« İMRALI NOTLARI » VE BARIŞ SÜRECİ (II) (I) K.Erdem V-Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK'nin Stratejik Önceliği Abdullah Öcalan ile PKK'nin Kandil Önderliği arasındaki "ideolojik fark"ın ya da "ideolojik örtüşmeme"nin kendisini olumsuz olarak gösterdiği sorunların başında "stratejik öncelik" gelmektedir. Stratejik öncelik, siyasi ve askeri planlamanın merkezi unsurudur. Stratejik önceliğin yokluğu ya da yanlış belirlenmesi, siyasi ve askeri güçlerin yanlış konumlanmasına ya da dağıtımına ve yanlış kullanımına götürecektir. Eğer düşman doğru bir stratejik öncelik tespit etmiş ve bu temelde güçlerini konumlandırmış ve kullanabilmiş ise, bu durum bizim güçlerimizin farklı parçalara bölünmesine ve aralarındaki bağların zayıflamasına ve de ayrı ayrı kuşatılıp darbelenmesine neden olur. Örneğin bugün devlet, HDK ve HDP üzerinde terör estirirken, PKK'nin buna gerekli karşılığı verememesi gibi. PKK'nin stratejik öncelik belirlenimi iki önemli faktöre ve bu iki faktörün doğru bir şekilde birbirine bağlanmasına bağlıdır. Küresel ve bölgesel jeopolitiğin doğru analizine ve Öcalan'ın yeni devrim tipinin mantığına. Bu ikinci faktör yani Başkan'ın devrim tipi, küresel ve bölgesel jeopolitiğe bir tür tepkidir. Diyalektikte varolan neden-sonuç ilişkisine benzer ve nedende olan herşey sonuçta belirmek zorundadır. Bunun anlamı devrim tipinin, emperyalist siyasetin bütün sonuçlarını kapsayacak düzeyde ve nitelikte olması demektir. Yeni devrim tipi, emperyalist siyasete verilen en kapsamlı devrimci cevaptır. Kandil Başkan'ın yeni ideolojik yapısını (paradigma) anlamadığı için, bu ideolojik yapının küresel ve bölgesel jeopolitiği nasıl ele aldığını ve değerlendirdiğini anlamayarak, Başkan'dan farklı bir stratejik öncelik belirlenimine sürüklenmiştir. Kandil stratejik perspektif hazırlarken, bölge jeopolitiğinde ortaya çıkan bazı siyasal parametreleri ya yanlış değerlendirmiş ya da yok kabul ederek, yanlış bir "bölgesel jeopolitik kurgu"ya sürüklenmiştir ve bunun sonucunda da yanlış stratejik çıkarsamalar yapmıştır. PKK'nin çok önemli iki stratejik problemi vardır ve bu problemler doğru bir şekilde çözülerek birbirine bağlandığı taktirde, doğru stratejik öncelik problemi çözülecektir.İşte Kandil bu noktada hata yapmış ve Başkan'ın ne yapmak istediğini anlamamıştır. Bu iki stratejik problemi alt alta şöyle koymak mümkündür: 1- Ortadoğu'da Türkiye mi yoksa İran mı zayıf halka konumundadır ve Türkiye ile kapsamlı savaş durumunda İran nasıl hareketsiz tutulacak ya da tersi yani İran ile kapsamlı savaş durumunda Türkiye nasıl hareketsiz tutulacaktır? 2- Rojava'daki kazanımlar hangi dereceye kadar ve nasıl korunacaktır? Aslında bu yukarıdaki iki stratejik problem tek bir stratejik problem olup, içiçe geçmiş durumdadır. İkinci maddedeki sorun birinci maddedeki sorunun çözümüne bağlıdır. Liderliğin en büyük özelliği, yaşamın akışını anlık değişimi içerisinde kavramak ve bunu genel soyut eğilimle ilişkilendirerek, bütün içerisindeki doğru yerini bulmaktır. Bu oldukça zor bir meziyettir ve lideri diğer kadrolardan ayıran temel özelliktir. İşte Öcalan da bu meziyetiyle PKK içerisinde eşsiz bir konumdadır. Başkan ile Kandil arasındaki stratejik öncelik sorunundaki ayrımın nedeni, Kandil'in 2003- 2011 (2011 tarihi yanlış da olabilir.Bu tarih 2009 ya da 2010 da olabilir ama bu sorunun özünü değiştirmez) arası Başkan'ın uygulamak istediği stratejiye bağlı kalmasından kaynaklanır. Başkan bu stratejiyi Türk iç politikasındaki gelişmelere bağlı olarak , 2009- 2011 arası dönemde değiştirmeye başlamıştır (bununla ilgili bilgileri ileride Ergenekon Komplosu ile ilgili bölümde vereceğim).
