 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 38 (3) |
 |
 |
ENTERNASYONALİZMİN BAZI TEORİK SORUNLARI ÜZERİNE (I) (KOMÜNİST ENTERNASYONAL İÇİN BİR DÜNYA STRATEJİSİ) (K. ERDEM) “Önemli olan sayı değil, gerçekten devrimci proletaryanın siyaset ve fikirlerinin doğru dışavurumudur. Asıl önemli olan enternasyonalizmi “ilan etmek” değildir;asıl önemli olan , en güç zamanlarda, gerçek bir enternasyonalist olmasını bilmektir. ” (LENİN-Nisan Tezleri) I-Giriş Enternasyonalizm sorunu bugün hiç olmadığı kadar yakıcı bir sorun olarak dünya komünistlerinin önünde durmaktadır. Özellikle sermayenin uluslararasılaşmasının aldığı yeni tarihsel boyut çerçevesinde tekrar ele alınması ve bazı temel özelliklerinin belirlenerek komünist hareketin temel eksenine yerleştirilmesi zorunludur. Komünist hareket kendisini sözde enternasyonalist ama pratikte ulusalcı ve sosyal-şoven eğilimlerden hem ideolojik hem politik-taktik hem de örgütsel olmak üzere bütün düzlemlerde koparmak ile yükümlüdür. Enternasyonalist Perspektifin dışındaki bütün perspektiflerin özünde burjuva olduğu ve kaçınılmaz bir şekilde, burjuva ideolojisi ve siyaseti ile uzlaşmaya götüreceği propagandası, bilimsel komünizm tarafından ne kadar vurgulansa azdır. Enternasyonalizmin dışında hiçbir kurtuluş yolunun proletarya açısından mümkün olmadığı her komünist ve sınıf bilinçli işçinin beynine adeta kazınmalıdır. Bu makalenin temel amacı, mevcut tarihsel durumdan hareketle, dinamikliği içerisinde, dünya devriminin gelişiminin bazı teorik sorunlarını inceleyerek bazı kısa teorik sonuçlar çıkartmak ve bu temelde Komünist Enternasyonal (Komintern) için bir dünya stratejisi geliştirmektir. Makale enternasyonalizm noktasında bütün sorunları ele alıp çözme iddiasında değildir. Kaldı ki böyle bir durum bu makalenin sınırlarını aşar. Bu makalenin asıl vurgusu, komünistlerin “ulusal stratejileri”nin nasıl “uluslararası bir strateji” ile birleşmek zorunda olduğu üzerinedir. Yine makalenin bir başka amacı da, uluslararası devrimin “fay hatları”nın belirlenerek, çeşitli ülkelerin sosyalist devrimlerinin tarihsel ağırlıklarının düzeyinin çıkartılarak, emperyalizm karşısında bir sosyalist devrimin ve devrimlerinin bağımsızlığını koruyabilmesi için asgari tarihsel düzey noktasının genel hatlarıyla saptanmasıdır. Bu son nokta belirlenmeksizin, dünya komünist hareketi için ortak bir ölçü bulunmayacaktır. Bu da dünya genelinde bütün komünistlerin teori ve pratiklerinin ortak bir çatı altında toplanmasını zorlaştıracaktır. II-Sosyalist Devrimlerin Birbirine Bağlı Karakteri Neden Kaynaklanır? İşçi sınıfının uluslararası birliğinin zorunluluğu bir niyet sorunu yani şu ya da bu kişi, grup, örgüt ve partinin öznel eğilimlerine bağlı bir sorun değildir, nesnel-tarihsel bir sorundur. Yani bizzat toplumun maddi gelişiminin bir sonucudur. Uzun bir zamandan beri ama özellikle de emperyalizm ile birlikte kapitalist üretim ilişkileri uluslararası bir karakter kazanmıştır. Bu temelde sermayenin (uluslararası mali-sermaye biçiminde (1) ) hem genişletilmiş-ölçekte yeniden-üretimi hem de birikimi uluslararası bir biçim almıştır. Tarihsel olarak bu düzeye çıkan bir sermaye asla geri dönemez ve kaçınılmaz olarak tarihsel sonuçlarına doğru katı bir şekilde ilerlemek zorundadır. Uluslararası mali-sermaye biçiminde kapitalizmin bu uluslararası derinliği (merkezileşmesi) ve genişliği (yoğunlaşması), bütün dünya toplumlarını kendi tarihsel yörüngesine ya da girdabına almıştır. Uluslararası mali-sermayenin birikim süreçleri ve tarihsel düzeyi, uluslararası ölçekte bütün toplumları etkileyerek onlar üzerinde çözücü bir etki yaratmaktadır. Bu sermaye, kendisinden nitelik olarak daha düşük sermaye gruplarını, ekonomik, politik, askeri, ideolojik ve kültürel olarak kendi uluslararası oligarşik yapısına uymaya zorlamaktadır. Uluslararası mali-sermayenin bu tarihsel düzeyi kaçınılmaz olarak, ona karşı olan savaşımı uluslararası bir karaktere büründürmektedir. Bu tür bir sermaye karşısında ulusal sınırlarda kalan bir devrim mümkün değildir. Daha doğrusu “ulusal” (biçimsel olarak, çünkü içerik olarak her ülkenin sosyalist devrimi uluslararası bir karaktere sahip olup bu sonuncusunun bir parçasıdır) bir biçimde patlak veren bir sosyalist devrim, ulusal sınırlarına hapsolup kaldığı sürece kesinlikle yenilecektir. Herhangi bir ülkedeki sosyalist devrim, uluslararası alanda bir dizi ülkede ama özellikle de bir emperyalist ülke ya da blok içerisindeki bir sosyalist devrimler dizisiyle desteklenmeksizin yenilgiye mahkumdur. Çünkü aksi taktirde bu devrim, uluslararası emperyalist mali-sermayenin birikim süreçlerine dayanamayarak onun tarafından çözülecek ve çökertilecektir. Onun için sosyalist devrimlerin birbirine bağlı karakteri, bizzat sermayenin örgütlenme biçimi tarafından tarihsel olarak dayatılmaktadır. Uluslararası komünist hareket açısından bu nokta tarihsel bir öneme sahiptir. Çünkü III. Enternasyonal’in yenilgisinin , yozlaşmasının ve oportünistleşmesinin altında tam da bu durum yatmaktadır. III. Enternasyonal’in ortaya çıktığı (1919-1923) tarihsel dönemdeki olayların yapısı, yönü ve tarihsel sonuçları iyi incelendiği zaman, bu enternasyonalin yenilgisinin altında, proletarya açısından enternasyonal