Şubat darbesi, politik islam içerisinde giderek tek seçim aracılığı ile iktidar olmanın mümkün olmadığı kanaatinin oluşmasına neden oldu. Bu noktada Yenilikçiler ile Gülen Cemaati güçlerini birleştirerek yeni bir iktidar stratejisi oluşturma yoluna gittiler. Yenilikçiler'in kitle partisi olma konumu ile Cemaat'in devletin stratejik kurumlarındaki (Emniyet, Yargı, istihbarat vs. ) örgütlenmesinin birleştirilerek "tek bir vurucu güç" oluşturma anlayışı benimsendi. Devlet içerisindeki örgütlenme, toplumsal alanda sivil toplum örgütleri, medya ve ekonomik alandaki örgütlenmeler ile desteklenecekti.
AKP-Cemaat ittifakı iki aşamadan oluşan bir komplo ile iktidarı tam ele geçirme stratejisi hazırladı. Buna göre komplonun birinci aşaması hükümete gelmek için uygulanacaktı, diğer aşama ise Ordu ve PKK'nin bastırılmasını kapsayacaktı. Ancak bu stratejinin anlaşılmaması ve 28 Şubat'taki gibi içte ve dışta tek bir düşman cephesinin oluşmaması için, bu strateji liberal bir politika ve söylem altına saklanarak uygulanılacaktı. Bu politikaya göre, herkes ile bir "uzlaşma" içinde olunduğu izlenimi yaratılacak ve herkesin kafasının karışması sağlanarak, içte ve dıştaki düşmanların temel müttefiklerinden kopması ve herkesin AKP'ye bel bağlaması sağlanacaktı. Böylece temel müttefiklerinden kopan politik aktörler, tamamen savunmasız kalarak, AKP-Cemaat ittifakının darbelerine açık hale geleceklerdi.
AKP-Cemaat ittifakının bu stratejik planı temelinde, RT Erdoğan'ın politik başdanışmanı Yalçın Akdoğan "Muhafazakar Demokrasi" adında bir kitap yazdı. Akdoğan bu kitabında, muhafazakarlığı liberalizm ile uzlaştırmaya çalışarak ve her kesim (ABD, AB, İMF, Ordu, büyük sermaye vs. ) ile uzlaşmayı savunarak, islami muhafazakarların modern toplumun gereklerine göre hareket etmesi gerektiği anlamına gelen şeyler savunuyordu. Ama AKP tek söylemde değil, politik alanda da buna uygun adımlar attığı imajını veriyordu. AB'ye üyeliği hararetle savunuyor ve bu temelde reformları gerçekleştirecek tek iradenin kendileri olduğunu ileri sürüyor; İsrail'e karşı söylemleri yumuşatıyor; Kürt sorununda daha esnek olacağının sinyalini veriyor; ABD karşıtlığını bıraktığını belirterek, Batı ile işbirliği halinde çalışabileceklerini ve müttefiklik ilişkilerini devam ettireceklerini belirtiyordu. Bütün bunlar Türkiye'de bir kısım liberalin daha doğrusu İkinci Cumhuriyetçiler'in savunduğu şeylerdi ve bu kesimlerin AKP-Cemaat cephesine yedeklenmeleri uzun sürmedi.
Bütün bu gelişmeleri kolaylaştıran durum ise ABD'nin Türk devlet ve siyaset yapısında yeni dinamiklere alan açılması gerektiği anlayışını benimsemesi olmuştur. 12 Eylül'den sonra Kemalizm'in giderek daha katı hale gelmesi ve özellikle 1990'lı yıllarda liberal dalga dünyada yükselirken, Türkiye'de 1992-1997 arasında Kürt Özgürlük Hareketi ve Politik İslam ile birlikte liberalleri de baskı altına alması, ABD'de Kemalizm'in liberalizm ile artık uzlaşamayacağı ve bu temelde kendisini Batı Avrupa demokrasisi düzeyine çıkaramayacağı fikrinin oluşmasına neden oldu. ABD 28 Şubat'tan sonra, Türkiye'de Politik İslam'ın bölünmesinde ve Yenilikçiler'de bu muhafazakar-liberal ittifakın olanağını ve bu ittifakın Türkiye'yi AB'ye taşıyacağı potansiyelini gördü. Daha doğrusu AKP özellikle bu imajın oluşmasına çalıştı.
