[ Kurdî   English   Francais                                 PROLETER DEVRİMCİLER KOORDİNASYONU (PDK)  28-05-2023 ]
{ komunistdunya.org }
   Açılış_sayfanız_yapın  Sık_Kıllanılanlara_Ekle

 Site Menü
   Ana Sayfa
   Devrimci Bülten
   Yazılar / Broşürler
   Açıklamalar
   Komünist Hareketten
   İlerici / Devrimci       Basından
   Kitap - Broşür PDF
   Sanat
   Görüşler

 Arşiv - Ara
   Arşiv
   Sitede Ara

 İletişim
   Bağlantılar
   Önerileriniz

_ _
{ }


_ _
{ Son Yazılar }
Devrimci ve Demokrat...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Say...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
EMPERYALİZM VE TÜRKİ...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrımcı Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
Devrimci Bülten Sayı...
_ _
{  Devrimci Bülten Sayı 70 (5) }
| Devrimci Bülten

TÜRKİYE'NİN "AFRİN OPERASYONU" ÜZERİNE

K.Erdem 

Türkiye'nin "Zeytin Dalı" adı verdiği Afrin Operasyonu bir çok düzlemde ele alınması gereken  politik bir olaydır.Bu düzlemleri simgesel , iç politika, yeni rejim inşası, bölgesel nüfuz mücadelesi ve uluslararası emperyalist siyaset olarak belirtmek mümkündür. 


Bu farklı düzlemler aslında tek bir bütün oluştururlar ve birbirlerini destekleyen bir yapıya sahiptirler.Afrin Operasyonu'nun  iç politika ve yeni rejim inşasıyla  ilişkisi yine sendika.org'da Ali Ergin Demirhan'ın "Afrin Operasyonu ile Hedefe Konan Sensin Türkiye" adlı makalesinde  mükemmel bir şekilde ele alındığı için burada tekrar etmeye gerek yoktur. Biz daha çok bu makalede, Afrin Operasyonu'nun, uluslararası emperyalist siyaset içerisindeki yerinden hareketle, nasıl bölgesel nüfuz mücadelesine ve yine bu temelde nasıl iç politikada yeni rejim inşasına bağlandığını ve nasıl bu sonuncusunun tarihsel olarak geliştirilip ve derinleştirilmesine hizmet ettiğini ele almaya çalışacağız.


Tarihsel tecrübe, iç siyasetin arada hiçbir esneklik bırakılmadan direk dış siyasete bağlandığı her durumda, büyük felaketlerin yaşandığını göstermektedir. Fransız Devrimi'nden sonra, bu devrimin yozlaşarak Napolyon Bonapart'ın   tek adam diktatörlüğüne dönüşmesinden sonra, sürekli Avrupa'da fetih savaşlarına yönelmesi; yeğeni III.Napolyon'un 2 Aralık 1851 darbesinden sonra Tek Adam Diktatörlüğü'nü elde ettikten sonra, Viyana Kongre Düzeni'ni yokederek Avrupa'da bir çok savaşı kışkırtması; Hitler ve Mussolini'nin aynı Tek Adam Diktatörlük'lerinin Avrupa'yı İkinci Dünya Savaşı'na sürüklemeleri, bütün bu farklı tarihsel dönemlerde yaşanan olaylar, iç politikanın sıkı bir şekilde dış politikaya bağlanmasından kaynaklanmışlardır. 


Bu savaşlar genellikle gerici de olsa ulusun genel bir konsensüsünün sonucunda ortaya çıkan savaşlar değil, sürekli olarak iktidarı yeni ele geçiren bir kliğin iç politikadaki kökleşme arayışlarının bir sonucudurlar.Hepsinin ortak özelliği ise en son sınırına kadar milliyetçiliği kamçılamaları ve toplumun en gerici ve düşkün kesimlerine dayanmalarıdır.Bunun nedeni ise ideolojilerinin popülizme yatkınlığı ve basitliğidir.Basitlik ise etkilemenin en önemli aracıdır. 