gereklerin yeterince yerine getirilemediği görülecektir. Bu dönemde ortaya çıkan hata ve eksiklikler tarihsel nedenlerden kaynaklanmaktaydı ve bu dönemdeki önderlerin suçlanmasıyla işler çözülemeyecek kadar karmaşık ve derindir. Her şeyden önce yapılan hataların tarihsel nedenlerini araştırmak gerekir. Tarihte ilk defa, III. Enternasyonal’in ilk dönemlerinde (1919-1923), uluslararası burjuvazi ile uluslararası proletarya arasındaki iktidar mücadelesinin tarihsel düzeyi ve niteliği bu kadar yüksek bir düzeye ulaşmıştır. İlk defa her ülkenin sosyalist devrimi, uluslararası bir komünist örgüt aracılığı ile diğer ülkelerin devrimlerine bağlanmaya çalışılmış ve ilk defa uluslararası devrim tek bir savaşım gibi iç içe geçerek bir bütünlük oluşturmuştur. Ama hiç tartışmasız bu bütünlük içerisinde parçaların dağılımında eşitsizlik söz konusuydu. Yani her ülkenin sosyalist devrimi aynı tarihsel ağırlıkta değildi. Böylece uluslararası savaşımda yeni sorunlar belirdi. Bu sorunlardan ilki ve başlıcası şuydu: Emperyalist zincir en zayıfa halkasından koptuğu andan itibaren, ortaya çıkan sosyalist iktidar ya da iktidarların, emperyalizm karşısında ekonomik, politik, ideolojik ve kültürel olarak bağımsızlıklarını belirli bir dönem için sağlayabilmeleri için, gerekli olan asgari tarihsel düzey ya da birleşik yapıları (derinlik ve genişlik olarak) ne olmalıdır? Uluslararası emperyalizm ekonomik, politik ve askeri olarak dünya çapında örgütlenmektedir. Onun bağrında ortaya çıkacak olan bir sosyalist iktidar ya da iktidarlar belirli bir nitelik düzeyini yakalamak zorundadırlar. Kapitalizmin tarihsel derinliği ve genişliği geliştikçe, gerekli olan bu asgari tarihsel düzey de gelişmektedir. Bu durum tarihsel olarak sermayenin uluslararası ölçekte yoğunlaşması ve merkezileşmesinin sonucunda ortaya çıkmaktadır. III. Enternasyonal’in emperyalizm karşısında ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığını koruyabilmesi, işte bu “asgari tarihsel tutunma düzeyin”ne ulaşması ile ancak sağlanabilirdi. Bu asgari düzey ise Bolşevik önderler tarafından biliniyordu: Rus devriminin Alman devrimi ile birleşmesi ve böylece Batı Avrupa’nın Uluslararası Sovyetler Cumhuriyeti’nin bir parçası haline gelmesi. O zamanlar Almanya, uluslararası burjuvazi ile uluslararası proletarya arasındaki savaşımın temel çarpışma (Bataille Principale) ya da temel muharebe alanlarından birisini teşkil etmekteydi. Uluslararası proletarya, o zamana kadar ki kazanımlarını tarihin sağlam bir kazığına ancak bir emperyalist ülkedeki devrim sayesinde bağlayabilirdi. Burada politik ve askeri savaşımın önemli bir ilkesi ile karşı karşıyayız: Belirli bir dönem için cereyen eden bir politik ve askeri savaşımda, kısmi (özel) muharebeler (emperyalist ülkelerin dışında cereyen eden devrimler) ancak temel muharebenin (emperyalist bir ülkedeki devrim) kazanılmasına bağlanabildikleri sürece, kazanımlarını elde tutabilirler. Temel muharebeyi kazanamayan ordu, özel muharebelerin olumlu sonuçlarını da kaybeder. Bu politik ve askeri savaşımın mutlak bir yasasıdır. Komintern’in çok önemli cephelerindeki (Almanya, İtalya, Avusturya, Macaristan, Polonya) sosyalist devrimlerin gerçekleştirilememesi (ama özellikle de Almanya’da) emperyalist sistem içerisinde önemli ekonomik ve politik ağırlık merkezlerinin (özellikle İngiltere, Fransa, ABD ve Japonya’nın) istikrarlarını korumada ve sağlamlaştırmada önemli bir yere sahip olmuştur. Komünist hareketin kaybettiği bu toplumlar, emperyalist sistemin parçası kalarak, emperyalizmin birikim süreçlerine devasa boyutlarda katkı yaparak, geri Sovyet Rusya ile ileri emperyalist ülkeler arasındaki emek üretkenliği arasındaki farkın korunmasına neden olmuşlardır. Bu durum Sovyetler Birliği (SB) üzerinde bir ekonomik ve politik baskının kurulmasına neden olmuştur. Sovyetler Birliği örneğinde sorun şuydu: SB, emperyalist ülkelerden geri bir toplumsal ekonomik temele sahip olduğu için , komünizm ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığını ancak ve ancak bir emperyalist ülkedeki sosyalist devrim ile birleşerek ve böylece emperyalist toplumların nitelik düzeyini yakalayarak koruyabilirdi. Bunun dışında bütün yollar komünist hareketin stratejik yenilgisi ile sonuçlanacaktı. SB tarihsel yeri itibariyle yani tarihin merdivenlerinde emperyalist toplumlardan geri olması nedeniyle, bu toplumda komünist hareket, ekonominin yeniden kuruluşunu, bağımsızlığını koruyarak tek başına gerçekleştiremezdi. Bu emperyalist dünya ekonomisinin örgütlenmesinin kaçınılmaz bir sonucudur, ki bu da mutlak bir yasadır. Komintern’in emperyalizm karşısında, temel muharebe alanlarını oluşturan ülkelerdeki sosyalist devrimlerin yenilmesiyle, stratejik bir yenilgi alması sonucunda, Sovyet Rusya kendisinden ekonomik olarak daha gelişmiş olan emperyalist ülkelerin tecridi ve ablukası ile karşılaştı. SB’nin ekonomik ve politik tecridi ve bundan kaynaklanan sermaye sıkıntısı, SB’de komünist politikanın temelini giderek yok etmiştir. Şöyle bir çelişki oluşmuştu: SB için gerekli olan sermaye, emperyalist merkezlerde (İngiltere, ABD, Fransa, Almanya, Japonya, İtalya, Avusturya) bulunurken, Sovyet Rusya buralarda sosyalist devrimler olmadan, bu sermayeleri nasıl