 "AB-TÜRKİYE ZİRVESİ": TEHDİT VE ŞANTAJIN ZAFERİ Mİ?
İlki ne ilginçtir (!) 13 Kasım 2015 tarihli "Paris terör saldırıları"ndan onaltı gün sonra ve yine Türkiye'nin bilerek düşürdüğü Rus savaş uçağı hadisesinden ise bir hafta sonra yani 29 Kasım 2015'de gerçekleşen "AB-Türkiye Zirvesi"nin ikincisi, 7 Mart 2016 tarihinde gerçekleşti.Bu ikinci zirveye de Türkiye'nin tehdit ve şantajı damga vurdu ve gün geçtikçe "Paris terör saldırıları"nın arkasında hangi güçlerin bulunduğu ve bu saldırıların "Avrupa'ya mülteci ihracı" ile nasıl koordine edildiği de ortaya çıkmaktadır.
Tam olarak "AB-Türkiye Zirvesi"nin uluslararası politikadaki yeri ve anlamı nedir? Gerçekten de iddia edildiği gibi, Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecine ivme mi kazandırılıyor yoksa başka hesapların olduğu "uluslararası bir diplomatik komedi" mi sergileniyor?
Ne yazık ki ikincisi! Tarihte eşine az rastlanır ikiyüzlü bir diplomasi yürütülmektedir. Ama her iki tarafın da bu ikiyüzlülüğü kamuoylarına farklı bir şekilde "pazarlama"da da çıkarı bulunmaktadır. Zirvenin içeriği ile biçimi arasında bu kadar bir farkın bulunduğu bir zirve zor bu lunur.
Sözde "Türkiye AB'ye girmek için AB'nin kapılarını zorluyor" ama AB bu süreci yavaşlatıyor! İçeride Tek Adam Diktatörlüğü temelinde tepeden tırnağa faşist bir rejim kuran, iki defa müttefikleriyle (yani Suudi Arabistan ve Katar) AB'nin politik liderliğini yapan Fransa'nın kalbindeki terör olaylarını organize eden ve AB'ye "mülteci ihracı" ile şantaj yapan bir ülke AB ile üyelik süreci yürütüyor!
Paris terör saldırılarının arkasında TSK (Türkiye-Suudi Arabistan-Katar) ittifakının bulunduğu bütün devletlerin bildiği ortak bir "sır"dır.Zaten "mülteci ihracını" da yine bu TSK ittifakının yaptığını da bizzat Erdoğan kendisi itiraf etti ve istenilen paranın verilmediği taktirde mültecileri otobüs ve uçaklar ile göndereceği tehditini açıkça yaptı.
"AB-Türkiye Zirvesi"nde Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecine ivme kazandırılmadığı tam tersine Türkiye'nin Batı'ya olan düşmanlığını "AB'ye üyelik süreci"nin altına gizleyerek ve sürekli şantaj ve tehdit pazarlığını yükselterek, Batı ittifakına güçlü bir stratejik darbe indirmek istediği ve bu darbenin sonucunda da ittifakın dağılmasını hedeflediği görülmektedir.Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilk defa , Türkiye Batı ittifakı için bu kadar büyük bir tehdit oluşturmuştur.Türkiye Batı için tek tehdit değil giderek İran'dan daha tehlikeli bir düşman olmaya başlamıştır.
Bu düşmanlığın ise Türkiye'nin Batı ile geleneksel ilişkilerinin biçimi içerisinde gelişmesi hem bir yandan ilginç bir durum oluşturmaktadır hem de karmaşık bir politik durumun oluşmasına yolaçmaktadır.Türkiye'nin Batı ile bütün stratejik bağlantı noktalarını Erdoğan ve AKP, emperyalist paylaşım savaşında taktik araçlara çevirmişlerdir.
Türkiye uzun zamandan beri ilk defa yine "zorlayıcı diplomasi"ye dönmüş durumdadır. Yani diplomatik manevraların askeri güç ile desteklendiği bir politika yürütmektedir ancak bu seferki "zorlayıcı" yan içerisinde tek askeri güç yoktur ama "devlet terörü" de bulunmaktadır.