Ama yine de olaylar o kadar basit değildir.Çünkü bu diktatörlükler, iktidarı ele geçirme ile birlikte, hem belirli bir süre iktidarda kalmayı başarmışlar hem de  fetih ve yayılma savaşlarında belirli bir başarı göstermişlerdir.Üstelik de bunu zamanlarının en güçlü ve akıllı devletleri karşısında yapabilmişlerdir. Bu diktatörlüklerin ortak özelliklerini kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: 

1-Dünya ve ülke siyasetinde (genellikle bu ikisi içiçe gelişmektedir) büyük bir tarihsel kırılmanın olduğu dönemde ortaya çıkmaları; 

2-Demokratik kültürü ve yapısı olmayan ya da çok az olan bir devlet içerisinden çıkmaları; 

3-Yasal olanakları azami derecede kullanarak iktidara yürümeleri; 

4-Farklı güçler arasında manevra yaparak ve farklı güçleri birbirlerine karşı kullanarak kendilerine tarihsel alan açma özelliklerine sahip olmaları.


Afrin Operasyonu'nu uluslararası siyaset içerisine doğru oturtabilmek için, Erdoğan ve AKP'yi uluslararası emperyalist sistem içerisine doğru oturtabilmek gerekmektedir.AKP'nin dış siyasetinin parametreleri doğru ortaya konmadan ve nasıl bir stratejik konumlanmaya ve bu konumlanmayı ise nasıl bir taktik anlayış ile ele aldığı belirtilmeden, Afrin Operasyonu ile ilgili değerlendirmeler havada kalacaktır.Çünkü iddia edildiğinin aksine,Erdoğan ve AKP'nin dış siyasetinin belirli bir mantığı vardır ve bu mantık aracılığıyla politik ve askeri adımlar atılmaktadır.Üstelik bu mantık etkili bir hareket yapısına sahiptir ve  en büyük eksikliği ve yanlışlığı ise, yanlış bir değerler sistemine ve dünya görüşüne bağlanmış olmasıdır.


O zaman en genelden yani dış siyasetten, özele yani iç siyasete doğru bir analiz yöntemi izleyerek, olaylara açıklık kavuşturmaya çalışalım.


Erdoğan ve AKP Suriye'de ne yapmaya çalışıyor sorusundan önce,  Erdoğan ve AKP'nin dünya siyasetinde nerede durduğunu, nasıl bir jeopolitik konumlanmaya sahip olduğunu ve bu konumlanma ihtiyacının ise nereden kaynaklandığını belirlemek gerekmektedir.


Türkiye'de muhalefet içerisinde, Erdoğan ve AKP'nin tarihsel yerlerinin doğru tespit edilmesini engelleyen, iki önemli "ideolojik ve siyasi merkez" bulunmaktadır. Bunlardan biri (kendimin de mensup olduğu)  "devrimci marksistler" (ki genellikle yasadışı bir yapıya sahiptirler) ve diğeri de "ulusalcılar" dır. İşin ilginç tarafı, bu birbirlerinden nefret eden iki farklı ideolojik ve politik eğilimin, bazı noktalarda birbirleriyle kesişmeleridir.Her ikisi de dogmatik bir dünya görüşüne sahip oldukları için, bazen farkında olmadan birbirlerine yakınlaşabilmektedirler.


"Devrimci marksistler"imize göre, Türkiye stratejik olarak Batı'ya bağımlıdır ve emperyalist sistem içerisinde kaldığı,hele de NATO üyeliği devam ettiği müddetçe, burjuva bir hareket tarafından Batı Emperyalistleri'nden koparılamaz. "Ulusalcılar"a göre ise AKP, ABD ürünü bir partidir ve onu iktidara ABD getirmiştir ve de AKP'nin bölge ve ülke politikasında attığı bütün adımlar aslında ABD-İsrail çıkarlarına uygundur. Gerçi hakkını yemeyelim, Doğu Perinçek bu anlayışı kısa bir süre önce terkederek, Erdoğan ve AKP'nin dincilik biçiminde kendi çizgisine geldiğini (bu da insanın yine kendi kendini aldatmasının başka bir biçimi) savunmaya başlamıştır.