bağımsızlığından ödün vermeden (elbette burada söz konusu olan iktidarda olan komünist hareketin ideolojik-politik bağımsızlığıdır) kendi tarihsel çıkarları doğrultusunda kullanacaktır? Zaten tarih başka bir yol bırakmamıştır. Emperyalist ülkelerdeki devrimler gelmeyince (komünistlerin bir dizi hata ve eksikliklerin sonucunda elbette) ve geri ülkelerdeki devrim ile arasındaki zaman dilimi uzadıkça, geri ülkelerdeki devrim, kendi içerisinde bir gerilim ortamına sürüklenerek, iç yapısında büyük tahribatlara uğramaktadır. Bu durumda istediği biçimde, oranda ve araçlarla gelişmesini sağlayamayan komünist hareket, kendi tarihsel doğasına aykırı olan araçları ve yöntemleri (örneğin kitlelerin devrimci gücü ve enerjisinin yerini, bürokrasinin gücü ve araçları almaktadır) benimsemeye zorlanmaktadır, ki toplumun maddi ihtiyaçlarının acil karşılanması zorunluluğu buna neden olmaktadır. Böylece komünist hareketin etkin olduğu bütün alanlar, kerte kerte bürokrasiye dayanan oportünizm tarafından doldurulur. Elbette ki oportünizm açısından bunun “her zaman haklı gerekçeleri” vardır. İşte SB’de Enternasyonal’in içindeki önemli merkezlerin yenilmesine paralel olarak, parti ve devlet aygıtının ayrıcalıklı bürokrat kesimi, giderek Stalin’in ve onun temsil etmiş olduğu ideolojik ve politik çizginin etrafında toplanmaya başladılar. Bu durum aynı zamanda Bolşevik Parti’de, II. Enternasyonal kalıntılarının ve etkilerinin tekrar canlanmasının ve uluslararası (Alman devriminin yenilmesi) ve ulusal (iç savaşın yıkıcı sonuçları) koşulların birbirini tamamlaması sonucunda yani genel uygun koşulların yaratılması sonucunda, III. Enternasyonal’in iktidarının giderek II. Enternasyonal’in iktidarına dönüşmesi anlamına geliyordu. Ama bu durum da uluslararası devrimin yenilgisinin nedeni değil sonucudur. III-Çeşitli Ülkelerin Sosyalist Devrimlerinin Tarihsel Ağırlıklarını Belirleyen Koşullar Nelerdir? Uluslararası emperyalist sistem içerisinde yer alan toplumlar, bu sistemin tarihsel gelişimi içerisinde çeşitli biçimlerde oluşmuşlardır ve genel sisteme de bu biçimler aracılığı ile bağlanmışlardır. Yani, uluslararası emperyalist sistem içerisinde yer alan toplumlar arasında bir eşitsizlik söz konusudur. Bu eşitsizlik en basit biçimde, bu toplumların biçimlerindeki farklılıklardan da görünmektedir. Örneğin, uluslararası emperyalist, modern sömürge, yarı-sömürge, klasik sömürge vs. Ama biçimlerin kendi içerisinde de değişik oranlar mevcuttur. Örneğin, bir ABD ile Fransa, Almanya, Japonya, Rusya vs. aynı değildirler. Bir Türkiye ile Arjantin, Brezilya, İran vs. aynı değildirler. Bir Kürdistan ile Filistin aynı düzeyde değildirler. Çeşitli ülkelerin sosyalist devrimlerinin belirli tarihsel ağırlıkları ya da oranları (nicelikleri) vardır. Bu durum, bu toplumların uluslararası emperyalist sistem içerisindeki ekonomik, politik, askeri ve jeostratejik yerlerinden kaynaklanır. Uluslararası emperyalizm, toplumsal ekonomik gelişimine uygun olarak, uluslararası politik ve askeri anlaşmalar aracılığı ile bir dünya sistemi olarak örgütlenmiştir. Bu sistemin bağrında gelişecek olan sosyalist devrimler simetri prensibine uygun olarak örgütlenmek zorundadırlar. Yani kendilerini emperyalist sistemin düzeyine göre (ekonomik, politik ve askeri olarak) geliştirmek ve örgütlemek zorundadırlar. Burada temel sorun az yukarıda da belirttiğimiz gibi, UKH’in bağımsızlığını koruyabilmesi için dünya çapında “gerekli olan asgari düzey” sorunudur. Bu “asgari düzey” hiç kuşkusuz “çeşitli” ülkelerin sosyalist devrimlerinin birleşiminden oluşacaktır. Ama bu birleşim içerisinde parçalar, tarihsel farklılıklarından dolayı eşitsiz bir şekilde bir araya gelmektedirler. İkincil önemdeki parçalar (geçmişte Rusya ve benzerleri), birincil düzeydeki parçalara (geçmişte Almanya gibi) bağımlı bir şekilde bulunmaktadırlar. Yani sosyalist devrimlerin birbirlerine eşitsiz bir şekilde eklemlenmeleri söz konusudur. Bu noktada, uluslararası emperyalist sistemi az çok dengelemek ve onun dinamik ve aktif yapısını az çok kırmak açısından, gerekli olan tarihsel düzeyin, hangi biçimdeki toplumların toplamından oluşacağı, UKH açısından hayati bir öneme sahiptir. Uluslararası kapitalizmin tarihsel derinliği ve genişliğine uygun olarak, UKH için gerekli olan tarihsel düzey, hiç kuşkusuz bir dizi yarı-sömürge, modern sömürge ve en azından bir emperyalist ülkedeki devrimin birleşiminden oluşmalıdır. III. Enternasyonal döneminde (1919-1923), bir emperyalist ülkedeki devrimin gerçekleşmemesi, emperyalizmin ekonomik, politik ve askeri dengelemesini ve onun çözülüşü yönünde önemli bir tarihsel kaldıracı yok etmiştir. Bu koşula bağlı olarak da bir dizi öznel ve nesnel etkenlerin birbirlerini tamamlaması gerekmektedir. Ya da öncü (UKH) kendi öznel yapısını daha etkin olarak kullanarak, nesnel gelişimin eğilimini daha uygun bir konuma getirmelidir. Şimdi teori açısından en önemli sorun, bu soyut ilkelerin uluslararası emperyalist sistemin gelişim düzeyine ve biçimine uygun olarak somut bir şekilde uygulanması sorununu çözmektir. IV-Uluslararası Emperyalist Sistemin Hiyerarşik Yapısı ve Bu Yapının Çözülmesinin, Dağılmasının Dinamikleri ve Tarihsel Yönü Uluslararası emperyalizm bir hiyerarşik yapıya sahiptir. Hiyerarşi