AKP'nin liberal söylemler kullanarak Batı ile görünüşte bu "uzlaşması", giderek Batı'nın Türkiye'deki asıl müttefiklerinden (Ordu ve Kemalistler) uzaklaşmasına ve hatta Ergenekon Komplosu'nda olduğu gibi düşman olmalarına neden oldu. AKP-Cemaat ittifakı ve bunlara yedeklenen liberaller, Türkiye'nin AB üyeliği ve Kürt sorununun çözümünün önündeki en büyük engelin Ordu ve Kemalistler olduğu propagandasını her düzeyde yaparak giderek hem içte hem de dışta Ordu ve etki çemberini toplumsal ve siyasal tecrite aldı. Bu tecritin tamamlandığını düşündükleri anda da Ergenekon Komplosu ile Ordu'ya öldürücü bir darbe vurdular.
İşin ilginç tarafı Türkiye'nin Batı ile stratejik ilişkilerinin bozulmasını her seferinde önleyen ve bu ilişkilerin her seferinde askeri darbeler aracılığı ile devamlılığını sağlayan ve NATO aracılığı ile Türkiye'nin Batı ile ilişkilerini koruyan Ordu'ya vurulan darbeye, AKP'nin Ordu'nun müttefiklerini de katmış olmasıdır. AKP kendisini dizginleyen en büyük engeli, üstelik Batı'nın yardımı ile yere sererken, Ordu'nun bu bastırılmasını Türkiye'yi Avrupa'ya doğru değil Doğu'ya doğru çeken bir politika olarak ve AB üyeliği söylemini bu politikasını gizlemek için kullanmaktadır. Bundan çıkan sonuç şudur: AKP Batı'ya yanaşıyor gibi yaparak aslında ondan uzaklaşan bir politika izlemektedir. Eski bir atasözünün dediği gibi : "Dostuna yakın ol ama düşmanına daha yakın ol".
AKP liberal politikaların altına muhafazakar politikalarını gizleyerek ilerleyen bir partidir. Bu noktada uyguladığı yöntem ilginçtir: AKP yıkarken liberalizmi kullanmakta ama kurarken muhafazakarlığı kullanmaktadır.
Liberalizm aracılığı ile bütün düşmanlarını içte ve dışta çözen AKP, özellikle de Ordu'yu bastırdıktan sonra giderek Yeşil Sermaye'yi büyük sermaye haline getirme politikasına hız vermiştir. AKP-Cemaat ittifakı, hükümete geldikleri 2002 yılından itibaren, kuvvetler ayrılığını giderek "kuvvetlerin tekliği"ne dönüştürmeye başlamışlardır ve bunu yaparken de "kuvvetlerin ayrılığı" prensibini savunan liberalleri bile buna ortak etmişlerdir. 2002 yılından itibaren Türkiye ileriye doğru giden değil, geriye doğru giden bir ülkedir.
Kuvvetler ayrılığının tamamen ortadan kalkması (bu iddia edildiği gibi 17 Aralık 2013'te ortadan kalkmamıştır. 2005 yılına gelindiğinde iş bitmişti) hem Ordu'nun bastırılmasının hem de Yeşil Sermaye'nin giderek yeni büyük sermaye olmasının olmazsa olmaz koşuludur. Kapsamlı bir devlet müdahalesi Yeşil Sermaye'nin emrine verilmeksizin, bu sermayenin büyük sermaye haline gelmesi mümkün değildir. Bu devlet müdahalesi ise faşizmin daha da koyulaştırılması olmadan ve yeni bir siyasi polis oluşturulmadan mümkün değildir. Bu Milli Görüş programının ta kendisidir.
RT Erdoğan, ihale yolsuzluklarıyla, özelleştirmelerle, TMSF'nin elindeki şirketlerin hileler ile Yeşil Sermaye yanlılarına aktarılmasıyla, Hazine arazilerinin yağmalanmalarıyla, TOKİ gibi kurumlarla, Uzan ve Garipoğlu holdinglere yapılan komplolar ile vs. giderek Yeşil Sermaye'yi büyütmekte ama kendisini ve çevresini de gelecekte ortaya çıkacak olan bu büyük Yeşil Sermaye'nin merkezinde büyük bir kapitalist grup olarak yerleştirmek istemektedir.