Modern Türkiye'nin tarihinde iç politika Kurtuluş Savaşı hariç, hiç bu kadar dış politika ile içiçe geçmemiştir.Bunun nedeni rejimin içeride köklü bir değişime girmiş olması ve yeni rejimin kendi "ideolojik kodları"na uygun olarak dış politikada yeni bir şekillenmeye gitmiş olmasıdır.Bu yeni şekillenme , eski politik araç ve kurumların biçiminin korunması ama içeriğinin zaman içerisinde değiştirilmesini öngören bir yönteme göre olmaktadır. Erdoğan ve AKP, güç dengesini hesaba katarak ve zamansız bir biçimde eski biçimler ile hemen kopuşmamaya özen göstererek , eski biçimleri asıl hedeflerini gizleyen aldatma araçlarına çevirmişlerdir.
Erdoğan'ın içeride yeni faşist rejimin inşası, Türkiye'nin bölgesel ve küresel konumunda hem Batı Emperyalistlerinin hem de Doğu Emperyalistlerinin aleyhine köklü bir değişime neden olduğu için, bu yeni rejimin güvenliği sorunu, kaçınılmaz olarak çok önemli dış politik sorunlar ile birleşmektedir.
Yeni faşist rejimin AB'ye üyelik temelinde ya da Türkiye'nin Batı ile stratejik ilişki içerisinde kalarak inşa edilmesi mümkün olmadığı için,Erdoğan 2002-2010 arası önce İran'a yanaşmış ve Türkiye-İran stratejik bağlantısına dayanan (bunu da AB'nin oluşumuna önayak olan Fransa-Almanya stratejik ittifakına benzetmişlerdir) bir eksen kurmaya çalışmıştır.Bu ittifak ekseni İran'ın Rusya ile stratejik bağlantısını koparmasını öngörmekteydi.Türkiye'nin Batı'dan stratejik kopuşu, İran'ın Rusya'dan stratejik kopuşu ile tamamlanarak, Avrupa'dan Hindistan'a kadar, Ortadoğu'dan Kuzey Afrika'ya kadar uzanan bir nüfuz alanının oluşturulmasını öngörüyordu.İran Türkiye'nin bu maceracı politikasını kabul etmemiştir.
İran'dan umudunu kesen Türkiye, Suriye içsavaşı sırasında Batı ile huzursuzluk yaşayan Suudi Arabistan ve Katar ile sünni bir eksen oluşturmaya gitmek zorunda kaldı.Erdoğan Batı'dan stratejik uzaklaşmayı, mutlak suretle bir bölgesel güç oluşumuna bağlamanın zorunluluğunu anlamıştır.Çünkü aksi taktirde yeni faşist rejimin ömrü uzun olmayacaktır.
İki emperyalist ittifaktan ayrı üçüncü bir bölgesel güç merkezinin oluşturulması, bu iki emperyalist güç merkezi ile çatışmayı gerektirdiği için, TSK ittifakı her iki emperyalist güç ile mücadele edecek bir strateji ve buna uygun taktik araçlar oluşturmuşlardır.Buna göre: 1-Kendi dışındaki her iki kampın taktik olarak birlikte hareket etmelerini önlemek için ve bu birlikteliği bozmak için her iki tarafı çeşitli bölgelerdeki sorunları kullanarak karşı karşıya getirmeye çalışmak. 2-Türkiye'nin İran ile geleneksel ilişkilerini, Suudi Arabistan'ın da Mısır ile geleneksel ilişkilerini kullanarak daha geniş bir manevra alanına sahip olmak. 3-Batı ittifakının "yumuşak karnı" olan Avrupa Birliği'ni terör tehditi ve mülteci krizi ile zayıflatarak iç anlaşmazlıklarını geliştirerek ama özellikle Avrupa'da aşırı sağın yükselmesini sağlayarak ve bu temelde iç dengesini bozarak Avrupa üzerinden Batı ittifakını zayıflatmak.