bir eşitsizliğin göstergesidir ve zaten bundan kaynaklanır. Toplumların hiyerarşi içerisindeki konumları, uluslararası ekonomi, politik ve askeri ilişkilerdeki yerlerine göre bir anlam kazanır. Hiyerarşi içerisindeki konum tek ekonomik düzeye bağlı değildir. Bir ülke ekonomik olarak güçlü olmasına karşın, politik ve askeri olarak eli kolu bağlı durumda olabilir. Örneğin, mevcut uluslararası sistemde Japonya ve Almanya’nın durumu böyledir. Yine bunun tersi de geçerlidir. Bir ülke ekonomik olarak daha zayıf bir konumda olabilir ama politik manevra kapasitesi ve askeri potansiyelinden ve de jeo-stratejik konumundan dolayı daha etkin olabilir. Bu duruma da Rusya örnek gösterilebilir. Kapitalizm anarşik bir üretim yapısına yani birbirlerinden bağımsız kapitalist üreticilerden oluşan bir yapıya sahip olduğu için, rekabet bu sistemin her biçiminde de temel bir yere sahiptir. Anarşik üretim ve rekabet bu sistemin mutlak yasalarıdır ve tarihsel olarak bu sistem varoldukça ortadan kaldırılamazlar. Bu yasaların işleyişi ve tarihsel sonuçları kaçınılmazdır. Bu noktada en önemli sorun, uluslararası emperyalist sistem içerisinde rakip emperyalist kampların nasıl oluşmakta olduğu ve bu kamplarda hangi emperyalistlerin olduğudur. Bu durumu tam olarak bilince çıkarabilmek için, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan uluslararası durumdan hareketle, Sovyetler Birliği ve Çin’i doğru tarihsel yerlerine yerleştirmek gerekir. III. Enternasyonal’in stratejik yenilgisinden sonra (özellikle 1923’te Alman devriminin yenilgisi sonucunda), Stalin kliği aracılığı ile SB’de bürokratik yozlaşmanın gelişmesi, yerleşmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler, SB’de kısa bir dönem (1918-1923) proletaryanın yönettiği devlet kapitalizmini, küçük-burjuvazinin (2) yönetmeye başladığı bir devlet kapitalizmine dönüştürdü. Savaştan sonra Sovyet blokuna Doğu ve Orta Avrupa ve Çin devrimleri eklendiler. Bu devrimler demokratik devrim çerçevesini aşmayan ve bu aşamada kalan, küçük-burjuvazinin önderlik etmiş olduğu devrimlerdi. Buralarda da küçük-burjuvazi devlet kapitalizminin iplerini ellerine alarak, “sosyalist” söyleme dayanan bir devlet kapitalizmi uyguluyordu. Onlara göre sosyalist mülkiyet devlet mülkiyetidir. Kamulaştırma özel mülkiyetten sosyalist mülkiyete geçme anlamına geliyordu. Aslında bu fikir sosyal demokrasinin (II. Enternasyonal) ideolojik kalıntılarından başka bir şey değildi. (3) Demokratik devrimler aracılığı ile emperyalist-kapitalist kamptan kopma, burjuva tarihsel çerçevenin dışına düşme anlamında yorumlanıyordu. Sosyalizmin devlet mülkiyeti ile de eşitlenmesi bu revizyonist anlayışı tamamlıyordu. Bu düpedüz II. Enternasyonalci bir anlayıştı. Ancak tarihin merdivenlerinin başka basamaklarında ve başka biçimlerde. Aslında pratikte, küçük-burjuvazinin daha sonraları da liberal burjuvazinin yönettiği devlet kapitalizmi, dünya kapitalizminin derinleme gelişmesine katkı yapmaktan başka bir şey yapmamıştı. Böylece bir çok ülkede değişik zaman dilimlerinde ve değişik sanayileşme düzeyine bağlı olarak, küçük-burjuvaların önderlik ettiği devlet kapitalizmi ortaya çıktı. Bunlar SB, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, Çin, Vietnam, K. Kore, Küba vs. gibi ülkelerdi. Bunlara ek olarak bir de Türkiye gibi ulusal burjuva devriminden sonra, ulusal burjuvazinin önderliğinde belirli bir süre gelişen bir devlet kapitalizmi (1930-1945) söz konusudur. Biçimlerdeki farklılık burjuvazinin demokrasilerinin farklılığından kaynaklanmaktadır. Ancak dünya kapitalizmi içerisinde genel bir eğilim de söz konusudur: Uluslararası kapitalizm geliştikçe, devlet kapitalizmi çeşitli ara biçimlerden geçerek özel kapitalizme doğru evrilmektedir. Bu kapitalizmin tarihsel doğasında olan bir durumdur. Bir çok ülkede küçük-burjuvazinin, ulusal burjuvazinin ve liberal burjuvazinin önderliğinde ortaya çıkan devlet kapitalizmi belirli bir tarihsel eğilim üzerinde bulunmaktadır. Bu toplumlar bürokrasi önderliğindeki devlet kapitalizmi aracılığı ile tarımsal üretimin ağır bastığı bir toplumdan sanayi üretiminin ağır bastığı bir topluma evrilmişlerdir. Bu toplumların sanayileşme sürecinde bürokrasinin tarihsel olarak devreye girişi, tarihte özel bir durumun sonucudur. Bu tür toplumlarda ortaya çıkan devlet kapitalizmi bir geçiş döneminin ürünüdürler. Bu geçiş dönemi klasik emperyalizmden uluslararası emperyalizme geçiş dönemidir. Emperyalizmin iki biçimi, dünya kapitalizminin üretici güçlerinin iki değişik düzeyini yansıtır. Son biçim (uluslararası emperyalizm) ilk biçim (klasik emperyalizm) içerisinden çıkarken, bunu hemen yapmaz, belirli bir tarihsel döneme yayılarak yapar. Uluslararası emperyalizmin ekonomik özü uluslararası tekeldir ve bu sonuncusu da kerte kerte belirli bir evrim içerisinde gelişir. İşte, uluslararası tekelin yeni yeni ortaya çıktığı ama daha bütün dünyaya tam yayılmadığı dönemde ve tarımsal üretime dayalı toplumların da sanayileşme eşiğine henüz yeni geldiği bir dönemde, politik devrimler (sosyalist, demokratik, ulusal) kapitalizmin devlet eliyle geliştirilmesine ya da varolanın geliştirilmesine neden olmuşlardır. Ama uluslararası tekel geliştikçe, uluslararası mali-sermayenin sermaye birikimi