AKP giderek devleti daha otoriter ve faşist bir yapıya doğru sürükleyerek Ilımlı İslam'a dayalı muhafazakar ve gerici bir toplum yaratmak istemektedir . Bu gerici toplum hedefi ise buna uygun bir dış politika ve Kürt sorununda da kendisine uygun bir "çözümü" gerektirmektedir.
IV-AKP'nin Uluslararası Stratejisi
Dışarıdan bakıldığı zaman AKP'nin uluslararası siyaseti şöyle gözükmektedir: AKP muhafazakar islamcı bir parti olmasına karşın, bazı muhafazakar değerleri koruyarak Türkiye'nin Batı Emperyalistleri ile stratejik ilişkilerini devam ettirmek isteyen; ama bununla birlikte de, Doğu'daki emperyalist ve yerel güçlerle de taktik olarak ilişkiler geliştirmek isteyen bir siyaset izlemektedir.
Bu görünen politika tamamen aldatmaya dönük olup, AKP'nin gerçek stratejik yönelimi ile ilişkisi yoktur ve tam tersine bu gerçek stratejik yönelimi perdelemek için oluşturulmuştur. Bu perdenin oluşturulmasında da liberal örtü kullanılmış ve dış politikada AB'ye üyelik perspektifinin sözde kabul edilmesi, AKP'nın asıl dış politik hedefinin gizlenmesine yardımcı olmuştur.
İçeride Ilımlı İslam'ın gerici değerler sistemi üzerinde yükselen yeni ekonomik ve politik yapının (ki yeni bir rejimin inşası da denilebilir), dış politikada AB üyeliğini hedeflemesi mümkün değildir. İçeride yeni bir büyük Yeşil Sermaye oluşturan, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırarak ve MİT aracılığıyla bir siyasi polis kurarak daha koyu ve baskıcı bir faşist sistem yaratan ve bunun ideolojik harcını ise Türk-İslam sentezi temelinde kurmak isteyen bir hareketin dış politikası, AB ve ABD ile stratejik olarak kopuştan başkası olamaz. Daha doğrusu baştan itibaren AKP bu yönelimde olan bir siyaset izlemekteydi. Ancak bu politikasını AB'ye üyeliği görünüşte kabul eden bir politikayla gizlemekteydi.
AKP AB'nin Türkiye'yi en azı 20-25 yıl daha üye yapmayacağını bildiği için, AB ile müzakere sürecini içeride Ordu ve büyük sermayeyi çözen bir sürece çevirmiş ve müzakereleri bu kesimleri kuşatmak ve darbe vurmak için bir kaldıraca çevirmiştir. AKP "Batı'ya aslında ondan uzaklaşmak için yanaşmıştır. " Bu noktayı anlamak, AKP'nin gerçek politikasını anlamada temel bir yere sahiptir. AB'ye uyum görünümü altında uygulanan politikaların içeriğini hep gerici biçimde doldurmuştur. Kendi gerici politikalarını "AB'ye uyum politikaları"nın içine ya da altına saklamıştır.
AKP'nin uluslararası stratejisi, Türkiye'nin Batı emperyalistleriyle olan stratejik ilişkilerini alttan alta ve çaktırmadan çözerek, Batı ile ilişkilerini taktik düzeye indirmek; Doğu emperyalistleriyle ilişkilerini de taktik bir düzeye çıkararak, her iki emperyalist grup ile eşit mesafede olacak ve bundan dolayı her ikisini birbirine karşı dengeleyecek bir stratejik konumlanma elde etmektir. AKP bu stratejik konumlanmayı tek başına yapamayacağını bildiği için, bu noktada İran ile stratejik bir bağlantı arayarak, her iki emperyalist kamp arasındaki tarihsel ve bölgesel konumunu güçlendirmek ve geliştirmek istemektedir.
Stratejik bir mütefik olarak İran'ın kazanılması politikası, neredeyse bütün dış politikanın ana konusu konumundadır. Bu stratejik yönelim, dışarıda fazla dillendirilmemektedir ama sadece alttan alta ilerletilmektedir. İran hem değerler sistemi hem de arzuladığı politik sistem olarak AKP'ye en yakın olan ülkedir. AKP Ilımlı İslam devleti politikasıyla Türkiye'yi İran'a ideolojik, politik, ekonomik ve kültürel olarak daha da yakınlaştırarak, iki ülke arasında bir "kader birliği" anlayışı geliştirmek istemektedir.