Başkan 2006- 2010 arası dönemde, AKP ile Gülen Cemaati'nin ittifakı ile gerçekleştirilen ve iktidarın iplerinin tamamen önce bu sonunculara ve daha sonra da tek başına AKP'nin eline geçmesine neden olan Ergenekon Komplosu sonucunda ortaya çıkan siyasi tablo karşısında, süratle stratejisini yenilemeye başladı. Çünkü 2000'li yılların başlarında belirlenen stratejide öngörülmeyen yeni bir durum ortaya çıkmış ve önceki stratejinin yapısını kökten etkilemiştir. Kısa bir zaman önce yazdığım bir makalede bu noktayla ilgili olarak şöyle yazmıştım: "İmralı Notları" kapsamlı okunduğu ve "sindirildiği" zaman, Sayın Başkan'ın 2003 - 2011 arası uygulamak istediği stratejiyi de "AKP'nin kapsamlı analizinden sonra değiştirdiği" görülmektedir. 2003- 2011 dönemi, Türkiye'nin AB'ye üye olmak için reform yapacağı beklentisi üzerine oturuyordu ve bu temelde Sayın Başkan "PKK'nin yumuşak ve sert güçleri"ni devletin demokratik dönüşümünde bir tür "baskı unsuru" olarak düşünüyordu. Ancak AKP ve Gülen Cemaati'nin, Ergenekon Komplosu ile Kemalist Ordu'yu bastırmalarından sonra, demokratikleşme yönünden adım atacaklarına, diktatörlük ve PKK'yi tasfiye yönünde adım atmaları ya da bu niyetlerini ortaya koymalarını (ki Sayın Başkan Demokratik Ulus kitabında AKP'ye "Yeşil Faşizm" demekte ve Kemalistler'den daha tehlikeli olduğu tespitini yapmaktadır) gördükten sonra Sayın Başkan, "Faşist Türk devleti ile taktik anlaşma aramak anlayışından, Faşist Türk devletini TASFİYE anlayışı"na geçmiştir. Faşist Türk devletini tasfiye politikasının SİYASAL İKTİDARI ELE GEÇİRME ile bağlantılı olduğunu söylemeye ise gerek yoktur. Ancak buradaki bütün mesele, Sayın Başkan'ın Dünya Devrimci Hareketi içerisinde ya hiç olmayan ya da ender görünen bir yöntem izlemesidir. Zaten kendisi "İmralı Notları"nda, Heyet ile "Türk Solu"na gönderdiği mesajında, bu süreçte eski metodları bir kenara bırakmak gerektiğini belirtir. Abdullah Öcalan'ın "siyasi planı" kavrandığı zaman, bu planın "yeni bir devrim anlayışına dayanan mükemmel bir plan" olduğu görülecektir. Sayın Başkan'ın planına göre, AKP Barış Süreci'ne devam ederse zaman içerisinde devrimci-demokratik hareketin yumuşak güçleri ve onu "her an destekleyen sert güçler" ile çözülecekti yokeğer Barış Süreci'ni sona erdirirse o zaman da "kapsamlı savaş" ile desteklenen yumuşak güçler ile tasfiye edilecekti. Kısacası her iki durumda da tasfiye edilecekti. Bu bir tür, faşizmin tasfiyesine faşizmin kendisinin karar vermesi gibi bir şeydi. Bundan şu sonuç çıkmaktadır ki, Türkiye demokratikleşmeyene ve bu demokratikleşme sağlam bir tarihsel ve toplumsal temele oturmayana kadar, PKK'nin "Stratejik Önceliği" Türkiye'dir. Sayın Öcalan'ın 2003- 2011 stratejisinde, Türk devleti ile taktik anlaşma arama anlayışı, Kürdistan'ın diğer parçalarında ama özellikle de Doğu Kürdistan'daki (İran) mücadeleyi yükseltmeye bağlanmıştı. Sayın Başkan yeni stratejide bu görünümü koruyarak, içeriğini değiştirmiştir. Açıktan söylememesine (bu mümkün değil) karşın, yeni stratejide Türk devleti ile taktik anlaşma, aslında faşist Türk devletini yıkmak için "yumuşak ve sert güçlerin toplanma süreci"ne bağlanmıştır. Sayın Başkan, kısmi olarak Rojava hariç, özellikle de Doğu Kürdistan için mücadeleyi ALDATMA aracı olarak kullanmaktaydı." (Kemal Erdem, 16 Nisan ve Sonrası, Devrimci Bülten Sayı 67, www. komunistdunya.org) Başkan 2000'li yılların başlarında yeni stratejiyi kurduğu zaman, Türkiye'nin AB üyesi olacağını hesap ederek (çünkü Başkan'ın yakalanma nedeni buydu) ve Türkiye'nin Batı Emperyalistleriyle AB üzerinden stratejik ittifakını güçlendirme politikasını gözönünde bulundurarak, Türkiye ile uzun yıllara yayılacak bir taktik anlaşma elde etmenin daha doğru olacağını düşünüyordu. Bu anlaşma, Türkiye'nin AB'ye üyelik reformlarını kolaylaştırarak ve Türkiye'nin Batı'ya sıkıca bağlanmasına neden olarak, Türkiye'nin Ortadoğu'daki statükoyu koruma politikasına son verecekti. Türkiye'nin AB üzerinden Batı'ya bağlanması ve PKK ile anlaşması, PKK'nin İran'a kapsamlı saldırısı için zorunluydu. PKK'nin Türkiye ile İran arasındaki iki cepheye sıkışmamasının tek yolu, Türkiye'nin AB'ye doğru ilerlemesiydi. PKK'nin İran rejiminin yıkımına katılması durumunda Türkiye'yi hareketsiz tutacak tek tarihsel çapa AB üyeliğiydi. Türkiye'nin AB'ye doğru gidişinin durduğu her durumda, temel eğilimi statükoyu koruma eğilimi olarak,İran ve diğer bölge devletleriyle yakınlaşma olacaktı,ki bu PKK için bir felaket olurdu. Öcalan kurt bir siyasetçidir ve 2009 yılında tuhaf bir şeyler olduğunu ve AKP ile Gülen Cemaati'nin amaçlarının AB üyeliği olmadığını ve de sadece bu liberal taktiği aldatma aracı olarak kullandıklarını hemen anladı. Öcalan Erdoğan ve AKP'nin, "AB söylemi" maskesini kullanarak faşist yüzlerini gizlemek istediklerini anladı. Çünkü Öcalan'ın, Erdoğan'ın AB söylemine karnı toktu ve onun temel ölçüsü, AKP ve devletin PKK'ye karşı temel tutumu sorunuydu.