arttıkça, yani uluslararası emperyalizm dünya çapında derinlik kazandıkça, devlet kapitalizmine dayanan toplumları giderek dışarıdan daha fazla sıkıştırmaya ve sonunda da çözmeye başlamıştır. Bürokratik devlet kapitalizmine dayanan toplumlar, belli bir tarihsel andan itibaren, emperyalizmin sermaye birikiminin ağırlığına artık dayanamamışlardır. Çünkü, bu toplumlar kendi içlerinde bir ikilem yaşıyorlardı. Bir yandan dünya pazarı aracılığı ile uluslararası kapitalizme bağlıydılar ve bu temelde ekonomik ilişkileri geliştiriyorlardı. Diğer yandan da “sosyalist”, ”komünist” söylemlerde bulunuyorlardı. Devlet kapitalizmi temelinde dünya kapitalizmine daha fazla bağlandıkça, ekonomik temel ile bürokratik politik biçimler arasındaki açı da her seferinde biraz daha fazla açılıyordu. Bu ülkelerde iktidarı elinde bulunduran küçük-burjuvazi, devlet kapitalizmi geliştikçe, iktidarı önce liberal burjuvazi lehine, daha sonra da işbirlikçi tekelci ve tekelci burjuvazi lehine bırakmaya başladı. Çünkü, küçük-burjuvazi ara bir sınıftır ve politik iktidarı elinde uzun süre tutma yeteneği gösteremez. Uluslararası emperyalizmin merkeziyetçi yapısının daha henüz oturmadığı ya da görece zayıf olduğu bir dönemde bu sınıf, iktidarını az çok belirli bir dönem elinde tutmayı başarmıştır. Küçük-burjuvazi merkeziyetçiliğe karşıdır. Emperyalist sistem içerisinde de uluslararası tekelin gelişmesine karşıdır (ama kaldırılmasına değil) ve ona ayak bağıdır. Merkeziyetçi ilişkilerin geliştiği yerde ise bağımsızlığını tamamen yitirir. İşte, uluslararası emperyalizm geliştikçe, Rusya’da politik iktidar, küçük-burjuva sınıflardan liberal ve daha sonra tekelci sınıflara doğru kaydı. Toplumsal gelişim düzeyi bir emperyalist olma durumunu vermeyecek olan Doğu ve Orta Avrupa’da ve diğer eski SB cumhuriyetlerinde ise politik iktidar, küçük-burjuva sınıflardan, liberal burjuvaziye daha sonra da işbirlikçi tekelci burjuvaziye doğru bir kayma gösterdi. Bununla birlikte de tekrar bir emperyalist paylaşımın nesneleri durumuna geldiler. Çin de aynı tarihsel evrim üzerindedir. Bu duruma tekabül olarak da devlet kapitalizmi giderek özel kapitalizme evrilmeye başladı. SB’de devlet kapitalizminin bağrında giderek özel kapitalist unsurların baş göstermesi, ona uygun politik eğilimleri de zorunlu kılıyordu. SB’deki politik biçim, özel kapitalist birikimin önündeki en büyük ayak bağını oluşturuyordu. Çünkü politik yapı, bürokrasinin yönetimindeki bir devlet kapitalizmine ve birikim süreçlerine hizmet ediyordu. Özel kapitalist unsurların gelişmesini önlüyordu. Ama Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroika’sı bu duruma son verdi. Bu liberal politika sonucunda özel kapitalist unsurlar giderek gelişmeye ve hatta tekelleşmeye başladılar. Bunun sonucunda Boris Yeltsin bu tekelci Rus kapitalistlerinin politik sözcüsü olarak 1991 yılında Batı emperyalistlerinin desteğiyle SB’ye son verdi. Rusya’da devlet kapitalizminin yerini özel kapitalizme dayanan bir biçimin alması, dünya emperyalist siyasetinde önemli değişikliklere neden oldu. Rus sosyal-emperyalizmi, emperyalist-kapitalist bir devlete dönüştü; ama bununla birlikte de transatlantik emperyalist sisteminin de dengesini bozdu. Rusya’nın emperyalist-kapitalist bir biçime bürünmeye başlaması, kısa dönemli değil ama uzun dönemli olarak hem Rusya’nın hem de bazı Avrupa’lı emperyalist devletlerin (Fransa ve Almanya gibi) aynı zamanda da Çin ve Hindistan’ın manevra alanının genişlemesine yaradı. Kısa ve orta dönemde de ABD ve müttefiklerinin (İngiltere, Japonya gibi) işine yaradı. Rusya emperyalist-kapitalist bir biçime bürünürken ve böylece Transatlantik emperyalist sistemine “entegre” olurken, paylaşım mücadelesinde oyunu, bu sonuncuların kurallarına göre oynamaya da başlamıştır. Rusya emperyalist-kapitalist sistem ile “entegre” olurken aslında emperyalist sistem içerisine Soğuk Savaş döneminden daha sert ve keskin bir bölünmeyi taşımıştır. Uluslararası emperyalist sistem, bugün aslında, eskisinden daha keskin bir bölünme süreci içerisine girmiştir. Bugün uluslararası emperyalist sistemin hiyerarşik yapısını ve kendi içerisinde giderek oluşmaya başlayan iki rakip kampı ve bunların ağırlık merkezlerini ve de bununla birlikte de müttefiklerin durumunu iyi anlamak ve bu nesnel tarihsel temelde gelişimin genel eğilimini tahmin ederek, çeşitli olasılıkları da göz önüne alarak, uluslararası komünist (komintern) hareket için bir uluslararası strateji ve bunun gerçekleşmesine götürecek çeşitli küçük strateji ve taktik açılımlar üzerine çalışmak gerekir. Uluslararası kapitalizmin hiyerarşik yapısının belirlenmesi aynı zamanda, uluslararası kapitalizmin giderek derinleşecek krizinin yönünü ve jeopolitik dağılımını öngörebilmek açısından da önemlidir. Bu nokta üzerinde biraz daha fazla durmakta ve bazı açıklamalar ve belirlenimler yapmakta fayda vardır. Emperyalizmin hiyerarşik yapısını ve rakip emperyalist kampların oluşumunu somut bir şekilde belirtmeden önce, emperyalist hiyerarşiyi girdabına çekecek olan genel krizin nasıl bir yön izleyeceği üzerinde durmak gerekir. Burada ekonomi politiğin çok önemli bazı ilkelerinden ve geçmişte bu ilkelerin gerçekleşmesinin somut biçimlerinden de yararlanacağız. Emperyalist