AKP'nin alttan alta Türkiye'yi Batı'dan stratejik olarak uzaklaştırdığı ve bunu biçimsel olarak "AB üyeliği süreci" ile örttüğünü gösteren en önemli kanıtlardan bir tanesi de, Türkiye'nin Savunma Sanayi'ni giderek Batı'ya bağımlı olmaktan çıkarmaya çalışmasıdır. AKP giderek "Milli Savunma Sanayi" politikası çerçevesinde, Türkiye'nin ateş gücünü ve lojistik yapısını çeşitlendirerek ve birçoğunu yerli hale getirerek, bu noktada Batı karşısında elini serbest hale getirmektedir.
AKP'nin "alttan alta" İran ile stratejik bağlantı araması ve Türkiye'nin ekonomik ve politik nüfuz alanını, İran ile stratejik müttefiklik temelinde genişletmek istemesi, onu Yeni-Osmanlıcılık denilen bir dış politikaya sürüklemiştir.
V-AKP'nin Bölgesel Stratejisi ve Kürt Sorunu
AKP'nin İran ile stratejik bir işbirliği arayışına biraz daha yakından bakmak gerekmektedir. Çünkü bu bakış açısıyla, AKP'nin dış politikasının temel mantığını çözmek ve yine bu temelde başvurduğu bir çok politik aldatmayı anlamak mümkündür.
AKP hem Batı hem de Doğu emperyalistlerine karşı aynı mesafede kalarak ve birini diğerine karşı taktik olarak dengeleyerek ve de bu politikaya İran ile stratejik işbirliğini ekleyerek, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun egemen olduğu bölgelerde (Balkanlar, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya'da) kendi nüfuz alanını geliştirmek istemektedir. Bundan dolayı bu politika Yeni-Osmanlıcılık olarak adlandırılmaktadır.
AKP İran ile stratejik işbirliğinin bir bedeli olduğunu ve İran'ı birçok yönden tatmin etmekten geçtiğini bilmektedir. Türkiye İran'ın nükleer silah elde etmesine dolaylı olarak destek vererek, İran'ın nükleer silah sahibi olmasını ve bu noktada İsrail'in dengelenmesini istemektedir. Türkiye Batı'dan yeterince uzaklaştığını ve İran ile stratejik bir düzeyde işbirliği elde ettiğini anladığı bir anda, giderek İran'a dayanarak kendisi de nükleer silah ve teknoloji elde etmeye çalışarak, Ortadoğu güç dengesini kökten değiştirmeye çalışacaktır.
AKP'nin İran ile stratejik işbirliği elde etmesinin önündeki tek engel artık PKK'dir. ABD'nin Ortadoğu'da güç indirimine gitmesi ve Irak'tan çekilmesi; AB'nin kendi içinde ağır bir ekonomik ve politik krize sürüklenmesi; Ergenekon Komplosu ile de Ordu'nun siyasi olarak bastırılması sonucunda, AKP'yi Batı'ya bağlayan bütün bağlar giderek çözülmüş ve PKK, AKP'nin önündeki tek engel olarak kalmıştır.
AKP iktidarın iplerini tam ele alabilmek için, iki temel gücün bastırılmasının şart olduğunu iyi kavramıştı. Bu güçlerden birisi Ordu'ydu diğeri ise PKK'ydi. Birincisini alt etmek için Ergenekon Komplosu'nu, ikincisini alt etmek için Entegre Strateji'yi hazırladı. Bu iki politika aslında iç içe geçen tek bir politikaydı ve her iki gücün özgünlüğü göz önüne alınarak hazırlanmıştı.