"AB-Türkiye Zirvesi"nde Suriye'li mülteciler için istenen para yardımı dışında , Türkiye'nin gündeme getirdiği Avrupa'ya Türkiye vatandaşlarının vizesiz seyahat isteğinin içyüzü ise görünenden tamamen farklı bir yapıya sahiptir. Türkiye'nin bu vizesiz seyahat isteğinin altında, TSK ittifakının desteklediği "IŞİD ve El Kaide teröristlerinin Avrupa'da serbest dolaşım hakkına sahip olarak" bu TSK ittifakının terör silahını Avrupa'ya karşı sürekli elinde bulundurmak istemesi yatmaktadır.Böylece Avrupa ve onun aracılığıyla Batı ittifakı üzerinde sürekli terör tehditini sallandırarak caydırıcı bir politika elde edilmek istenmektedir. Çok doğal olarak, Türkiye vatandaşlarıyla birlikte IŞİD ve El Kaide teröristlerinin Avrupa'da dolaşmasına Avrupa karşı çıkmaktadır. İşte bu noktada , Erdoğan ve AKP'nin Ergenekon Komplosu'ndan beri uyguladığı bir özel savaş ya da psikolojik savaş taktiği ile karşı karşıyayız.
Ergenekon Komplosu sırasında içeride psikolojik savaş taktiklerinde "stajer öğrenci" olarak çalışanlar ve Ordu'ya ve Kemalistlere karşı savaşta deneyim elde edenler, aynı taktikleri şimdi dış politikada kullanmaktadırlar.Taktiğin biçimi değişmesine karşın içeriği aynı kalmıştır.
O zaman bu taktiğin özüne biraz daha inmek gerekir.
Ergenekon Komplosu'ndan beri Erdoğan, sürekli olarak asıl vurucu silahlarını güzel ve olumlu istemlerin ALTINA saklamıştır. Geleneksel iktidar blokunu yani Kemalist Ordu'dan Batı Emperyalistlerine kadar uzanan iktidar cephesini, "direk karşısına" alarak altedemeyeceğini anlayan Erdoğan, önce taktik olarak "AB'ye üyelik politikasının şampiyonluğu"na soyunmuş ve bu temelde Batı Emperyalistleriyle Kemalist Ordu'nun arasına girerek her iki müttefiki birbirinden ayırmış ve Ordu içerisinde kendi asıl gerici niyetlerini sorgulamak isteyen generalleri de "darbeci" olarak damgalayarak tecrit etmiştir.Erdoğan AB'ye üyelik politikasına taktik olarak el attığı için, kendi asıl niyetlerini sorgulayan bütün güçleri "AB'ye karşı" ve "darbeci" olarak niteleyerek kıpırdayamaz duruma getirmiş ve Gülen Cemaati ile birlikte tezgahladığı Ergenekon Komplosu ile öldürücü darbeyi vurmuştur.Kısacası Kemalist Ordu'nun etrafının boşaltılması "AB'ye üyelik politikasına" taktik olarak el atılmasıyla mümkün olmuştur.Erdoğan AB'ye üyelik politikasının altına kendi darbesini yerleştirmiştir.
Aynı taktiği yani olumlu bir söylemin altına kötü niyetini saklama taktiğini PKK'ye karşı da uygulamış ve çözüm sürecinin ve söyleminin altına,PKK'yi kuşatma ve bastırma stratejisini saklamıştır.
Ergenekon Komplosu sırasında devlet içerisinde Alevi kadrolarını tasfiye ederken "Alevi Çalıştayı" düzenleyerek ve bu temelde onlara yaklaşarak kimsenin bu tasfiyelerden şüphelenmemesini sağlamıştır.Yine aynı taktiği Romanlara karşı kullanarak ve "Roman Çalıştayı" düzenleyerek ve bu temelde bir beklenti yaratarak, İstanbul'un bazı semtlerindeki Roman vatandaşların ellerindeki arsaları ucuza kapatmış ya da bazılarını yerlerinde sürerek, kendi yandaşlarına rant sağlamıştır.
Buna benzer bir başka taktiği de Erdoğan , Suriye içsavaşından önce Başar Esad'a uygulamak istemiş ve bu temelde Esad ile yakınlaşmayı Suriye Müslüman Kardeşleri'ni önce iktidara ortak etmek ve sonra da Esad'ı tasfiye etmek için kullanmak istemiştir.
