 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 38 (1) |
 |
 |
İÇİNDEKİLER - AB’nin 17 Aralık Zirvesi
- Geniş Ortadoğu İnisiyatifi (II)
- Enternasyonalizmin Bazı Teorik Sorunları Üzerine (I)
- Politika ve Örgüt
- Kesk ve Bürokrasi
- Sendikalar,Sorunlar ve Çözüm Önerileri
- Teorik Mücadelenin Önemi Konusunda Engels
- Devrimci Bülten’den Okurlara
AB’NİN “17 ARALIK” ZİRVESİ VE TÜRKİYE AB’nin uzun zamandan beri beklenen zirvesi, 17-18 Aralık 2004 tarihlerinde gerçekleşti. AB’nin bu zirvesi adeta “Türkiye Zirvesi” oldu. Çünkü ağırlıklı konu, Türkiye’nin Aday Üye statüsünden, üyelik müzakeresi yapabilir statüsüne geçip geçmeyeceği ya da geçecekse de bunun genel çerçevesinin ne olacağı sorunuydu. Zirveden çıkan Türkiye kararı, AB’nin politik iradesinin yapısını da ele vermektedir. Karar AB içerisinde Türkiye’nin üyeliğini isteyen politik eğilimler ile üyeliğini istemeyen ama Türkiye’nin AB’ye tek taraflı tam bağlanmasını isteyen politik eğilimler arasında bir uzlaşmayı yansıtmaktadır. Ama AB içerisinde bir denge arayışı, Türkiye’nin iç siyasetindeki hassaslıkları da gözönüne almıştır. Her ne kadar Türkiye’yi tam tatmin etmese de, müzakere tarihi vermesi (3 Ekim 2005’ten itibaren) ile İşbirlikçi tekelci burjuvazi içerisindeki “AB taraftarları”nı da cesaretlendirmiştir. Ancak müzakere sürecine getirilen yeni koşullar, daha öncede belirttiğimiz gibi, aslında Türkiye’nin sürekli aday üye statüsünde tutulması demektir. Yani aslında Türkiye ileriye doğru yol almamıştır, ona sadece bu his verilmiştir. Türkiye’nin müzakere sürecine getirilen yeni koşullar (bir kaçını aşağıda ele alacağız), öyle koşullardır ki, Türkiye’nin mevcut devlet yapılanması ile bu koşulları yerine getirmesi oldukça zordur. Müzakere koşulları aslında tek taraflı olarak AB’ye, istediği zaman Türkiye’nin üyeliğini kabul etmeme insiyatifini de vermektedir. Zirve bildirgesinin Türkiye ile ilgili bölümünde yer alan noktaların, müzakere sürecinde, Türkiye’de işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisinde çelişkilerin giderek daha fazla keskinleşmesine neden olması kaçınılmaz gibi görünmektedir. Çünkü içeride iktidar mücadelesinde “AB karşıtları”, bu noktaları, ister istemez “AB taraftarları” karşısında kendi politik çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışacaklardır. (1) Bu noktaları kısaca ele alalım. 1-Zirve bildirgesi çok açık bir şekilde AB’nin, 2014 yılına kadar olan mali planları yaptığını ve bu planlar içerisinde yer almayan ülkelerin (örneğin Türkiye), ancak 2014 yılı sonrası oluşturulacak planlar tamamlandıktan sonra müzakereleri tamamlayabileceğini belirtmektedir, ki bu Türkiye’nin olası üyeliğinin 2020-2025’e kadar en azı gerçekleşmeyeceğini göstermektedir: “Aday ülkenin Birliğe katılımının mali yönleri, uygulanan Mali Çerçeve kapsamında ele alınmalıdır. Bundan ötürü, müzakerelere henüz başlamamış ve Birliğe katılımı mali reform gerektirecek kadar büyük mali sonuçlar yaratacak olan adaylar ile müzakereler, olası önemli mali reformlarla birlikte ancak 2014 yılından sonraki dönemi kapsayan Mali Çerçeve’nin oluşturulmasından sonra tamamlanabilecektir. ”(abç) (Zirve Bildirgesi) Burada önemli olan nokta, Türkiye’nin AB üyeliği uzadıkça, iç politikada belirsizliğin, kararsızlığın, çekişmelerin kızışması ve reformların neden olduğu çatlaklardan kitle hareketinin giderek daha da yükselerek, devlet içerisinde önemli çatlakların oluşmasına neden olmasıdır. Bu da iktidar için mücadelenin daha da kızışmasına neden olacaktır.