Her iki stratejinin de mantığı hemen hemen aynıydı: Yumuşak ve sert güçler ya da ideolojik, siyasal, ekonomik ve kültürel güçler ile askeri güçler birleştirilerek sonuç alınacaktı. Önce yumuşak güçler kullanılacak ve düşman çembere alınarak müttefiklerinden tecrit edilecek ve daha sonra da askeri güçler ile bastırılması sağlanacaktı. Ama bu stratejinin en önemli noktası, her ikisi ile aynı anda karşılaşmamaktı. Ordu bastırıldığı zaman, PKK "açılım" politikaları ile oyalanılacak, hareketsiz tutulacak ve yumuşak güçler aracılığıyla da çözülmesi sağlanacaktı ve de zamanı geldiğinde de askeri hareket ve s-uikastlerle de zayıflatılacaktı. Ergenekon ve Balyoz davaları başladığı zaman, "açılım" politikasının devreye sokulması işte bu stratejinin ürünüydü.
Entegre Strateji ilk uygulanmaya başlandığı Ekim 2008'den günümüze kadar, konjonktüre ve Kürt Özgürlük Hareketi cephesinin, AKP'nin liberal ve aldatma politikalarını boşa çıkarmasından dolayı bir çok kez değişikliğe uğradı. AKP Türkiye'de Ordu'nun toplumsal desteğini yok etmek ve onu toplumun geniş kesimlerinden ve dış müttefiklerinden tecrit etmek için uyguladığı muhafazakar-liberal ittifakın bir diğer biçimini de Kürt hareketi karşısında uygulayarak, Kürt cephesini PKK ve DTP (daha sonra da PKK ve BDP) olarak bölmeye çalıştı. Bazı liberal politikaları, DTP ve BDP'yi PKK'den koparmak için kullanmaya çalıştı. Ama bunun olmadığını görünce de her seferinde bir bahane bularak geri çekilerek devlet terörünü daha da ağırlaştırdı.
Ekim 2008'den Mart 2009'a kadar AKP, Oslo görüşmeleriyle PKK'ye yanaşarak ve onu hareketsiz tutarak ve diğer yandan da onu İran, Suriye ve KDP üzerinden kuşatmaya çalışan bir politika izledi. Bununla birlikte içeride DTP içerisinde dağınıklık yaratmak ve PKK ile cepheleşmesini sağlamak için, bazı liberal politikaları Milli Birlik ve Kardeşlik Politikası (MBKP) temelinde devreye soktu. Bunlar TRT 6 (Şeş), bazı DTP milletvekilleri ile görüşme, yer isimlerinin Kürtçe iadesi vs. idi. Bununla birlikte de 29 Mart yerel seçimlerinde de DTP'yi Kuzey Kürdistan'da zayıflatarak, PKK'ye karşı bir askeri hareketin koşullarını oluşturmak istedi. Ancak 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde DTP'nin büyük bir zafer elde etmesi ve PKK-DTP blokunun çözülmemesi karşısında AKP, Nisan 2009'dan itibaren KCK tutuklamaları adı altında DTP üzerinde devlet terörü uygulayarak ve Aralık 2009'da da DTP'yi kapattırarak bu ilk girişimi sonlandırdı. Bu ilk girişimin, ABD'de Kasım 2008 yılında Barack Obama'nın ABD Başkanı seçilmesiyle başlaması ile çakışması, tesadüf değil özellikle AKP açısından bilinçli bir durumdur.
İkinci girişimin ise Obama'nın ikinci başkanlık dönemi ile çakışması da tesadüf değildir. AKP, PKK'ye karşı uluslararası bir koalisyon oluşturmak isterken, farklı çıkarlara sahip devletleri politik aldatmaya başvurarak tek bir hedefe yani PKK'nin tasfiyesi politikasına çekmek istemektedir. İran'dan, KDP'ye ve El Kaide'cilere, ABD'den AB ve İsrail'e kadar olan geniş bir cepheyi PKK'nin tasfiyesine çekmek isteyen bir politika izlemektedir.
AKP, ABD ve AB'ye, Türkiye'nin Batı ile stratejik ilişkiler geliştirmesinin önündeki en büyük engelin PKK olduğu ve bu engel kalktığı andan itibaren Türkiye'yi tamamen "Batı'ya demirleyeceği" ve bu temelde AB reformlarına asılacağı yalanını söyleyerek, onları PKK'nin tasfiyesi politikalarına çekmek istemektedir. Böylece PKK'ye ortak darbe vurduktan sonra ve tamamen Batı karşısında elleri serbest kaldığı andan itibaren daha fazla İran'a yanaşacak ve stratejik işbirliğini kurmaya çalışacaktır. PKK'nin tasfiyesinden sonra, Türkiye'nin Batı'ya yanaşacağının bir garantisi yoktur ve işte Batı'nın anlamadığı da budur. Bu noktada ABD'de bir çok düşünce kuruluşu, ABD hükümetine Türkiye'yi "tekrar kazanmak" için PKK noktasında yardım edilmesi önerisini yapmaktadırlar. Bu noktada AKP "belirsizliği stratejik bir güç" olarak kullanarak, ABD'den AB'ye ve İsrail'e kadar uzanan geniş bir cepheyi parmağına takmış oynatmaktadır.