Öcalan Erdoğan ve AKP'nin PKK'ye karşı temel tutumuna bakarak karar veriyordu, ki en doğrusu buydu.Bu tutum ise PKK'yi tasfiye idi. Başkan Erdoğan'ın liberal maske altındaki faşist politik yapısını anladığı andan itibaren, bu duruma yeni bir politika ve stratejiyle karşılık verdi ve Kandil'i bir çok defa bu noktada uyarmaya çalıştıysa da Kandil sanki "kış uykusu"na dalmış gibi bir türlü uyanmak istemedi. İşte Başkan'ın Demokratik Ulus kitabı ile HDK ve HDP'nin kuruluşu, eski stratejiden kopulduğu ve yeni bir stratejiye geçildiğinin göstergesidir ama Kandil yine uyanmadı. Erdoğan ve AKP'nin "Yeşil Faşizm" (bu tanımlama Demokratik Ulus kitabında var) peşinde koştuğunu gören ve bunun da AB üyeliğine götürmeyeceğini anlayan Başkan, bu durumda eski stratejinin artık PKK için işlemez olduğunu farketti ve bu temelde çok cürretkar bir politika ve strateji hazırladı: Artık stratejik öncelik İran değil, Türkiye idi ve PKK yeni devrim tipi temelinde Türkiye'de faşist diktatörlüğün yıkılışına önderlik edecekti. AKP'nin iktidarı Yeşil Faşizm temelinde ele geçirmesi yeni ve beklenmedik bir durumdu ve de ilginç bir şekilde Türkiye'yi İran'dan daha zayıf konuma getirmişti. Çünkü geleneksel iktidar bloku dağılmaya başlamış ve AKP ancak korkunç bir diktatörlükle iktidarını koruyabilirdi. Geleneksel Kemalist iktidar blokunun dağılması ve bu durumun Kemalistler, Faşist Politik İslamcılar,Liberaller ve Devrimci Hareket arasında çelişkilerin daha da keskinleşmesine neden olması, Türk devletini oldukça zayıf bir konuma getirmişti. Yeni rejim oturmadan bu fırsattan yararlanmak gerekiyordu.Çünkü rejim oturduktan sonra ve kendisine yeni müttefikler bulduktan sonra bazı şeyler için çok geç olabilirdi. Sayın Başkan'ın 2009 - 2011 arası hazırlamış olduğu yeni strateji, Napolyon Bonapart'ın Austerlitz seferine benzemektedir. Başkan'ın siyasal stratejisi, Napolyon'un bu savaştaki askeri stratejisiyle büyük benzerlik arzeder. Napolyon'un Austerlitz muharebesini diğer muharebelerden ayıran temel özellik, Napolyon'un bu muharebenin yerini, zamanını kendisi belirleyerek düşmanını istediği yere getirmesi ve ona kendi savaş planını dayatmasıdır. Bu muharebe büyük derslerle doludur ve onun için hala daha askeri okullarda ders olarak okutulur. Aynı şeyi Öcalan Erdoğan için yapmıştır. 2012 yılında PKK'nin kapsamlı saldırıları sonucunda Erdoğan masaya oturmak zorunda kalmış, barış süreci onun üzerinde demokratikleşme baskısını yaratmış ve bunun sonucunda 7 Haziran genel seçimlerinde büyük bir darbe yemiştir. Ama Kandil'in eski stratejiye bağlı kalışı bütün hesapların yanlış yapılmasına ve Başkan'ın yeni stratejisinin havada kalmasına neden olmuştur. Napolyon'un Austerlitz seferine karar vermesinin nedeni, Fransa'ya karşı Büyük Britanya,Çarlık Rusyası ve Avusturya'nın Kutsal Roma İmparatorluğu'nun oluşturduğu koalisyondu. Bu koalisyon Fransa önlerine gelip birleşerek, ezici bir sayısal üstünlük kurarak, Fransa devletini yenmek istiyordu. İşte Napolyon düşman kuvvetleri birleşmeden ve ezici bir üstünlük elde etmeden araya girip ve bu koalisyonu parçalamak istiyordu. İnanılmaz bir iradeyle Büyük Ordu, Kuzey Fransa'dan Avusturya önlerine kadar bin kilometrelik bir yürüyüş yapıp ve Avusturya-Rusya güçlerini Austerlitz'te yendiği zaman, Napolyon hem kendi rejiminin ömrünü uzatmış hem de Fransa'nın nüfuz alanını Orta Avrupa'ya kadar uzatarak aynı zamanda 1812'deki Rusya seferinin de önünü açmıştır. Eğer Başkan'ın stratejisine bağlı kalınarak 7 Haziran'dan sonra, Erdoğan ve AKP'nin yıkılışı gerçekleşmiş olsaydı ve Türkiye demokratik bir devrim doğrultusunda yolalsaydı, Türkiye'nin Rusya ve İran ile anlaşarak Suriye'ye müdahale etmesi mümkün olmayacaktı. Çünkü düşman Napolyon'un yaptığı gibi kaynağında ya da daha oluşum halindeyken ezilecekti. Sayın Başkan'ın stratejiyi değiştirmesiyle, Türkiye'de iktidarın el değişimi arasında bir bağ sözkonusudur ve bu değişim stratejinin değişimini zorunlu kılmıştır, ki Kandil bunu hiçbir zaman anlamamıştır. İşte Barış Süreci başladığı zaman Başkan, PKK ve KCK'yi bu Türkiye önceliğine göre biçimlemeye çalışıyordu. Stratejik öncelik Türkiye olduğu andan itibaren artık Rojava ve İran politikalarının da bu yeni stratejiye uygun olarak ele alınması gerekiyordu. Ama burada asıl niyetin, Barış Süreci perdesiyle gizlenmesi (Erdoğan da AB politikasıyla aynısını yapmıyor muydu!) zorunluydu. PKK'nin stratejik önceliği Türkiye'ye doğru kayarken, Ortadoğu'daki emperyalist savaş ve paylaşım kavgası da stratejinin bir başka sorununun çözümüne neden oluyordu: İran Batı Emperyalistlerinin ağır baskısı altında olduğu için ve yine Türkiye'nin Suriye'deki bozucu etkisini dengelemek için,İran bir PKK-Türkiye savaşına dahil olmayacaktı! Eski stratejide bir PKK-İran savaşında, Türkiye'yi AB üyeliği tutacaktı. Yeni stratejide bir PKK-Türkiye savaşında İran'ı, Ortadoğu'da emperyalist paylaşım savaşı hareketsiz tutmaktadır! Bu artık Barış Süreci sonunda ortaya çıkan siyasi tabloda ispatlanmıştır. İran bir PKK-Türkiye savaşına dahil olmayacağını belli etmiştir. Peki bu karmaşık tablo içerisinde ya da Başkan'ın yeni