Bu iki "Batı karşıtı" eğilim, aslında Erdoğan ve AKP noktasında farkında olmadan  Batı hegemonyasının ideolojik etkisi altındadırlar. Erdoğan ve AKP fenomenini "siyah-beyaz" biçiminde ele alan ve sanki "grinin elli tonu" yokmuş gibi hareket eden bu "iki politik merkez", aynı zamanda kendilerini ideolojik ve politik kısırlığa da sürüklemişlerdir.


Dünya ekonomisi ve siyasetinde büyük bir tarihsel kırılmanın olduğu ve farklı emperyalist güç merkezlerinin ortaya çıktığı bir dönemde, politik islamın kendi özerk ve bağımsız politik alanının olamayacağını iddia etmek, tek kelimeyle gerçekliğe gözleri kapamaktır. Hem "devrimci marksistler"in hem de "ulusalcılar"ın kaba indirgemecilikleri ve genellemeleri, aslında onların yüzeysel ideolojik yapılarının  bir tür dışa vurumudur.


Bir soru sorarak analimize devam etmeye çalışalım: Tanzimat'tan sonra, yaklaşık yetmiş-seksen yıl İngiliz-Fransız nüfuzu altında bulunan Osmanlı İmparatorluğu (ki teorik literatürde yarı-sömürge olarak geçer), nasıl oldu da Birinci Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre önce Almanya'nın temsil ettiği emperyalist kampın içerisine girdi? Yukarıdaki iki dogmatik eğilime  göre bunun olmaması gerekirdi.Tarih bile onların uslamlamalarını çürütmektedir.


Türkiye'de Yeşil Sermaye'nin desteğiyle gelişen islamcı entellektüel ve politik hareket,  kültürel olarak olmasa da, ideolojik olarak yukarıdaki "iki dogmatik merkezi" yerle bir etmiştir.Bu akım bir yandan Yeşil Sermaye öte yandan da liberallerle gerçekleştirmiş olduğu "organik ilişkiler" sayesinde, kendi dünya görüşünü ideolojik olarak toplumun farklı katmanları içerisine sokabilmiştir. Ama bununla birlikte de dünya güç ilişkilerinin yapısını, "iki dogmatik merkez"den daha iyi analiz ederek, dünya siyasetinin çatlakları arasından ilerleyerek, kendi iç politikadaki konumunu da sağlamlaştırabilmiştir.


Politik islamcı hareket, uluslararası güç ilişkilerine tek Batı hegemonyasının etkisi altında değil ama kendi özgünlüğü ve bağımsız dünya görüşü temelinde de yaklaşma olanağına sahip olabilmiş ve Batı ile ilişkilerini nasıl kendi tarihsel çıkarları noktasında kullanabilceği noktasında tek teorik olarak değil politik olarak da çaba sarfetmiştir.Bu noktada özellikle aldatmaya dayalı etkili taktikler geliştirmiş ve Batı ile yakınlaşırken dahi kendi bağımsız politikasını devam ettirebilmenin yollarını aramış ve bulmuştur.


Peki bunu nasıl yapabilmiştir? 


Politik islamın tarihsel hareketine yön veren temel dürtü, Yeşil Sermaye ve onun tarihsel ihtiyaçlarıdır.Yeşil Sermaye'nin sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmanın ve onu büyütmenin temel yolu, siyasal iktidarın ele geçirilmesiydi. Yeşil Sermaye özünde Batı Emperyalist sermayesi ile içiçe gelieşen bir sermaye değildi. Daha çok küçük ve orta ölçekli  sermayenin, Doğu'daki bazı gerici devletlerin (Suudi Arabistan,Katar, Körfez ülkeleri gibi), petrol ve gaz gelirlerinden elde etmiş oldukları zenginliğin bir kısmını bölgesel nüfuz elde etmek için kullanmaları sonucunda gelişme göstermiş bir sermaye idi. Bölgedeki gerici devletlere dayanan bu sermayenin gelişmesi için iktidarın ele geçirilmesi ve bu temelde bir yandan devlet olanaklarının kullanılarak öte yandan da rakip sermaye gruplarının mallarına el konularak büyütülmesi zorunlu idi.Yeşil Sermaye'nin bunun dışında gelişmesi mümkün değildi.