Bu noktada PKK'nin 2013 yılının başında uygulamaya soktuğu Barış politikasının anlamı daha çok ortaya çıkmaktadır. Kürdistan'ın başka parçalarındaki kazanımları sağlamlaştırmanın yanında ateşkes politikası, Doğu'ya doğru giden ve Batı değerler sisteminden uzaklaşan AKP'ye alan açarak, Batı'ya doğru gitmesi ve demokratikleşme doğrultusunda reform yapmasını dayattığı zaman ve AKP bu görevden kaçtığı zaman hem onun üzerine örttüğü liberal örtü giderek kalkmakta hem de Batı'lı güçler ile arasının açılmasına neden olarak giderek yalnızlaşmaktadır.
AKP hem içeride Ordu ve etkisinde bulunan güçlerin başlarını kaldırmasını önleyebilmek için hem de İran ile stratejik işbirliğini gerçekleştirerek uluslararası konumunu sağlamlaştırabilmek için PKK engelini ne olursa olsun aşmak isteyecektir ve bu temelde PKK'ye karşı savaşı "topyekün bir savaşa" çevirecektir. AKP PKK-HDP cephesini bölemese de PKK'ye karşı saldırmaktan başka çaresi yoktur ve bu politikanın ipuçlarını 2012'nin sonlarında ve 2013'ün başlarındaki söylem ve eylemler ile ortaya koymuştur.
RT Erdoğan, PKK Genel Başkanı Sayın Abdullah Öcalan ile görüşmeleri kabul ettiği 2012'nin sonlarında, idam tartışmasını da gündeme getirerek, bir PKK-BDP bölünmesi gerçekleşmediği taktirde ne yapacağının sinyalini vermiştir. Bundan sonra Erdoğan, Sayın Abdullah Öcalan'ın önüne, idam ve PKK'nin askeri tasfiyesi seçeneğini koyacak ve kabul etmediği taktirde Sayın Başkanı idam etmekten çekinmeyerek, Sayın Günay Aslan'ın 14 Mayıs 2014 tarihli Yeni Özgür Politika'da belirtmiş olduğu PKK'ye karşı topyekün savaş politikasını devreye sokmaya çalışacaktır.
VI-Sonuç
Bütün bu analizlerimiz abartı değil, Erdoğan ve AKP'nin Türkiye'yi içerisine sokmuş olduğu tarihsel sürecin ürünü olarak ortaya çıkmaktadırlar. Kürt Özgürlük Cephesi'nde yaşanacak kısmi zayıflama ve sendelemelerin, Türkiye ve Kürdistan halkları açısından sonuçları tek kelimeyle felaket olacaktır.
AKP'nin tarihsel hedefinin ve bu temelde uyguladığı stratejik ve taktik yönelimlerin anlaşılması, doğru devrimci görev ve sorumluluklarımızı anlamak açısından olmazsa olmaz bir koşuldur.
AKP iktidarı sivil faşist bir diktatörlüktür ve bu diktatörlük ilk başlarda liberal biçimler içerisine saklanmaya çalışılmıştı. İktidarın iplerini giderek daha fazla ele geçirmesi ölçüsünde de, AKP'nin üzerine örttüğü liberal örtü de giderek kalkmaya başlamıştır.
AKP'nin faşist diktatörlüğüne karşı, bütün Türkiye ve Kürdistan devrimci-demokratik hareketinin tek bir cephe olarak örgütlenmesi sorunu artık en yakıcı görev olarak ortaya çıkmaktadır. Her devrimci ve demokrat bu görevin gerçekleşmesi için kafa yormalı ve çabalamalıdır aksi taktirde sonuçları herkes için tek kelimeyle felaket olacaktır.
|
 |
|
|
|
 |
|
 |
|