stratejisinde ve Barış Süreci içerisinde Rojava'nın yeri nedir? Başkan'ın Rojava sorununu kendi devrim modelinden ayrı ele alması düşünülemez ve de eşyanın tabiatına aykırıdır. Başkan'ın amaçlarından bir tanesi, Barış Süreci boyunca Rojava'yı belirli bir dereceye kadar güvenli hale getirip, Kuzey'de savaş başladığı zaman bütün güçleri Kuzey'e yıkabilmekti. Ancak beklenmedik gelişmeler oldu ve Rojava, IŞİD aracılığıyla Batılı Emperyalist güçler ve onlarla birlikte hareket eden bazı gerici devletlerin (Türkiye-Suudi Arabistan-Katar ittifakı) desteklediği cihatçı terör örgütlerinin (El Kaide, Müslüman Kardeşler gibi) ortak kuşatmasına maruz kaldı. PKK'nin Rojava'daki problemi ile Başkan'ın yeni devrim tipinde tartıştığımız problemin özü aynıdır. Eğer Kandil Başkan'ın yeni devrim tipinin özünü kavramış olsaydı, Rojava'da nasıl hareket edeceğini anlardı. Mesele şu ki, Rojava sorunu, Ortadoğu devrimi sorununa bağlı ve bu sorunun ilkeleri ise yeni devrim tipinin ilkeleri içinde bulunmaktadır. Yeni devrim tipinde tartıştığımız temel problem şuydu: Kürdistan'da mevzi kazanımı ve kurtarılmış alanlar oluşturulması (bu noktada Rojava da bir tür kurtarılmış alandır), sömürgeci devletlerin merkezi yapılarının zayıflatılması sorununa bağlanmıştı, ki bu sorun Başkan tarafından doğru konulmuştu. Rojava deneyimi gösterdi ki, Türkiye ve İran gerici rejimlerinden bir tanesi yıkılmadan ve bu devletlerden bir tanesi tam demokratikleşmeyene kadar, Rojava'nın "bağımsız" bir şekilde güvenli hale getirilmesi mümkün değildir. Türkiye ve İran rejimleri yıkılmadan ve Rojava ile tam ittifak kuracak bir demokratik irade ve siyasi yapı ortaya çıkmadan, Kandil'in yaptığı gibi Rojava'nın güvenli hale getirilmesi ancak tamamen bir emperyalist kampın kanatları altına girmek ve PKK'nin bağımsız politikasını yoketmekle mümkündür.Bu hareket tarzı, eski devrim tipinin kalıntısı olup, Başkan'ın Demokratik Konfederalizm anlayışının ruhuna aykırıdır. Belki Kandil Rojava sorununu, Rojhilat üzerinden İran sorununa bağladığı zaman, biçimsel olarak haklı görülebilir. Ama sorunun bu temelde ele alınması da yanlıştır. Nedeni böyle bir anlayışla yani bir emperyalist grubun (Batı Emperyalistlerinin) stratejik başarısına ve önceliğine destek vererek, ikinci adımda kendisine karşı gelişecek tarihsel olayları serbest bırakacak olmasıdır. Bölgede bir emperyalist kamp, karşı emperyalist kampa ya da kamplara darbe vururken, bu çabasını bağımsız bir politika geliştiren üçüncü güce karşı, stratejik bir darbe vurmayla koordine edecektir. Bu durum Ekim 2014'te, IŞİD'in iplerini elinde tutan Batılılar ile El Kaide'nin iplerini elinde tutan Türkiye-Suudi Arabistan-Katar ittifakının ORTAK Kobane kuşatmasıyla ortaya çıkmıştır ve bunu yok saymak emperyalist politik gerçekliğe gözlerimizi kapamakla eşanlamlıdır.
Kaldı ki AKP'nin tam iktidar olmasıyla, emperyalist sistem içerisinde çok önemli bir durum ortaya çıkmış ve Türkiye'yi İran'dan daha zayıf hale getirmiştir. Emperyalist sistem iki değil üç kampa bölünmüş ve bu üçüncü kampın liderliğine de Türkiye soyunmuştur.Bu üçüncü kamp, diğer emperyalist kamplardan daha zayıf ve kırılgan olup, iç politikadaki köklü dönüşüm ve değişimden dolayı da tarihsel olarak, İran'dan daha zayıf konumdadır. 1 Kasım 2015'ten sonra, PKK'nin Demokratik Özerklik atılımlarından sonra yazdığım bir makalede şu tespiti yapmıştım: "Ortadoğu'da iki küresel (Doğu ve Batı Emperyalist ittifaklarıyla) ve bir bölgesel (TSK ittifakı) yapıya sahip olan ve birbirleriyle aynı derecede düşmanlık ve çelişki içerisinde olan üç emperyalist kamp sözkonusudur. Burada TSK ittifakı Doğu ve Batı emperyalistleri arasına konumlanarak ve her ikisini birbirine karşı kullanarak ve zayıflatarak kendi nüfuz alanını genişletmek isteyen bir politika gütmektedir.Türkiye'nin Paris terör saldırılarından on gün sonra Rus jetini düşürmesi, NATO ile Rusya'yı provakatif şekilde karşı karşıya getirme ve Suriye'de TSK ittifakını devre dışı bırakmak isteyen ABD-Rusya dengesini bozmaya dönüktü.Ama görünen o ki, Türkiye bu hedefini gerçekleştiremedi ve ABD ile Rusya şimdilik Suriye'deki dengeyi korumaktan yanadırlar. Ama Erdoğan'ın bu taktiği Türkiye'nin tecritini daha da geliştirdi ve neredeyse Suudi Arabistan,Katar ve KDP'den başka dostu kalmadı." (...) " Türkiye'nin yeni sünni müttefikleriyle birlikte, her iki emperyalist kamptan bu stratejik kopuşu, dünya siyaseti üzerinde öyle derinlemesine bir etki ve jeopolitik kırılma yaratmıştır ki, bütün stratejik planların değişimini zorunlu hale getirmiştir. Bu ortaya çıkan yeni durum bir tür "mucize"dir ama bu mucize gerçektir! Bu yeni durum Başkan'ın Stratejik Denge Konumu politikasının bütün teorik sorunlarını da çözmüş durumdadır. Ortaya çıkan bu yeni durum, PKK açısından eskisinden daha olumlu bir durumun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Emperyalist siyasetteki bu yarılma yani iki güçlü emperyalist kampın (Batı ve Doğu) yanında , tarihsel temeli zayıf ve çürük ve de üstelik her ikisinden bağımsız bu TSK ittifakı kampının ortaya çıkması, PKK'nin stratejik önceliğinin İran'dan Türkiye'ye doğru kaymasını zorunlu hale getirmiştir. Bu üç nedenden dolayı zorunludur: 1- Savaş Sanatı'nın büyük ustalarının (Sun Tzu ve Clausewitz gibi) belirtmiş oldukları "düşmanın zayıf olan yerine saldır" prensibi ile uyumludur. TSK ittifakı diğer iki kamptan daha zayıftır. 