Yeşil Sermaye ülke içerisinde bir yandan Doğu'daki gerici devletlerden bulduğu finansman sayesinde, politik islamın elde etmiş olduğu yerel yönetimlerdeki ihaleler aracılığıyla ve kültürel alandaki kollarını piyasa için kullanarak ve kendisine yeni piyasa alanları oluşturarak sermaye birikiminin boyutlarını geliştirmesini bildi ve TÜSİAD'ta temsil olunan büyük sermayenin hemen altındaki tarihsel yeri işgal etmeye başladı.Bundan sonraki hedefi ise TÜSİAD'ın yerine geçmekti ve bunun ise tek bir yolu vardı: politik iktidarın tam fethi.


AKP-Gülen Cemaati ittifakı ile Kemalistler arasındaki iktidar mücadelesi, özünde Yeşil Sermaye ile TÜSİAD eksenli geleneksel büyük sermaye arasındaki iktidar mücadelesi idi.Kemalistlerin katı ulusalcılığı ve liberalizmi dışlayan ve onu düşman gören yaklaşımları, kısacası ulusal-liberal bir ideolojik ve politik çizgi oluşturmadaki başarısızlıkları, onların Batı ile stratejik ilişkileri AB üzerinden yeniden tanımlayarak, Türkiye Cumhuriyeti devletini daha da demokratikleştirme olanağını yoketmiş, Türkiye'deki geleneksel büyük sermayenin, ulusalcıların dışında yeni arayışlara girmesine neden olmuştur. İşte bu noktada aldatma siyasetini devreye sokmuş olan AKP, TÜSİAD eksenli sermayeye AB üyeliği taktiğiyle çengel atarak onları kendi peşine takmayı başarmıştır.


AKP'nin amacı, kendi yeni rejimini liberalizm maskesi altında  kökleştirirken, TÜSİAD'ı hareketsiz tutmak ve Kemalist Ordu'yu bastırıp iktidarı tam ele geçirdikten sonra da, devlet imkanlarını kullanarak TÜSİAD'ı küçülterek, Yeşil Sermaye'yi onun yerine geçirmekti.Yeşil Sermaye'nin, savunma sanayi ve  kamu ihaleleri aracılığıyla ve de  "FETÖ ile  mücadele" görünümü altında  başka sermeyelerin mallarına el konularak büyütülmesi gerçekleşmekte ve geleneksel büyük sermaye giderek ekonominin her alanında dışlanmakta ve de küçülmektedir.AKP bütün bunları iç politikada, kendi muhafazakar ve gerici çizgisinin üzerine taktik olarak liberal maskeyi yerleştirerek gerçekleştirmiştir.


AKP aynı taktiğin farklı bir biçimini ise dış politikada sergilemiş, içeride Yeşil Sermaye'yi büyütürken ve geliştirirken ve de iktidarını kökleştirirken, "çok taraflı ilişkiler" çerçevesinde de dünya siyaseti ve ekonomisinde giderek güçlenen Rusya ve Çin ile taktik ilişkiler geliştirmeye başlamış ve yine gerici Körfez devletleriyle ilişkilerini geliştirmiştir. AKP'nin "çok taraflı dış politikası"nın amacı, Batı ile stratejik ilişkileri zayıflatmak ve Batı'ya bağımlılığı azaltmaktı. Özellikle 2004 yılında Savunma Sanayi İcra Komitesi'nin kabul etmiş olduğu yeni programın amacı, "milli savunma"yı geliştirme görünümü altında, Türkiye'nin Batı'ya olan bağımlılığını azaltarak, gelecekte AKP'nin yeni rejimini garanti altına almaya yönelikti.