Bütün bu taktiğin altında yatan temel mantık şudur: yumuşak güçler ile stratejik darbe vurulacak gücün kafasını karıştırmak ve müttefikleriyle sorun yaşamasını sağlamak daha sonra sert güçler ile öldürücü darbe vurmak.Bugün "AB-Türkiye Zirvesi" aracılığıyla aynı taktik, Avrupa ve genel olarak Batı ittifakına karşı uygulanmak istenmektedir.TSK ittifakı Avrupa'yı terör ve mülteci ihracıyla tehdit ederken,Batı ittifakının kendi arasındaki çelişkilerinin artması için de bir an için Türkiye vatandaşları için vizesiz seyahat istiğini öne sürerek AB'yi sıkıştırmak istemektedir.Burada bütün sorun, giderek faşist bir rejim kuran ve Tek Adam Diktatörlüğü'ne yönelen bir ülkeye güvenlik noktasında Avrupa'nın güvenmemesidir.Türkiye'nin vizesiz seyahat uygulamasını ikili bir şekilde kullanacağını ve bu "masum" talebin altına "terör tehditini" yerleştirmek istediğini Avrupa iyi bilmektedir.
Avrupa Türkiye'nin vizesiz seyahat isteğini kabul ettiği zaman, daha kolay bir şekilde TSK ittifakının terörüne maruz kalacaktır ve bu kısa ve orta dönemde AB ittifakını büyük bir karışıklığa sürükleyecektir.Eğer bu isteği kabul etmediği zaman, Erdoğan'ın Türkiye halkını Avrupa'dan soğutma ve kendi iktidarını kabul etme milliyetçi politikalarına maruz kalacaktır.Erdoğan bu tür taktikler ile "Avrupa'nın ikiyüzlü olduğu ve samimi olmadığı" imajı oluşturarak, bu manevraları iç politikada kendi konumunu daha da sağlamlaştırmak için kullanmak istemektedir.
Peki Batı ittifakı niçin Erdoğan'ın bu tehdit ve şantaj politikasına açıkça karşı çıkamamaktadır?
Bunun iki nedeni mevcuttur: 1-Batı Emperyalist ittifakı tek TSK ittifakı ile savaş halinde değildir ama Rusya'nın başını çektiği Doğu Emperyalist ittifakı ile de savaş halindedir. Batı ittifakının her ikisini de karşısına alması ve iki cephede savaş yürütmesi mümkün değildir.Onun için bir yandan TSK ittifakını "yatıştırma" politikası izlerken, öte yandan da bu ittifakı "Doğu'lu güçler" ile karşı karşıya getirmek istemektedir.Böylece TSK ittifakının enerjisini Rusya ve müttefiklerine kanalize etmek istemektedir.
2-TSK ittifakının Avrupa'ya "terör ihracına" açıkça karşı çıkamamasının en önemli nedeni bizzat Batı'nın El Kaide ve IŞİD terörünü "icat etmesi ve kullanması"ndan kaynaklanmaktadır.Yani kendisi de boğazına kadar pisliğin içerisine batmış durumdadır.Herkesin "kirli çamaşırları" açığa döküldüğü zaman belki Batı'lı güçlerin kirli çamaşırları TSK ittifakından daha fazla olacaktır. TSK ittifakının elinde bu noktada güçlü deliller mevcuttur.Çünkü Batı'lı devletler bu terörizm için Katar ve Suudi Arabistan'ı zamanında kullanmışlardır ve bu devletler şimdi kendi çıkarları noktasında bunları Batı'ya karşı tehdit unsuru olarak kullanmaktadırlar.
Küresel ve bölgesel güçlerin bu karşılıklı bağımlılıkları, birbirlerine karşı açıktan pozisyon almalarını imkansız kılmaktadır.Bu yeni tipte bir savaştır ve bu savaşta yeralan bütün güçler, bu yeni savaşın "kodlarına" adapte olmak zorundadırlar.Aynı durum PKK için de geçerlidir.
Yeniden konumuza dönersek yani "AB-Türkiye Zirvesi"nin gerçek anlamını kısaca özetlersek eğer : Bu zirvenin Türkiye'nin AB üyeliğine ivme kazandırılmasıyla uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Bu zirve "müttefiklik" biçimi içerisinde gelişen ve büyüyen bir düşmanlığın göstergesinden başka bir şey değildir!
DEVRİMCİ BÜLTEN
|