2-Zirve Bildirgesi Türkiye Hükümeti’nin dolaylı da olsa Güney Kıbrıs’ı tanıyacağı taahütünü verdiğini resmi olarak beyan etmiştir. Müzakerelerin başlaması için Türkiye Ankara Anlaşması çerçevesinde Güney Kıbrıs’ı 3 Ekim 2005’ten önce tanımak zorunda kalacaktır. Bu noktayı İTB içerisindeki “AB karşıtları” özellikle kullanacaklardır: “Avrupa Konseyi, Türkiye’nin , yeni AB ülkesi ülkelerin katılımını dikkate alarak, Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına dair protokolü imzalamak yönündeki kararını memnuniyetle karşılamaktadır. Bunun ışığında, Türkiye’nin, “Türk hükümeti, Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına ilişkin Protokol’ü katılım müzakerelerinin fiilen başlamasından önce ve AB üyeliğinin mevcut durumu çerçevesinde gerekli olan uyarlamaların üzerinde anlaşmaya varılması ve tamamlanması ertesinde imzalamaya hazırdır” yönündeki deklarasyonunu memnuniyetle karşılamaktadır. ” (Zirve Bildirgesi) 3-AB, Türkiye’nin komşularıyla olan çözülmemiş sorunlarının (örneğin Yunanistan ile) Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesini talep etmektedir, ki Türkiye bu talebi kabul etmiştir: “Bu bağlamda, katılım sürecini sekteye uğratabilecek nitelikteki çözümlenmemiş uyuşmazlıkların, gerektiği taktirde, sonuçlandırılmak için Uluslararası Adalet Divanı’na götürebileceği yönündeki görüşünü teyit etmektedir. Avrupa Konseyi, kaydedilen ilerlemeler konusunda bilgilendirilecek ve konuyu, uygun görüldüğü taktirde, gözden geçirecektir. ” (Zirve Bildirgesi) Bu noktanın Türkiye açısından kritik tarafı, Yunanistan ile olan Ege’deki deniz sınırlarının menzili sorunudur. Yunanistan deniz sınırını altı milden on iki mile yani Türkiye’nin tam burnunun dibine kadar uzatmak istiyor. (2) Eğer Uluslararası Adalet Divanı bunu kabul ederse o zaman ne olacak? Üstelik de silahlanmanın arttığı bir dönemde. Kardak adası krizi ile savaşın neredeyse eşiğine gelen Türkiye ile Yunanistan acaba böyle bir durumda ne yaparlar? Yine bu çerçevede yani komşular ile ilişkilerin AB’nin istediği duruma getirilmesi sürecinde, Ermenistan ile olan anlaşmazlıkların gündeme getirilmesi kaçınılmazdır. Ayrıca İran ve Suriye ile olan ilişkilerin AB’nin uluslararası politikası ile uyumlaştırılması zorunludur. Bu noktalar da işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisindeki taraflar arasında önemli düğümler olarak ortaya çıkmaktadır. 4-Müzakereler sürecinde özellikle bir nokta var ki, işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisinde bir politik kırılma yaratacak türdendir:Kürt sorunu. “Özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü gibi Birliğin üzerine kurulduğu değerlerin bir aday ülkede ciddi ve sürekli ihlal edilmesi durumunda, Komisyon kendi girişimi ya da üye ülkelerin üçte birinin talebiyle müzakerelerin askıya alınıp alınmamasını tavsiye edebilir ve müzakerelerin yeniden başlayabilmesi için gerekli koşulları önerebilir. ”(Zirve Bildirgesi) Bu nokta Kürt sorununda bazı reformların (özerkliğe kadar gidebilecek) yapılması gerektiği anlamına gelmektedir. İşkencenin tamamen önlenmesi, sivil toplum örgütlerinin bir engelle karşılaşmadan faaliyette bulunması yine Kürt sorunundaki reformlar, hiç kuşkusuz, devletin egemenlik alanında göreli daralmalara yol açacağı için, işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisindeki “AB karşıtları” tarafından hemen bir ihanet ve “güvenlik sorununa dönüştürüleceklerdir.
