 |
komunistdunya.org |
 |
|
 |
Son Yazılar |
 |
|
|
 |
Devrimci Bülten Sayı 76 (2) |
 |
 |
ERDOĞAN’IN SURİYE’DE SON UMUDU: NATO-RUSYA SAVAŞI Kemal Erdem
Suriye’de öldürülen otuz dört asker olayı (sadece Suriye’de iki ayda bugün itibariyle kırk dokuz asker yaşamını yitirdi ve ne yazık ki sayı giderek artmaktadır) ne yazık ki sıradan ve mahsum bir olay gibi durmamaktadır. Böyle bir olayın yaşanacağı hatta yaşanması için Türkiye’de “birileri” neredeyse çaba harcadı gibi.
Astana ve Soçi’de Rusya’ya kendi güdümündeki cihatçıları, HTŞ gibi terörist gruplardan ayıracağı sözünü veren Türkiye, son zamanlarda bu terörist grupların kendi güdümündeki cihatçı gruplarla birlikte , Suriye Ordusu’na karşı savaşmasına göz yumdu ve hatta bunu destekledi. Yani birbirinden ayrılması gereken kesimler, giderek daha da iç içe geçti. Bir diğer nokta da, HTŞ gibi terör gruplarının lojistiğinin hala daha Türkiye üzerinden sağlanmasıdır. Çünkü bu lojistiğin Türkiye dışında bir yerden gelmesi mümkün değildir.
Gelinen noktada Türkiye’nin daha önce verdiği sözlere sadık kalmadığı ortaya çıkmış ve hatta birbirinden ayrılması gereken kesimler daha da iç içe geçerek, Suriye devleti ve ordusuna karşı beraber bir tür birleşik cephe kurmuşlardır. Türk Ordusu yer yer gizli yer yer de açık olarak bu birleşik cepheyi desteklemektedir. Buradaki ilginç nokta şudur : Türkiye politik olarak fiiliyatta İdlib’te , HTŞ ve benzeri terör gruplarının çizgisine gelmiştir. Halbuki Astana ve Soçi mutabakatları özünde, HTŞ ve benzeri terör gruplarına karşı yapılmıştı.
Bu durum kaçınılmaz olarak, Suriye’de bulunan Türk askerlerini, Rusya ve Suriye ordularının hedefi haline getirmiştir. Şimdi burada sorulması ve çözümlenmesi gereken soru şudur : Türkiye Astana ve Soçi’de verdiği sözü yerine getirememiş midir yoksa getirmek istememiş midir?
Bütün politik göstergeler Türkiye’nin, Rusya, İran ve Suriye’ye verdiği sözleri bilerek yerine getirmediği ve bu sonuncular karşısında bilerek ikircikli hareket ettiğini göstermektedir. Türkiye’nin Suriye politikasının özü ise Suriye’de değil, onun ABD ve Rusya ile kurmuş olduğu küresel ilişkiler içerisinde yatmaktadır.
Erdoğan Türkiye’si Ortadoğu’da bölgesel bir nüfuz mücadelesi peşinden koşmaktadır ve bunu geliştirebilmek için de ,kendisinden daha büyük emperyalist devlet ve gruplar arasına stratejik denge konumunda konumlanmaktadır. Amacı her iki emperyalist gruba eşit mesafede kalarak ve her ikisini sürekli tavize zorlayarak kendisine alan açmaktır. Ancak bu stratejinin işleyebilmesi için her iki emperyalist gücün savaşması ve bu temelde zayıflayarak Türkiye’ye daha fazla bağımlı hale gelmesi gerekir. Aksi taktirde kısır bir döngü oluşacak ve denge siyasetinin temeli yokolarak , Erdoğan ve AKP’yi bir emperyalist kamp ile stratejik ilişki geliştirmeye itecektir.
Bugüne kadar Erdoğan tarafından , Rusya ile NATO’yu karşı karşıya getirmek için yapılan bir çok etkili provakasyon (örneğin geçmişte Rus uçağının düşürülmesi gibi) işe yaramadı. Ama Erdoğan’ın yapmak istediğini, ABD ve Rusya da yapmaktadır yani Türkiye’nin kendilerinden ziyade karşı kamp ile savaşmasını istemektedirler ve tavizler de bu temelde yapılmaktadır.
Şöyle bir mantık yürütmek ilk bakışta komplo gibi görünebilir : Türkiye NATO’nun desteğini alabilmek için mi askerlerini savunmasız bir şekilde Rusya ve Suriye ordularının önüne sürdü ?
Çünkü hiçbir hava desteği olmadan ve üstelik Astana ve Soçi mutabakatlarına aykırı olarak askerlerin olmaması gereken yerde olmaları , onları Rus ve Suriye ordularının doğal hedefi haline getireceğini herkes bilir. Bu durum geçmişte MİT müsteşarının “gerekirse Suriye’den Türkiye’ye bir kaç füze fırlattırıp” ve buna dayanarak bir savaş bahanesi oluşturmanın bir tür yeni versiyonu gibi durmaktadır. Böylece saldırıya uğrayan Türkiye, NATO’nun yardımını talep etme “hakkına” sahip olacaktır.
Ama ne ABD ne de NATO böyle bir savaşı istememektedir. Özellikle de ABD bunu hiç istememektedir. Çünkü ABD’nin amacı ve önceliği İran’dır ve Türkiye’ye tavizleri ise onun Suriye’de Rusya ve Suriye ile meşgul olması içindir.Bu arada kendisi de İran ile meşgul olmak istemektedir.