2-PKK'nin stratejik gücünün kaynağı, Batı ve Doğu emperyalistlerinin yenişememe ve bu temelde birbirlerini dengeleyerek,PKK karşısında zayıf kalmalarına dayanmaktadır. Her iki kampın birbirleriyle savaşması, PKK'nin üzerine daha fazla gelinmemesine neden olmaktadır.PKK'nin kuşatılıp ve bastırılması, bir emperyalist kampın diğerine baskın gelmesi durumunda olanaklıdır.Bu dengenin varlığı PKK için bir güvenlik süpabı işlevi görmektedir. PKK'nin İran stratejik önceliği, dengenin Batı emperyalistleri lehine bozulmasına neden olarak hemen PKK'nin kuşatılıp ve bastırılması sonucunu da doğuracaktır. Bundan dolayı, Türkiye'nin hem Batı'dan hem de Doğu'dan bağımsız bu konumu, PKK'nin stratejik gücünün kaynağını oluşturan dengenin bozulması zorunluluğunu da ortadan kaldırmış durumdadır. PKK dengeyi ancak kendi stratejik perspektifinin gelişimine olumlu katkı yaptığı zaman bozma olanağına artık sahiptir. 3-PKK Ortadoğu'da emperyalistler arası denge bozulmadan, Kürdistan'ın en büyük parçası olan Kuzey Kürdistan'da iktidarlaşma tarihsel olanağına sahiptir ve bu onun Batı tarafından kuşatılıp ve bastırılma politikasının sonu demektir." (Kemal Erdem, PKK'nin Yanlış Stratejik Önceliği ve Bundan Kaynaklanan Taktik Sorunlar Üzerine, Devrimci Bülten Sayı 63, www. komunistdunya.org) Türkiye, Suudi Arabistan (ki son dönemde bu ülke de Türkiye için sağlam bir müttefik olmaktan çıkmıştır ve tek Katar elinde kalmıştır) ve Katar ile ayrı bir bölgesel emperyalist güç odağı oluşturma politikasına yöneldiği için, İran'dan daha zayıf bir konuma sürüklenmektedir. İran'ın Rusya ve Çin ile olan ikişkileri onu daha dayanaklı yapmaktadır. Türkiye olanaklarıyla uygun olmayan hedefler peşinde koştuğu için daha zayıf bir konuma sürüklenmiştir. Başkan'ın yeni devrim anlayışı, Rojava'daki kazanımların korunmasını iki biçimde ele alır: Bir "mutlak" bir de "göreli" korunma olarak. Rojava'daki kazanımların "mutlak" korunması, Türkiye'deki faşist rejimin yıkılışına bağlanmaktadır. Türkiye'de faşist rejim yıkılmadan, Rojava'da kazanımların korunması sadece "göreli" yani kısa dönemli ve istikrarsız olacaktır. Ama Başkan Barış Süreci'ni, bir yandan Rojava'nın göreli istikrarını ve güvenliğini sağlamak için kullanmak istiyordu , öte yandan da Rojava korkusunu diri tutarak Türkiye ile Barış Süreci'ni uzatmayı umuyordu. Çünkü Barış Süreci uzadıkça, Edoğan ve AKP'nin altındaki "siyasi toprak" daha kaygan hale gelecek ve Başkan bununla birlikte Medya Savunma Alanları'nda ezici bir askeri güç biriktirecekti. Bu askeri güçlerin birikimi için zaman gerekiyordu. Barış Süreci Kuzey'de geri çekilmeyi olanaklı hale getirdiği için, Rojava için gerekli olan güç kaydırımını olanaklı hale getiriyor ve Rojava Barış Süreci ile güvenli hale geldiği zaman da, bu sefer Kuzey için güç kaydırımına olanak tanıyacaktı. Bu taktik, savaşta güçlerin stratejik önceliğe göre "ardarda kullanımı" dediğimiz şeydir. Bir diğer nokta, Rojava'nın Türk devleti (Türkiye değil) ile olan büyük sınırıdır. Bu sınırın varlığı, Türkiye'de faşist diktatörlüğün yıkımını zorunlu hale getirmektedir. Başkan Barış Süreci boyunca Rojava'da, devrimin düşmanlarını yenerek ve Suriye ile İran'la da diplomatik ilişki geliştirerek, en azından geçici bir barış dönemi elde etmek istiyordu. Ancak beklenen olmadı ve bu durum Başkan'ın teorisindeki bir boşluğu da ortaya çıkardı.Bu boşluk KDP-YNK gibi hareketlere karşı PKK'nin doğru tutumu sorunu ve bu temelde Ulusal Kongre sorununun doğru ele alınmasıdır. Barış Süreci sonunda Başkan'ın öngördüğü gibi, Rojava "göreceli" olarak da istikrar altına alınamadı. Başkan PKK'nin gücünün tek başına Rojava'yı geçici olarak güvenli hale getireceğini sanıyordu, ki bu hesap yanlış çıktı. Çünkü Batı'lı emperyalist güçler, kendi güçlerini IŞİD ve El Kaide gibi güçler içerisine saklamışlardı ve bu terör örgütleri sıradan terör örgütleri değildiler ve bir tür "Batı'nın işgal kuvvetleri" gibi hareket ediyorlardı ve de "Emperyalist Koalisyon"un hava kuvvetleri tarafından da korunuyorlardı. Bir çok defa, IŞİD'e yarayacak şekilde Suriye Ordusu'nun bombalanması ve yine YPG'nin sözde bir kaç defa yanlışlıkla vurulması, oyunun ne olduğunu anlamaya yeter. Batılı Emperyalistler ve TSK (Türkiye-Suudi Arabistan-Katar) ittifakı, Ekim 2014'te Kobane kuşatmasını yaptıkları zaman, PKK'yi bir ikileme sürüklediler: Ya PKK stratejik geri çekilme yapacaktı ve Rojava düşecekti ya da PKK IŞİD'i Rojava'ya süren Batı'lı emperyalistlerle anlaşacaktı ve Rojava elde kalacaktı. Batı'nın amacı Rojava'yı IŞİD aracılığıyla ele geçirerek KDP'ye vermek ve bu temelde KDP'yi tamamen kendine bağlamaktı. KDP aracılığıyla Rojava Kürdistan'a yerleşerek, gelecekte