Kemalist Ordu'nun Ergenekon Komplosu ile bastırılmasının az çok tamamlandığı 2010- 2011 dönemi, Türkiye'nin Batı'ya bağımlılığının az çok azaltıldığı bir döneme de denk geliyordu ve Suriye içsavaşı ile Türkiye ,Suudi Arabistan ve Katar ile yeni bir stratejik işbirliğine yönelmişti. Bu stratejik işbirliğinin amacı, Yeni Osmanlıcılık biçimi altında Türkiye'nin nüfuz alanını eski Osmanlı nüfuz alanlarına kadar genişletmekti. Ama bu alanlar ise iki emperyalist kampın etkisi altında bulunuyordu: ABD önderliğinde Batı Emperyalistleri ve Rusya önderliğinde Doğu Emperyalistleri.O zaman AKP'nin dış politikada kendisine alan açabilmesinin tek bir yolu vardır: Her iki emperyalist grubun aleyhine olabilecek ve mümkünse ikisini zayıflatabilecek bir stratejik konum elde etmek. Bir çok tarihsel örneğin gösterdiği gibi bunun ise tek bir yolu vardı: Her iki emperyalist grubun arasına stratejik olarak konumlanarak ve her iki kamp ile birbirlerini dengeleyen  taktik ilişkiler kurarak, her iki kampın aleyhine çalışmak ve ikisini aynı anda zayıflatmak.


Suriye içsavaşı başladığı zaman AKP, Batı ile ilişkilerinde önemli sorun yaşayan Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte yeni bir stratejik ilişkiye yöneldi ama Türkiye'nin Batı ile geleneksel stratejik ilişkilerinin görünümünü ise taktik amaçlı olarak ve aldatma politikası çerçevesinde muhafaza etti. Suriye iç savaşı başladığı zaman, cihatçı örgütlerin ezici çoğunluğu Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın güdümünde bulunuyorlardı ve Baas rejiminin düşmesi sonrasında ortaya çıkacak olan yeni iktidar bu devletlerin güdümünde olacaktı.Bu yeni iktidar özü itibariyle Batı-karşıtı da olacaktı.İşte 2013 yılında bu durumu farkeden ABD, Esad rejiminin zamansız düşürülmesinden vazgeçti ve Rusya ile Suriye'de bir denge arayışına yöneldi.


Her ne kadar Suriye'de, ABD ile Rusya arasında bir taktik denge bulunmakta ise de, stratejik çıkar örtüşmesi yoktur ve bu durum Türkiye'ye her iki kamp arasında manevra yapma imkanı vermektedir. ABD ve müttefiklerinin PYD ve YPG aracılığıyla Suriye'de bir bölgesel "köprübaşı" tutma ve bunu zaman içerisinde Suriye ve İran rejimlerinin yıkılması için rampa olarak kullanma stratejik hedefi, bölgede Rusya,İran ve Suriye aleyhine bir stratejik durum oluşturduğu için, "her iki müşteriyi kızıştıran tüccar" rolündeki Türkiye'ye manevra alanı yaratmaktadır.


AKP'nin Suriye'de yayılmasına neden olan iki önemli durum bulunmaktadır: 

1-Batı'nın Ortadoğu'da İran'ı zayıflatma politikasının etkinliği ve sürekliliği; 

2-PKK'nin Ortadoğu'da yanlış stratejik konumlanması.


Dünya emperyalist siyasetinde bir üçgen söz konusudur ve bu üçgen içerisinde her bir güç birbirleriyle stratejik ilişki içerisinde olmadan taktik ilişki içerisinde olabilmektedir.Türkiye  hem ABD ve müttefiklerine hem de Rusya ve müttefiklerine karşı düşmanca bir tutum içerisindedir ve bu iki emperyalist devlet ile ilişkileri sadece taktik bir çerçeve ile sınırlıdır ve de stratejik bir düzeye yükselemez. Türkiye'nin amacı uyguladığı denge siyaseti ile Rusya ve NATO arasında geniş çaplı bir çatışma ya da savaşı kışkırtmak ve bu temelde ikisini savaş ile zayıflatarak, daha fazla kendi manevralarına bağımlı hale getirmektir. 


Türkiye Suriye içsavaşının başlarında, denge siyaseti çerçevesinde, ABD ve müttefikleriyle birlikte taktik olarak hareket ederek Suriye'deki Baas rejimini devirmek istemiştir.Ama Batı'dan ayrı bir stratejik plan ile hareket ettiğinin ortaya çıkması ve Batı'nın Suriye'de PYD'ye çengel atarak onu yeni bir "Eğit-Donat" programına çevirmesi  sonucunda,Türkiye ile Batı'nın Suriye'deki taktik işbirliği darbe yiyerek, güçleri bölünmüş ve Rusya ile İran'ın desteği ile Baas rejimi giderek durumunu sağlamlaştırmaya başlamıştır.