sistem bir dünya ekonomisi biçiminde örgütlenmektedir. Bu dünya ekonomisi, dünyanın bütün ülkelerinin ekonomilerini bir tek zincirin birbiri içerisine geçen halkaları gibi iç içe geçirerek giderek tek bir ekonomik eğilimin oluşmasına neden olmaktadır. Bütün ülkelerin ekonomilerinin giderek birleşmesi, pazarların da giderek birleşerek dünya pazarını oluşturmasına neden olmaktadır. Ancak dünya pazarı kendi küresel genişliğine ve derinliğine uygun ekonomik örgütleri de yaratır. Dünya pazarı koşullarında en iyi örgütlenen ekonomik örgüt uluslararası tekeldir. Dünya pazarının gelişmesine paralel olarak bu uluslararası tekel de çeşitli biçimlerden geçerek gelişiminin daha alt-biçimlerinden daha üst-biçimlerine doğru gelişir. Ancak, dünya pazarı, tek uluslararası tekelin çeşitli ölçeklerinin (küçük-orta-büyük) (4) ekonomik faaliyeti ile karakterize değildir. Uluslararası tekelden daha düşük bir sermaye birikimine ve ekonomik ölçeğe sahip olan İşbirlikçi Tekelci Sermaye (İTS) ve bu sermayenin çeşitli biçimleri ve bir de İTS’den daha küçük olan Küçük ve Ortaboy İşletmeler (KOBİ)’in faaliyeti de dünya pazarında (birinciler kadar olmasa ve daha çok bölgesel pazarlar bazında da olsa) söz konusudur. Böylece dünya ekonomisi, dünya pazarı aracılığı ile çeşitli ölçekte ekonomilerin bir hiyerarşisi olarak örgütlenmektedir. Ancak bu örgütlenme statik bir yapıya sahip değil, dinamik bir yapıya sahiptir. Yani değer yasasının hareketi sonucunda, rekabet, bir metaın üretimi için gerekli olan toplumsal olarak gerekli emek-zamanını kısaltarak gerekli olan sermaye miktarını da arttırır. Dünya pazarındaki aşırı-üretim ile birlikte, kriz, en küçük ekonomik ölçeği vurarak en büyüğüne doğru yani KOBİ’den uluslararası tekele doğru, bir seyir izlemektedir. Bu krizin genel eğrisidir. Kapitalizmin genel tarihsel hareketi incelendiği ve çeşitli biçimlerin kendi içerisindeki yükseliş ve alçalış dönemleri belirlendiği zaman, her biçimin kendi içerisinde önce dinamik bir yükseliş dönemine daha sonra da giderek alçalan bir eğriye sahip olduğunu görüyoruz. Her biçimin bir sonraki biçime dönüşmeye başladığı ya da ikisinin tarihsel olarak kesiştiği dönemler aynı zamanda büyük tarihsel alt-üst oluş dönemleridir. Kapitalizmin bir biçimi içerisinde gelişen ekonomik kriz, uzun bir tarihsel döneme yayılarak, daha yüzeysel biçimlerden yani daha düşük sermaye bileşenli ekonomik birimlerden, daha derin yani daha yüksek sermaye bileşenli ekonomik birimlere doğru ilerler. Böylece dünya ekonomik krizleri, sermayenin merkezileşmesini geliştirirken yine aynı şekilde sermayenin yoğunlaşmasını da geliştirirken, ekonominin alt-biçimlerinden üst-biçimlerine doğru ilerler. Yıkıma sürüklenen ekonomik ölçeğin biçimi, bize, gelecek ekonomik krizin vuracağı sermayenin niteliğini de verir. Bu temelde dünya politikasındaki kesin dönüm noktalarını ve önemli alt-üst oluşların genel eğilimini (zamanını değil) öngörmek olasıdır. (5) Dünya ekonomisinin hiyerarşik yapısı genel hatlarıyla şöyledir: I 1. Uluslararası Tekel (Büyük Katman) 2. “ “ (Orta Katman) 3. “ “ (Küçük katman) II 4. İşbirlikçi Tekel (Büyük Katman) 5. “ “ (Orta Katman) 6. “ “ (Küçük Katman) III 7. Ulusal (Ortaboy) İşletme (Büyük Katman) 8. “ “ “ (Orta Katman) 9. “ “ “ (Küçük katman) I. kategoride yer alan Uluslararası tekelin faaliyet alanı dünya pazarı ve bununla birlikte bölgesel pazarlar ve içpazardır. II. kategoride yer alan İşbirlikçi tekelin faaliyet alanı bölgesel pazarlardır. Ama bu bölgesel pazarlar daha çok sözkonusu ülkelerin hemen etrafında bulunan bölgesel pazarlardır. Yine aynı şekilde iç pazardır. III. kategoride yer alan Ortaboy işletmenin faaliyet alanı daha çok iç pazardır ama bununla birlikte zayıf da olsa bölgesel pazarlara da ihraç yapmaktadır. Ancak ekonomik hiyerarşi ile politik hiyerarşi birebir örtüşmez. Böyle olsaydı herşey çok basit olurdu. Ekonomik bir temelden politik bir temele geçilirken, politik ilişkiler kendine özgü bir iç ilişkiler sistemine ve bundan kaynaklanan özel süreçlere bürünürler. Giderek uluslararası emperyalizm kendi içerisinde iki rakip emperyalist kampa bölünmektedir. (6) Bu kamplardan birisinin başını ABD emperyalizmi ve onunla ittifak halinde olan emperyalistler ve bunlara bağlı olan bölgesel güçler oluşturmaktadır. Diğer kampı ise başını Rus emperyalizmi ve onunla ittifak halinde hareket etmek isteyen ve bununla birlikte de bu kamptaki emperyalistlere şu ya da bu şekilde bağlı olan bölgesel güçler oluşturmaktadır. Bir de bunlar arasında kararsız olan, çeşitli nedenlerden dolayı, her iki kamp arasında seçim yapmakta zorlanan çeşitli emperyalistler ve bağımlı devletler vardır. I. Dünya Savaşı’nda böyle bir durumu İtalya yaşamıştı. Bir kamptan diğer kampa geçmişti. Bugün de İtalya’nın geçmişteki durumuna benzer devletler vardır. Ancak kamplar arasında gerilim arttıkça ve ağırlık merkezlerini oluşturan emperyalist devletlerin müttefikleri üzerinde nüfuzu arttıkça kararsızlar da bir seçim ile karşı karşıya kalacaklardır. Tam bir şekillenmekten biraz uzak olan ama emperyalist politikanın genel eğilimi sonucunda oluşacak olan olası kamplaşma şöyle somutlanabilir: - ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, İtalya, Türkiye, İsrail, G. Kore vs.