Esad rejiminin düşüşünde önemli bir mevzi elde etmek istiyordu. Suriye'de bir işbirlikçi hareketin oluşturulması ve güçlendirilmesi ölçüsünde de, rejimin düşüşüne geçilecekti.Bazı ÖSO'cuların "Eğit-Donat" programı temelinde eğitilmesinin amacı buydu. Ancak Türkiye ve ortakları, Batı'ya bağlı bir işbirlikçi hareketin Suriye'de iktidara gelmesini istemedikleri için, Türkiye aracılığıyla "Eğit-Donat Programı"nın içeriğini boşalttılar ve Batı'nın bu politikasını boşa çıkarttılar. Türkiye ve ortaklarının, Batı'nın "Eğit-Donat Programı"nı boşa çıkartmaları, Batı'nın PKK-PYD politikasında değişikliğe neden oldu. Batı'lı emperyalistler isteselerdi 2014 Ekim'inde Rojava'yı düşürürlerdi ama yapmadılar. Çünkü amaçları artık tek Rojava'yı düşürmek değildi ama PKK'ye "çengel atarak" ve zaman içerisinde yeni bir "Eğit-Donat" programıyla PYD ile YPG'yi PKK'den kopartmaktı. Bu politika, PKK-KDP rekabeti yaratarak hem Batı'nın bölgede tamamen KDP'ye bağımlı hale gelmesini önleyecekti hem de Türkiye-PKK rekabeti yaratarak Türkiye sınırlandırılacaktı. Bu politika Batı'nın seçeneklerini çoğalttığı için, Rojava'nın düşürülmesinden daha ilginçti.İşte bu tablo içerisinde ,PKK feci bir hataya imza attı ve Ekim 2014'te Duhok Anlaşması aracılığıyla Batı ile anlaşma yoluna gitti ve Rojava Batı ile anlaşıldığı için elde kaldı. PKK'nin hatası Batı ile anlaşma değil ama Rojava'nın "mutlak" güvenliğini Batı aracılığıyla yapmaya çalışmasıdır. Başkan'ın Rojava'daki hesabı yanlış çıktı. Aslında buna yanlışlık değil eksiklik demek daha doğrudur. Çünkü Başkan'ın Batı'nın kendi güçlerini "IŞİD içine gömmesi"ni bilmesi mümkün değildi. Obama 2010- 2011'de Irak'ta ABD askerlerini çekerken, IŞİD gibi terör örgütleri içerisine de , özel kuvvetler aracılığıyla Batı'nın askeri güçlerini gömerek, savaşta aldatma taktiğini uyguluyordu. Aslında Batı görünürde askerlerini çekiyordu ama esasta ise "başka kapıdan içeri girerek" çekilmiyordu. Batı'nın IŞİD saldırısının amacının, KDP'ye Rojava'da alan açmak olduğunu, İmralı Heyeti en son görüşmede Başkan'a şöyle belirtir: "İ.Baluken: Rojava konusunda bilgilendirme yaptılar (yani Kandil-KE). Amerika ve İngiltere başta olmak üzere Batılı güçlerin Rojava üzerinde ciddi planlarının olduğunu ifade ettiler. A.Öcalan: Nasıl planlar? İ.Baluken:ABD ve İngiltere Rojava'ya siyasi müdahale etme , KDP'yi güçlendirme ve Güney'in parçası haline getirmeyi amaçlıyor. Oslo görüşmesini yapan ekip de bu işin içindedir. A.Öcalan: Aslında o İsrail'dir, hızla girmek istiyor. Burayı KDP'nin etkisi altında devletleştirmek istiyorlar. Güvenlik çok ciddi tehlike altındadır. KGM: Bu sürece dahil olmak istediler. Biz kabul etmedik. Amerika Kandil'e gitti. Bu görüşmeden sonra Kandil de bir açıklama yaptı. Üçüncü göz olsun dedi. A.Öcalan: Kandil de, PYD de KDP'nin kontrolüne girmeyecek. Barzani'nin kontrolüne girmiş güçler tehlikelidir. Bu çizgiye karşı büyük savaşım var. Demokrasi ilaçtır , kardeşlik ilaçtır. (...) İ.Baluken: Üçüncü bir güç olarak KDP ve KCK'yi sözde bir araya getirecekler. Demokratik özerkliği ve kanton sözleşmelerini ortadan kaldıracaklar. Güney'deki gibi federal bir yapı öngörüyorlar.YPG'nin yapısını tartışıyorlar. ENKS'yi nasıl askeri güce dahil edebiliriz diye dayatıyorlar.ENKS ve KDP bu planın bir parçasıdır.ENKS bir kaç gün önce yapılan Rojava'daki seçimlere katılmadı. Askerlik Kanunu'nu tanımadığını söyledi.Bütün bunlar ciddi bir planlamanın devrede olduğunu gösteriyor.Bu konuda PYD'ye "PKK'yle aranıza mesafe koyun" şeklinde dayatmaları var.Görüşmelerde sık sık PKK ve Önderlikle olan ilişkiden rahatsızlık belirtiliyor." (İmralı Notları,a.g.e.,s.453)
Burada çok temel bir soru sormak istiyorum: Batı'nın IŞİD aracılığıyla Rojava'ya saldırısına olanak sağlayan şey nedir?
Bu meseleyi farklı bir biçimde başka bir makalede (PKK-KDP İlişkileri ya da KDP'yi "kazanmak") tartıştığım için, burada ayrıntıya girmeyeceğim. Eğer Batı KDP için IŞİD'i Rojava'ya saldırtıyorsa, bunun nedeni Kürdistan'da Ulusal Birlik sorununun çözülmemiş olmasıdır.Bu noktada PKK'nin hatalarını da aynı makalede ayrıntılı olarak belirttim. IŞİD'in Kürt Ulusal Birliği'nin çatlakları arasında ilerlemesi, bir Kürt trajedisi olup, Kürt Ulusu için temel bir kaygı kaynağı olmalıdır! Buradaki hatanın kaynağı tek Kandil'de değil ama Başkan'ın katı KDP politikasında da yatmaktadır. Eğer gerekli taviz sistemi ile KDP kazanılmış ve Ulusal Kongre başarılmış olsaydı, PKK'nin Batı ile anlaşmasına gerek olmayacaktı.Eğer Kandil Başkan'a direnecekse, katı KDP politikasını yumuşatması noktasında direnmeliydi.Çünkü KDP'ye tavizle elde edilecek Ulusal Kongre, Başkan'ın Rojava'da istediği göreceli güvenliği getirecek ve bu Ulusal Kongre örtüsü geçirilmiş barış da, düşmanları şaşırtmak için kullanılabilecekti.Bu durum PKK'nin Batı ile tam anlaşmasına engel olarak, PKK'nin stratejik kuvvetlerinin bölünmesine engel olurdu. PKK hep Ulusal Kongre'nin lafını etmiştir ama içeriğini nasıl dolduracağını bilmemektedir ya da yanlış doldurmak istemektedir.