Rojava'da PYD ile Batı Koalisyonu arasında ilişkilerin gelişmesi ve bu ilişkilerin Kuzey Suriye'de bir "Kürt Koridoru" oluşturacak düzeye gelmesi sonucunda, Türkiye'nin Suriye'deki stratejisi olan "Baas rejimini devirme ve Rojava'da Kürtleri baskı altında tutma" politikası büyük bir darbe yemiş ve Türkiye yeni koşullar temelinde "Rojava'da PYD iktidarını yıkma ve Baas rejimine baskı yapma" stratejisine yönelmiştir. Türkiye'nin Suriye'de bu pozisyon değişikliği, Baas rejiminin Suriye'de etki alanını genişletmesine kapı aralamış ama bir yandan da Türkiye ile ABD arasındaki çelişkileri daha da keskinleştirme eğilimine neden olmuştur. Türkiye'nin güdümündeki cihatçı örgütleri, Suriye'de "güvenli bölgeler" oluşturarak kısmi olarak çekmesinin altında bu yeni strateji yatmaktadır. Çünkü Türkiye hem Baas rejimini hem de PYD'yi aynı anda iktidardan indirme gücüne sahip olmadığını bildiği için, stratejik öncelik belirlenimi yaparak ilerlemektedir.Daha önceki stratejik öncelik Suriye'de Baas rejiminin devrilmesiydi ve bu temelde Türkiye ve müttefikleri ABD ve müttefikleriyle taktik işbirliği çerçevesinde hareket etmekteydiler.Şimdi stratejik öncelik Rojava'da PYD iktidarının yıkılmasıdır ve bu iktidar Batı'nın nüfuzu altında bulunduğu için, Rusya ile taktik işbirliği ön plana geçmektedir.


Türkiye denge siyasetine uygun olarak bölgede, Rusya ile taktik olarak Suriye'de güvenli bölgeler oluşturarak kısmi olarak Rusya'yı rahatlatmaktadır ama İran politikasında ABD ve İsrail ile yakınlaşma politikası kapısını açık bırakarak, yine Rusya'ya İran üzerinden baskı yaparak Suriye'de bazı tavizler vermesini istemektedir. Türkiye Batı'nın İran rejimini zayıflatma politikasına dolaylı destek vererek, İran'ın kendi üzerine büzülmesine ve Suriye'de rejimi destekleme olanağını yokederek, Suriye'de tekrar cihatçıları güçlendirme politikası kartını elinde bulundurmaktadır ve bu kart ile Rusya'ya baskı yapmaktadır.


Türkiye'nin Rusya karşısında bu noktada elini güçlendiren bir başka nokta da, ABD'nin PYD ve YPG'ye yapmış ve  yapmakta olduğu silah yardımının, YPG üzerinden PJAK'a gitmesi ve PKK'nin İran'ın zayıflatılması politikasına angaje edilmesidir.YPG'ye IŞİD karşısında yardım Batı tarafından bir aldatma unsuru olarak kullanılmaktadır ve görünen o ki bu askeri yardımların ezici çoğunluğu PJAK'a gitmektedir.Rusya Türkiye'yi Suriye'ye çekme ve özellikle onun yönünü, ABD ve PYD'ye doğru yöneltme taktiği ile bir yandan Türkiye'yi öte yandan da PKK'yi zayıflatma taktiğini kullanarak, PKK'nin Batı planları çerçevesinde İran için bir tehdit olmasının da önüne geçmek istemektedir. Çünkü Batı'nın ve PKK'nin Rojava'da Türkiye ile meşgul olmaları, İran üzerine güç kaydırmalarını geciktirecektir.