5-İTB içerisindeki “AB taraftarlar”nın, ”AB karşıtları” karşısında elini zayıflatan ve AB’nin “art niyetini” açıkça ortaya koyan en önemli nokta “müzakerelerin ucunun açık olması”dır. Yani TC yükümlülüklerini yerine getiremediği ya da getirmediği durumda Türkiye ile olan müzakereler askıya alınarak üyelik gerçekleşmeyecek ancak Türkiye AB’den de uzaklaşamayacak ve AB’nin dışında ama ona bağlı kalacaktır: “Müzakerelerin ortak hedefi Birliğe üyeliktir. Sonuçları önceden garanti edilemeyen bu müzakereler açık uçludur. Tüm Kopenhag kriterleri dikkate alındığında, aday ülkenin üyeliğin tüm gereklerini tam olarak üstlenecek durumda olmaması halinde, aday ülkenin Avrupa yapılarına en sıkı bağlarla bağlanması temin edilmelidir. ”(Zirve Bildirgesi) Ama bir de başka bir durum vardır. Müzakerelerin ucunun açık olması, TC müzakerelerin gereklerini yerine getirse dahi üye olamama durumunu içermesidir. Çünkü Türkiye’nin üyeliğini bazı AB devletleri referanduma götürerek, bazıları da parlamentoda oylayarak kabul edeceklerdir. Bu referandum ya da parlamento oylamasında çıkacak bir red, Türkiye’nin üye olamaması ile sonuçlanacaktır. AB’nin emperyalist politikacıları bu gerçeği gözönünde tutarak, Türkiye karşısında biraz da rahat davranmaktadırlar. Örneğin Fransa, Türkiye koşulları yerine getirse dahi, kendi politik çıkarlarına uygun düşmediği için, referandum aracılığı ile Türkiye’nin AB’ye girişine pekala engel olabilir. Sonra da Fransız emperyalizminin temsilcileri, Türkiye’nin karşısına geçip “Ne yapalım halk istemedi” diyebilir! Ama bu arada da Türkiye mali, ekonomik, politik açıdan da AB’ye tam bağlanmış olacak ve “eli mahkum” olduğu için, gürültü patırtı koparsa da, sonuçta “buna da şükür” diyerek kabul etmek zorunda kalacaktır. Çünkü AB tekelleriyle çıkarları iç içe geçen işbirlikçi tekelci burjuvazinin bir kısım katmanı, kendi toplumsal çıkarlarını hiçbir zaman halk için tehlikeye atmaz. Onun AB’ye girme isteği herşeyden önce kendisi içindir. Ve kendi toplumsal çıkarlarını da ulusun çıkarları gibi göstermektedir. Türkiye’nin uluslararası tekellere bağımlılığının daha da artması bu işbirlikçi tekelci sınıf aracılığı ile olmaktadır. Bu yukarıdaki noktalara bir çok nokta yine eklenebilir. Örneğin serbest dolaşım hakkının üye olmaya rağmen sınırlandırılması, tarım politikasındaki bazı reform dayatmaları (aslında tarımın uluslararası tekellere daha fazla açılması) vs. ama burada bu noktalara girmenin gereği yoktur. Yukarıda beş noktada belirttiğimiz sorunların, müzakereler sürecinde, işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisinde iktidar mücadelesinin daha da kızışmasına yol açması adeta kaçınılmazdır. Böylece bugüne kadar, işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisindeki çeşitli katmanların oluşturmuş olduğu ve bugüne kadar da itinalı bir şekilde sürdürülmekte olan blok bir çöküşe sürüklenecektir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi içerisinde çelişkilerin keskinleşmesi sonucunda, işbirlikçi tekelci burjuvazinin bütün katmanlarını bir arada tutan bu bloğun çökmesi, devletin tarihsel ve toplumsal temelinin giderek daha da daralmasına, böylece de halk kitleleri ile çelişkilerin de daha da keskinleşmesine neden olacaktır. İşbirlikçi tekelci burjuvazi içerisindeki bloğun çöküşü, işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisinde bir politik eğilimin diğeri üzerinde hegemonyası ya da diğerini baskı altına alması anlamına gelmektedir. Bu da iktidarı ele geçirecek olan katmanının, iktidarı elinde bulundurmasına rağmen, bloğun çökmesinden dolayı daha dar bir toplumsal temele dayanması anlamına gelmektedir. Yani işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisinde çelişkilerin keskinleşmesi, giderek bir politik krizin böylece de bir yönetememe krizinin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Ama politik gelişmelerin bir başka olasılığı yine vardır. O da AB’nin politik olarak iflas etme olasılığıdır. Bunun sonuçları ise emperyalist sistemin derin bir politik krize sürüklenmesi olur. Böyle bir sürece giren AB’nin Türkiye’de işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisindeki taraftarları da tam bir politik açmaz ile karşı karşıya kalırlar. Komünist hareket açısından, politik olayların çok yönlü olarak ele alınması ve her sürecin özelliklerine uygun olarak hazırlanılması zorunludur. Politik olaylardaki ani değişikliklere, komünist politikanın bağımsızlığını koruyarak gerekli değişiklikleri yapmak (ister esnek bir durum isterse de katı bir durum söz konusu olsun) ancak sağlam bir ideolojik duruş ile mümkündür. En karmaşık politik olaylar karşısında dahi sağlam bir ideolojik duruş sergileyebilme yeteneği gösteren bir komünist hareket, politik iktidarı fethetme noktasında aslında çok önemli bir mevzi de elde etmiş demektir. DEVRİMCİ BÜLTEN Devrimci Bülten Sayı 38 Devamı... (1) MHP ve lideri Devlet Bahçeli açık bir şekilde AKP hükümetini «vatan hainliği» ile suçlamış ve AB’ye çeşitli noktalarda verilen tavizlerin bedelini ağır bir şekilde soracaklarını belirtmiştir. Bu tür açıklamalar gelecekte olacakların adeta habercisi gibidir. (2) Üstelik Yunanistan Türkiye’ye çok yakın olan adaları uluslararası anlaşmalara aykırı olarak da silahlandırmıştır.
|
 |
|
|
|