Kaldı ki Başkan'ın KDP noktasındaki tutumu kırılmayacak türden de değildir. Çünkü Başkan dogmatik değildir. Bakın daha 2003'te Bir Halkı Savunmak kitabında ne yazıyor: "Türkiye Kürt sorununu çözmeden Ortadoğu kaosuna iyice girdiğinde,ortaya çıkabilecek gelişmeleri önemle değerlendirmek gerekir.Kürdistan üzerinde üç kuvvetin çekişeceği şimdiden açığa çıkmış bulunmaktadır.Birincisi ABD,İsrail ve işbirlikçi Kürtler.İkincisi Türk,İran ve Arap statükocu güçleri ile az bir kısım Kürt milisleri ve işbirlikçi aşiretçi,komprador burjuva kesim.Üçüncü kesim daha ağırlıklı olup yoksul emekçi,yurtsever,demokrat halktan oluşmaktadır.Bu tip ayrışma ilk defa gerçekleşmektedir.Statüko ile hareket eden işbirlikçi Kürtlerin zamanla erimeleri güçlü olasılıktır.Irak'taki Kürtlerin konumundan bu yönlü gelişmeler çıkarsanabilir.Eğer Türk,İran ve Arap yönetimleri kendi Kürt reformlarını yapmazlarsa, yurtsever demokrat Kürtlerle emperyalizmin işbirlikçisi Kürtler arasında her düzeyde farklı ittifaklar gelişebilir.Sonuçta ABD önderliğinde bütün Kürtler koalisyonda yer alabilirler. (abç) Bir uzlaşma imkanı görmezse (Türk,İran,Arap yönetimi), PKK önderlikli Kürtlerin de koalisyon güçleri ile ilişkilerini ateşkes ve demokratik çözüm temelinde geliştirmesi beklenebilir.Bu ilişkiden zaten Irak Arap yönetimi stratejik bir darbe yemiştir.Irak'ı yıkan ABD,İsrail ve Kürt ittifakıdır."(Abdullah Öcalan,Bir Halkı Savunmak,s.458)
Başkan'dan aktardığımız bu pasajdan ilk bakışta, Kandil'in Rojava'da ABD önderliğindeki Batı Emperyalistleriyle geliştirdiği taktik işbirliğinin doğru olduğu sonucu çıkabilir. Ama bu doğru değildir. Başkan "bütün Kürtler" ile birlikte, ABD ve müttefikleriyle ittifaktan bahseder yoksa tek başına PKK'nin Batı ile ittifakından değil. Çünkü tek başına PKK'nin Batı ile ittifaka girmesi, zamanla ona yedeklenme tehlikesini barındırmaktadır. Başkan "bütün Kürtler"in ABD ile ittifakından bahsederken, bu bütünün Ulusal Kongre etrafında geliştirilecek bir politikayla ortaya çıkacağını belirtmek istiyordu. Ulusal Kongre aracılığıyla ABD ve müttefikleriyle ilişki kurmak ayrı şeydir, tek başına bu ilişkiyi kurmak ayrı şeydir. Ulusal Kongre ya da buna denk düşecek bir Ulusal Birlik politikası,PKK'nin Batı ile taktik ilişki geliştirirken bağımsız politikasını sürdürmeye yarayacaktır. Ama Başkan'ın Rojava'nın göreli olarak güvenli hale getirilmesi politikasında, ağırlık Ulusal Kongre'de değildir. Ulusal Kongre çalışmalarıyla diğer Kürt hareketlerin baskı altına alınması çalışmaları yürütülmekle birlikte, Başkan Barış Süreci sona erdiği zaman Rojava'yı, PKK'yi İran-Suriye ekseninde tutarak güvenli hale getirmek istemektedir ve Rojava meselesini de Türkiye üzerinde bir şantaja çevirerek Barış Süreci'ni uzatmak istemektedir. Barış Süreci sona erdiği zaman, PKK'nin İran-Suriye ekseninde kalacağını açıkça belirtmiştir, ki mantıklı olan da budur: "Daha önce de anlatmıştım. Kadeş Savaşı'nda Hattutaş'ın güvenliği Suriye'den geçer. Türkiye'nin güvenliği de buradan geçer. Çökerse İran burayı da Suriye'ye çevirir. (KCK'nin mektubunu eline aldı ve yetkiliye hitaben konuştu) Elli gün içinde ittifaka gitmezlerse , işte mektupta da bahsediyorlar, eski bloğa girebilirler. Suriye-Irak politikasında Türkiye değişmezse , Suriye-İran blokuyla ittifak geliştirebilirler. Bunu Cuma'ya aynen böyle anlatın." (A.Öcalan,İmralı Notları,7 Şubat 2014, s.240) Bu pasajı analiz etmeye çalışalım. Çünkü Başkan'ın uygulamak istediği politika, Kandil dahil bir çok çevrede anlaşılmıyor ya da anlaşılmak istenmiyor. Burada anlaşılması zor olan şey, Başkan'ın görünüşte Türkiye ile ittifak ararken aslında faşist diktatörlüğü yıkmak için konumlanma yapmasıdır. Başkan Türkiye "elli gün içinde ittifaka" gitmez ise, PKK'nin İran-Suriye blokuyla hareket edeceğini belirtmektedir,ki Cemil Bayık'a da bu talimatı açıkça verir. Başkan'ın burada "ittifak" dediği şey, "Barış Süreci'ni uzatma taktiği"dir. Rojava ile İran-Suriye tehditini, bu süreci uzatmak için kullanmaktadır. Başkan'ın bu politikasını anlamak için, yeni devrim tipini anlamak zorunludur. Yeni devrim tipinde, burjuva yasallık içerisinde hareket eden "yumuşak araçlar" (ideolojik,politik ve kültürel, ki HDK ve HDP'de yoğunlaşmıştır) ile bu yasallığın dışında hareket eden "sert güçler"in (askeri güçlerdir,ki HPG'de yoğunlaşmıştır) birbirini destekleyen diyalektik birliği esastır. Burada savaş sanatının doğasına uygun olarak, yumuşak güçlerin gelişim düzeyine belirli bir sert güç tekabül eder. Her iki uçtan birisi, diğerinden ne ileri ne de geri olmalıdır ve birbirlerini destekleyecek düzeyde olmalıdırlar. Barış Süreci HDK ile HDP'nin Türkiye'de büyüme süreci olurken,aynı zamanda HPG'nin Kandil ve çevresinde büyüme sürecidir. Başkan yüzde onbeşlik oy potansiyeline ulaşan HDP'nin, elli binlik bir gerilla ordusuyla desteklenmesini ister. Bu elli binlik ordunun da sanki İran'a karşı konumlandırılmış gibi (ama aslında değil) tutulmasını ister. Barış Süreci'nin başında Başkan, Kandil'e şu mesajı verir: "Komisyonlar kurulacak. Hakikat Komisyonu da kurulacak. Akil insanların denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak. Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri çekilme olmaz. "Çekilirsek gerilla biter" görüşüne katılmıyorum. Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz (abç) Suriye var, İran var. Şu an Suriye'de elli bin, Kandil'de on bin, İran'da kırkbin var." (A.Öcalan,a.g.e.,s.26) Barış Süreci HDP'yi büyütme süreciyken, geri çekilme süreci HPG'yi büyütme sürecidir. Başkan Barış Süreci'nin başında "Suriye'de elli bin, İran'da kırkbin ve Kandil'de on bin gerilla var" derken, aslında daha böyle bir güç yoktur ve Kandil'e böyle bir güç oluşturma talimatı verir. Burada kavranılması gereken temel nokta, HDP ile HPG'nin "bir tek güç" oluşturmasıdır. Türkiye'de HDP büyürken, HPG Kuzey Kürdistan'ın dışında Kürdistan'ın başka yerlerine stratejik olarak yoğunlaşamaz! İşte Kandil'in anlamadığı budur! Başkan o kadar itinalı davranmıştır ki, Kandil'in kafası karışmaması için, Türkiye'de savaş başladığı zaman elli bin gerilla ile saldırılması gerektiğini belirterek, İran'a yöneltilmiş olan kırk binlik gerillayla, Kandil'de tutulmuş olan on binlik gerillanın aslında Türkiye'ye karşı tutulduğunu anlatmak istemiştir. Bu noktada Kandil'e şöyle demiştir: "Başarılı olursam, ne KCK tutuklusu kalır ne başka tutuklu. Bu olmazsa elli bin kişiyle halk savaşı olacak. Ölen ölecek, ben karışımıyorum. Yalnız herkes bilmeli ki, ne eskisi gibi yaşayacağız ne de eskisi gibi savaşacağız." (A.Öcalan, a.g.e.,s.26) Türkiye'de faşist diktatörlük yıkılmayana kadar, PKK asla İran ve Suriye'ye karşı konumlanmayacaktı.Türkiye ile taktik bir anlaşma olsa dahi, PKK İran'a karşı konumlanmayacaktı.Türkiye'de demokratik bir devlet ortaya çıkmayana kadar, Türk ve Kürt ulusu ortak bir demokratik devleti "hak eşitliği temelinde" ortaya çıkarmayana kadar ve bu temelde Türkiye cephesi "kapatılmayana" kadar, PKK Kürdistan'ın başka cephelerine stratejik olarak yoğunlaşmayacaktı. İşte Başkan'ın stratejisi budur ve bunun somutta nasıl olacağını ileride göreceğiz. Başkan siyasette aldatma taktiğini kullanarak, güçleri Türkiye stratejik önceliğine göre konumlandırıyordu. Rojava'nın göreli güvenliğini, Kandil'in yaptığı gibi İran rejiminin yıkılışına değil, Türkiye'deki faşist rejimin yıkılışına bağlıyordu ama bunu "Barış Süreci" perdesi altına gizliyordu. Başkan Rojava'daki aldatma taktiğinin aynısını, İran cephesi için de yapıyordu. Türkiye ile İran'ı görünüşte rekabete sokarak, aslında İran cephesini sağlama alıyordu. Başkan Kandil'e İran ile de aynı şekilde barış görüşmelerinin yapılması talimatını vererek, İran ile "taktik barışı" Türkiye üzerinde baskıya çevirip, Barış Süreci'ni uzatmak istiyordu ve bu temelde de İran cephesini çaktırmadan geçici olarak askıya alıyordu. Yani aldatma taktiğiyle aslında İran cephesini de sağlama alıyordu. Kandil'e şöyle diyordu: "İran için ateşkes yetmez. Buradakine benzer bir diyalog süreciyle siyasi çözüme gitmek gerekir. Diyalog modu geliştirilebilir."(A.Öcalan, a.g.e.,s.148)
İran ile ateşkesi aşan ve diyalog düzeyine yükselen bir politik süreç, her ne kadar Türkiye üzerinde barış sürecinin devamı için bir baskı olarak düşünülüyorsa da aslında bu uzun yıllar İran cephesinin askıya alınmasıdır! Kandil'in Barış Süreci'nin başında düşündüğünün tam tersidir! Başkan İran cephesini "çaktırmadan" ve "asıl niyetini belli etmeden" sağlama alıyordu, ki Türkiye'ye kapsamlı saldırı sırasında bu zorunluydu. İşte Başkan'ın bütün bu politikalarını Erdoğan anladı ama Kandil anlamadı! Bu bölümü stratejik önceliğin bir problemini ortaya koyarak sonlandıralım. PKK'nin stratejik öncelik problemi, Genel ve Özel olmak üzere iki türlüdür: 1-Genel yani bölgede Kürdistan'ı baskı altında tutan ülkeler içerisinde hangi ülkeye temel olarak yoğunlaşılacağı problemidir, ki bu Türkiye'dir. 2-Özel yani belirlenen ülke içerisinde nereye darbenin vurulacağıdır, ki bu ise AKP'dir. Bu ikinci maddenin detaylarını Başkan'ın "siyasi ve askeri planı"nı somutluğu içinde ele aldığımız zaman ele alacağız. Barış Süreci sona erdiği zaman PKK, Başkan'ın doğru bir şekilde belirlediği gibi, İran-Suriye ekseninde değil ama ABD ve müttefiklerinin ekseninde yeraldı. Ama peki neden?
|