Bu noktada ABD’nin NATO’nun bazı üyelerinden farklı bir yaklaşımı söz konusudur. ABD yönetimi NATO’da bir işbölümü oluşturmak istemektedir. NATO’nun bir kısmının (özellikle İngiltere dışındaki bir kısmının çünkü onunla İran’da birlikte hareket etmek isteyebilir) Suriye’de Türkiye ile birlikte Rusya ve Suriye’yi durdurmasını ve bu arada da kendisi müttefikleriyle birlikte (Körfez ülkeleri , İsrail ve İngiltere gibi) İran ile meşgul olmak istemektedir. Bu strateji “herkese bir iş verdiği” gibi, Türkiye’yi de Suriye savaşı ile meşgul ederek ve bu noktada kendisine daha fazla bağımlı olmasını sağlayarak , İran rejiminin olası düşüşünde İran Kürt’lerine müdahale etmesini de olanaksız kılacaktır.
Almanya ve Fransa gibi devletler , çok doğal olarak Ortadoğu’da , Rusya’nın direk karşıya alınmasına karşıdırlar. Bunu ABD yönetimi de bilmektedir ve bu noktada Türkiye’nin göçmenleri kullanarak Avrupa’ya baskı yapmasına ve onları Suriye savaşına çekmesine göz kırpmaktadır. Avrupa’lı devletler Türkiye ile birlikte Suriye’de ABD strateji için savaşmak ya da bundan kaçınarak büyük bir mülteci sorunuyla karşı karşıyadır. Her iki durumda da bir bedel ödenecektir.
Rusya ABD’nin bu amacını yani Türkiye’nin tamamen ABD’ye bağlanması ve Suriye savaşında bir “vekil devlete” dönüştürülmek istenmesini bilmektedir. Bundan dolayı Türkiye ile ilişkileri tamamen koparmak istememektedir ama ona bir noktayı da göstermek istemektedir: Suriye’de savaş isterse ve verdiği sözleri yerine getirmez ise yalnız kalacaktır. Bu yalnızlık ise sürekli olarak Suriye’de Türkiye’nin asker kaybına neden olarak Erdoğan’ı iç siyasette zor duruma sokacaktır. Rusya böylece Batı’dan istediğini bulamayan Türkiye’nin tekrar masaya döneceğini ve İdlib’te “ev ödevini” yapacağını ummaktadır. Bu noktada en hassas durum , Almanya ve Fransa’nın ABD’nin istediği gibi Türkiye ile birlikte hareket etmesinin önlenmesidir. Bundan dolayı Putin, istenilen dörtlü zirveyi (Rusya, Almanya, Fransa ve Türkiye) reddetmiş ve bununla ABD planlarını bozmak istemiştir.
Erdoğan’ın kendisi de ne Suriye devleti ile ne de Rusya ile karşı karşıya gelmek istemektedir. Çünkü bunun sonuçlarının felaket olacağını bilmektedir. Ama ortağı Devlet Bahçeli ise başka telden çalmaktadır. Erdoğan’ı sürekli arkadan daha fazla iterek direk Suriye , İran ve Rusya ile karşı karşıya getirmek isteyen bir görüntü çizerek adeta ABD’ye göz kırpmaktadır. Bugün Devlet Bahçeli’nin izlemiş olduğu politika, Trump’ın Ortadoğu politikasıyla neredeyse birebir örtüşmektedir ve Erdoğan’ın ABD’nin beklentilerini karşılamadığı bir anda “nöbeti devralabileceği” beklentisi içindedir. Trump Türk iç politikasında Erdoğan’a karşı büyük bir müttefik bulmuş durumdadır ve bu durum Erdoğan’ın denge politikasının sonunu getirebilir.
Eğer Trump ABD’de ikinci defa Başkan seçilirse (ki büyük ihtimal), Erdoğan hem içte Bahçeli tarafından hem de dışta Trump tarafından sıkıştırılarak, denge politikasının temelleri yokedilmeye çalışılacaktır. Bu durumda Erdoğan ya Trump-Bahçeli çizgisine gelecek yani “Erdoğan’ın Bahçeli’leşmesi” ortaya çıkacaktır ya da AKP bölünerek zayıflatılacak ve içerisinde çıkacak bir parti MHP ile yakınlaşarak “ABD’ci cephe” büyütülecektir. Bu durumda İYİ Parti’nin de bu cepheye katılması kesin gibidir. Yokeğer Erdoğan ABD ile stratejik anlaşmayı kabul ederse ve denge politikasını terkederse, mevcut AKP-MHP koalisyonuna İYİ Parti de katılmaya çalışılacaktır. Ama her halükarda Millet İttifakı büyük bir stratejik darbe yiyecek ve hatta CHP , HDP’nin maruz kaldığı baskılara maruz kalacaktır.
Türkiye’nin gelecekte çok kapsamlı olarak ABD ile bölgede stratejik olarak anlaşması demek, aynı zamanda, Türkiye’nin Rusya ve Suriye ile tek başına savaşması demek olacaktır. Böyle bir savaş ise içeride halkın tamamen zapturapt altına alınması ve korkunç bir diktatörlüğün (bugünkünden yüz kat daha beter) ortaya çıkması anlamına gelecektir.
Belki de “beterin beterini” daha görmedik!
|
 |
|
|
|
 |
|
 |
|