- Rusya Federasyonu, Fransa, Çin, İran, K. Kore vs.
Hindistan Uzakdoğu Asya’da önemli bir potansiyel olarak belirli bir süre tarafsız kalabilir. Bu kamplaşmalardan da görülebileceği gibi, Avrupalı emperyalistler ilk defa bir paylaşım savaşımının ağırlık merkezlerinden birisini oluşturmamaktadırlar. Bu durum Avrupa Birliği’nin politik iflasının gelişmesinde önemli etkenlerden birisini teşkil etmektedir. Şimdi de uluslararası emperyalizmi ekonomik, politik ve askeri bütünlüğü içerisinde, bütün unsurları ile (emperyalist olan ve olmayan) ele alarak bir hiyerarşi oluşturalım. Bu temelde: I-ABD II-Japonya, İngiltere, Almanya III-İtalya, Hollanda, Belçika, Avusturya IV-Fransa V-Rusya VI-Hindistan VII-Çin VIII-İspanya, Portekiz, Türkiye, İran, İsrail, Brezilya, G. Kore, Arjantin, Şili, Pakistan, Endenozya, Filipin, Polonya, Ukrayna vs. IX-Suriye, Irak, Libya, Cezayir, Fas, K. Kore, Ermenistan, Azarbeycan, Kazakistan, Türkmenistan vs. X-Filistin, Kürdistan vs. Nasıl sermayenin merkezileşmesi küçük kapitalist grupların büyük kapitalist gruplar tarafından yutulmalarına ve çeşitli derecelerde bağlanmalarına neden olursa, emperyalist politikanın en yoğunlaşmış durumunda (ki bu savaştır) da, zayıf devletler emperyalist devletlere giderek daha çok bağımlı duruma gelirler. Yukarıda belirtmiş olduğumuz emperyalizmin hiyerarşik yapısı, bize genel bir eğilim sunmaktadır. Bu tabloda devletler yalnızca ekonomik yapılarıyla değil; ama, aynı zamanda, politik ve askeri potansiyelleri ile de göz önünde bulundurulmuşlardır. Özellikle çeşitli devletlerin politik amaçları ve bunları gerçekleştirebilecek politik ve askeri araçların ve müttefiklerin durumu da göz önüne alınmıştır. Ekonomik olarak diğerlerinden zayıf olan bir devlet, politik manevra kapasitesinin çeşitliliği, askeri kapasitesinin üstünlüğünden ve jeostratejik öneminden dolayı, emperyalist hiyerarşide daha önemli bir yerde bulunabilir. Yine, politik ve askeri olarak zayıf bir devlet, güçlü bir emperyalist kamp içerisinde ve onun olanakları ile hiyerarşide daha olumlu bir yer işgal edebilir. Ama yukarıdaki tabloda ülkeler, aynı zamanda içerisinde yer aldıkları emperyalist kampın gelecekteki paylaşım mücadelesindeki durumuna göre de göz önünde bulundurulmuşlardır. Yani, bir kampın diğerinden zayıf ya da güçlü olmasına göre, o kamp içerisinde yer alan ülkelerin konumu da göreceli olarak değişebilmektedir. (7) Emperyalist ekonomide ve politikada yoğunlaşma ilerledikçe, hiyerarşinin alt basamağından üst basamaklarına doğru bir ekonomik ve politik kriz derece derece gelişmeye başlar. Ama bu genel eğilim, sistemin kendi içerisinde çeşitli dönemler geçici istikrarını ortadan kaldırmaz. Çünkü üretici güçlerin büyümesi bunu da zorunlu kılar. Ama her büyüme bir kriz ile sonuçlanır ve her seferinde bir önceki krizden daha derin olarak yinelenir. Örneğin, 1870-1945 yılları arasıda klasik tekelin genel gelişim süreçlerinden bu sonuç çıkarılabilir: 1870-1900 yılları arasında dinamik bir yükseliş dönemi ve 1900’den 1945’e kadar da, küçük refah dönemleri hariç, giderek derinleşen bir genel ekonomik kriz ve de bunun sonucunda dünya siyasetinde önemli kırılmaların yaşanması. Ama I. Dünya Savaşı’ından sonra emperyalist ekonomide ortaya çıkan en önemli özellik, sermayenin dev boyutlarda merkezileşmesi sonucunda, zayıf tekellerin ve pazar alanlarını savaşın kaybedilmesi sonucunda kaybetmiş olan tekellerin bir ekonomik yıkım ile karşı karşıya gelmiş olması ve yıkımı durdurmak için de çok kapsamlı bir emperyalist devlet müdahalesinin gerekli olmuş olması durumudur. Bu noktada, sosyalist devrimleri gerçekleştirme fırsatlarının kaçırıldığı ülkelerde faşistlerin iktidara gelmeleri ve yüksek gümrük duvarları, ekonominin militarizasyonu , devrimci hareketin ezilmesi ve saldırgan bir dış siyaset, ekonomik ve politik yapının merkezileştirilmesi, vb. sonucunda dünya pazarındaki rekabette az çok bir denge sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak, bu denge göreceli olmuş ve rekabeti daha da kızıştırarak dengenin tekrar bozulması ile sonuçlanmıştır. Eğer emperyalizm II. Dünya Savaşı’ndan sonra istikrar kazanabildiyse bunun iki nedeni vardır: - III. Enternasyonal’in (1919-1923) yenilgisi;
- Kapitalizmin tarihsel olarak gelişiminin son sınırlarına varmamış olmasıydı. Klasik emperyalizmden sonra, kapitalizmin bir başka biçiminin (Uluslararası emperyalizm) daha ortaya çıkmış olması, bu istikrarın nesnel-tarihsel temelini oluşturmuştur.