Ama Türkiye'nin bu noktada Rusya'ya elini-kolunu tamamen kaptırma niyeti de yoktur ve Rusya'ya kısmi olarak yaklaşırken dahi, ABD'ye göz kırpmaya devam etmektedir ve etmek zorundadır.Suriye ve bölge siyasetinde ne ABD ne de Rusya, Türkiye'nin tamamen karşı kampa geçmesinin sonuçlarını göze alabilecek durumdadırlar. Türkiye'yi tamamen kaybeden kamp aynı zamanda Ortadoğu'da büyük bir darbe de yiyecektir.İşte Türkiye her iki tarafın bu korkusunu diri tutarak sürekli taviz istemektedir.Bu noktada Erdoğan oldukça belirsiz bir konum elde ederek ve bu belirsizliği stratejik bir güç gibi kullanarak, pozisyonunu güçlendirmektedir.Hem Rusya hem de ABD, Türkiye'nin bir sonraki adımının ne olacağını bilmedikleri için sürekli tetiktedirler.


Bu yukarıdaki değerlendirmeler ışığında, Afrin Operasyonu'nu önce simgesel yani "Zeytin Dalı" ismi çerçevesinde analiz etmeye çalışalım. Türkiye Afrin Operasyonu'na niçin Zeytin Dalı ismini vermiştir? Türkiye Zeytin Dalı'nı kime uzatmaktadır? 


Türkiye'nin operasyonun ismini Zeytin Dalı koyması dahi, onun denge siyaseti ile uyumludur.Hem ABD'ye hem Rusya'ya hem de PKK karşısında KDP ile YNK'ye dolaylı mesaj göndererek, bütün "müşterileri" kızıştırmaktadır. Suriye'de herkes ile anlaşma yolunu açık bırakarak ve  her bir güce karşı diğeri ile ilişki geliştirmesi, Suriye'deki bütün güçler üzerinde oldukça bozucu bir yapıya sahiptir.


Türkiye Suriye'de hem Rusya'nın nüfuzu altında bulunan Afrin'i hem de ABD'nin nüfuzu altında bulunan Münbiç'i aynı anda  hedef alarak ve herkesin kafasını karıştırarak etkili bir konum elde etmeye çalışmaktadır. Afrin Operasyonu sürerken Türkiye'nin ABD ile sıkı bir diplomasi yürütmesi ve ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson'un Afrin'de elde edilecek yerlerin ABD ile birlikte güvenli hale getirilebileceği imasında bulunması aynı zamanda Türkiye'nin Rusya üzerinde bir tür baskısıdır. Baas rejiminin Afrin ile aynı anda İdlib'e saldırı düzenlemesi ve Türkiye'nin nüfuzunda bulunan cihatçı örgütlerin pozisyon kaybına uğramaları ve de Türkiye'nin bir yerde kazanırken, diğer yerde kaybetmeye başlaması, Türkiye'nin izlediği strateji için olumsuzluktur.

Bugün şu gerçek ortaya çıkmıştır ki, Türkiye'nin Suriye'de Rusya ve İran ile "güvenli bölgeler" oluşturması ve Soçi'deki "Ulusal Diyalog" sürecine katılması, Rojava'ya yüzünü dönerken, Rusya ve ortaklarını oyalama taktiğiydi.Rusya ve müttefikleri ise bu oyalama taktiğini, Suriye rejiminin nüfuz alanlarını ilerletme siyasi amacına bağlamaya çalışmaktadırlar.Suriye rejiminin ilerlemesi karşısında elde edilen yerlerin taktik amaçlı ABD ve müttefikleriyle birlikte güvenli bölge haline getirilmesi olanağı her zaman vardır ve Türkiye'nin buna ihtiyaç duyup, duymayacağını güç ilişkileri belirleyecektir.


Türkiye Rusya'nın beklentisinin aksine, ABD ile karşı karşıya gelmekten kaçınacaktır.Ama ABD'ye baskı yapmayı sürdürecektir.Eğer ABD Rojava'da PYD ve YPG ile hareket etmeyi sürdürürse, İran'ı yıpratma ve rejimi devirme politikasına da elveda etmesi gerekecektir.Çünkü Rojava'da Türkiye'nin Batı'ya açacağı sorun öyle bir boyuta ulaşacaktır ki, İran ile uğraşmalarını engelleyecektir. Teorik olarak, bir emperyalist kamp, iki emperyalist kampı karşısına aldığı müddetçe, bölgede başarılı olamayacaktır.Hem Türkiye'yi hem de Rusya ve müttefiklerini karşısına alan ABD ve müttefikleri bölgede başarılı olamayacaktır ve bunu kendileri de bilmektedirler.


O zaman şu soru kendiliğinden belirmektedir: Batı Rojava'da Türkiye'nin bastırması sonucunda PYD ve YPG ile ilişkilerini bitirebilir mi? 


Batı'nın Türkiye'den bir taviz elde etmeden bunu yapması çok zordur. Bu taviz Türkiye'nin İran kuşatmasına dolaylı katılışı karşılığında ancak olabilir. İran politikasında Türkiye'nin   PKK'nin yerini doldurmayı kabul ettiği bir durumda, PKK'nin Kandil'de ezilmesi ve PYD ile YPG'nin ondan kopartılması karşılığında bu işbirliği pekala gerçekleşebilir.Türkiye İran'ın zayıflatılması politikası üzerinden, Suriye'de Esad'ı zayıflatma ve bu temelde kaybettiği yerleri tekrar ele geçirme hedefi ile hareket edebilir.Bu durum ABD ile Rusya arasındaki gergin ilişkileri daha da gergin hale getirerek tamamen koparabilir ve bu politikanın Ortadoğu'daki diğer adı: Kürt Soykırımı'dır.


Türkiye'nin denge siyaseti kendi içerisinde böyle bir mekanizmayı barındırmaktadır ve Türkiye'nin bu siyasetinin kısmi başarısının nedeni, PKK'nin Kandil Önderliği'nin Ortadoğu ve dünya siyasetinin yapısını yanlış analiz ederek, yanlış bir stratejik konumlanma elde etmesidir.


Aslında PKK de AKP gibi bir denge siyaseti uygulamaktadır ama bunu yanlış uygulamaktadır.Türkiye'nin güçlerini bir arada tutarak "zıplaya zıplaya" hareket etmesine karşılık, PKK kendi güçlerini aynı anda her iki emperyalist güç arasında yanlış bir şekilde bölerek, kendi bağımsız stratejik hedefini gerçekleştirecek güçleri yokederek, Kürt halkını savunmasız bırakmıştır!


AKP'nin denge siyasetinin ABD ve Rusya üzerinde etkili olabilmesi  ve bu temelde onlardan taviz koparabilmesi için, iç politikada güçlü olması ya da öyle görünmesi gerekmektedir.Çünkü iç politikada zayıf olan bir güce kimse taviz vermek istemez.Bundan dolayı AKP iç politikada yeni rejim inşasına hız vererek ve Tek Adam Yöneti temelinde bir diktatörlük gerçekleştirerek, dış politikada elinin zayıflığını da gidermek istemektedir.Böylece iç politikadaki güçlenmesini dış politikada daha caydırıcı olamaya bağlamakta ve dış politikada elde ettiği güçlenmeyi de iç politikada yeni rejimin inşasının güçlendirilmesine bağlamaya çalışmaktadır.


Yeni rejimin inşası ve bu yeni rejim etrafında kitleleri daha fazla toplama ihtiyacı, maceracı bir dış politikayı gerekli kılarken, bu dış politikadaki "kazanımlar" da başta gelecek seçimleri kazanmak olmak üzere, toplum üzerinde daha fazla hegemonya kurmaya da yönelmiştir.


Bu yazının başında, tarihte gerici bir ideoloji ve siyasete sahip bazı hareketlerin  belirli bir süre kazanabildiği tespitini yaptık.Bu hareketlerin kazanmalarının aslında iki önemli nedeni vardır: 1-O dönemki devrimci hareketlerin bilinç eksikliği; 2-Dünya siyasetinde güç eşitlenmesinin ortaya çıkmasıdır. Bu gerici

 hareketler, devrimci hareketin bilinç eksikliğinden dolayı ve bu temelde iktidara yürümelerinin yanlışlığından yararlanarak iktidarı ele geçirebilmektedirler, dünya siyasetindeki güç eşitlenmesinden dolayı da farklı güçler arasındaki düşmanlığı körükleyebilmektedirler.


Aslında herşey çok basittir ama bu basitliği yakalayacak ideolojik yetkinliğe sahip olmak gerekmektedir, ki o da genellikle biz de yoktur! 



|
_ _