Ancak eğer birinci nokta başka bir yol izleseydi. Yani III. Enternasyonal yenilmemiş olsaydı ve evrensel bir duruma kavuşmuş olsaydı yani bütün emperyalist ülkelerde sosyalist devrimler tamamlanmış olsaydı;o zaman ikinci noktanın gelişiminin olumsuz yanlarının sınırlandırılması (atlanması değil!) olabilirdi. Elbette ki, kamulaştırılmış olan uluslararası tekelleri proletaryanın yönetimindeki bir devlet kapitalizmi olarak düşünmek gerekir. (8) Bundan sonra tarihin gelişimi hiç kuşkusuz daha farklı olacaktır. Çünkü Uluslararası Emperyalizm, kapitalizmin son biçimi olup yani tarihsel olarak Klasik Emperyalizm ile Sosyalizm (Komünizmin bir biçimi olarak) arasında kalan bir dönem olarak, onun bundan sonra, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki gibi bir istikrarı teorik olarak söz konusu değildir artık. Bu sistem artık giderek kendi üzerine büzülmeye başlayarak, çürümeyi, asalaklığı daha fazla geliştirerek, can çekişmeye başlayacaktır. Ama bu, elbette ki, eşitsiz toplumların varlığından dolayı, belirli bir tarihsel döneme yayılarak, sıçramalı olarak gerçekleşecektir. Bu noktada ortaya çıkan önemli bir sonuç yine vardır. O da burjuva demokrasisinin giderek çökmekte olduğu ve bazı geçici dönemler hariç, bundan sonra hiçbir zaman (bunu genel bir tarihsel eğilim olarak anlamak gerekir) istikrarlaşamayacak ve 1945’ten sonra elde etmiş olduğu tarihsel olanağı bir daha da elde edemeyecek oluşudur. İşte bu noktada Komintern için çok önemli bir sorun ortaya çıkmaktadır: Burjuva demokrasisi dağılırken ve toplum ya faşist diktatörlük ya da proletarya diktatörlüğü ikilemine girerken proletaryanın genel olarak strateji ve taktikleri sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu sorunun Komintern tarafından doğru ele alınması, denebilir ki, dünya sosyalist devriminin kapısının aralanması ile eş anlamlıdır. (9) Komintern, uluslararası emperyalizmin nesnel-tarihsel yapısı temelinde ve bu yapının genel eğiliminin olası biçimlerini de göz önüne alarak bir dünya stratejisi oluşturmak ve bütün dünyanın komünistlerinin pratiklerini bu temelde birleştirmekle yükümlüdür. İşte bu makalenin ikinci kısmında, bu dünya stratejisinin genel hatlarını ve buna götürecek olan politikanın bazı sorunlarını tartışacağız. Devrimci Bülten Sayı 38 Devamı... (1) 1 Banka,sanayi ve ticaret sermayesinin tarihsel olarak tek bir sermaye temelinde uluslararası ölçekte kaynaşması. (2) Bu küçük-burjuvazi de kendi içerisinde çeşitli tabakalara bölünmüştür. Küçük-burjuvazi proletaryaya yakın olan tabakalardan (örneğin yarı-proleter unsurlar), kendi emeği ile geçinen tabakalardan, emek-gücü sömüren tabakalardan, yine parti ve devlet aygıtı içerisinde ayrıcalıklı tabakalardan, ekonomi içerisinde ayrıcalıklı büro ve teknik işçilerden vs. oluşmaktadır. (3) Kamulaştırma ile sosyalleştirme (toplumsallaştırma) arasındaki fark için Devrimci Bülten’in çeşitli sayılarına bakılabilir. (4) Bu nokta ile ilgili olarak daha fazla bilgi için Devrimci Bülten sayı 36 «AB-Türkiye İlişkilerinin Geleceği Üzerine» adlı makaleye bakınız. (5) Bu noktaya daha önceleri, Devrimci Bülten’in 25.sayısının başyazısında («Kapitalizm ve Kriz» makalesi) değinmiştim. 1994 yılında başlayan ve 1999-2000 ve 2001 yıllarında devam eden banka iflaslarının, dünya pazarındaki dalgalanmaların sonucunda meydana geldiğini belirtmiştim. «Kötü idare», «bankaların içlerinin boşaltılması» sorunun nedeni değil,sonucudurlar. Bu bankalar ve bankaların ilişkide olduğu ekonomik birimlerin ölçeği, İTS’nin büyük katmanının ve uluslararası tekellerin niteliğinden daha düşük olduğu için,dünya pazarındaki rekabet önce bu sermaye gruplarını vurmuştur. Bu durum tek Türkiye’ye özgü değildir. Türkiye gibi bir çok ülkede (Arjantin, Brezilya, G.Kore vs.) yaşanmıştır. Bundan şu sonuç çıkar: Sermayenin dünya çapında merkezileşmesi ilerledikçe, dünya pazarında bir aşırı-üretim sözkonusu olduğu zaman, gelecek ekonomik kriz İTS’nin büyük katmanını vuracaktır. Bu kaçınılmazdır. İTS’nin bu katmanı ise şu anda toplumsal ekonominin bütün candamarlarını elinde bulundurmaktadır. Bu katmanının toplumsal yıkımı, kaçınılmaz bir şekilde derin bir politik krizi de beraberinde getirecektir. (6) Bu noktaya başka makalelerde değindiğim için burada derinlemesine değinmeyeceğim. (7) Bu nokta üzerinde, bu yazının ikinci kısmında I.Dünya Savaşı ile karşılaştırmalı olarak daha fazla durulacaktır. Okuyucunun bu noktada biraz daha sabırlı olmasını ve bu ikinci kısmı beklemesini rica ediyorum. (8) Kamulaştırma ile toplumsallaştırma arasındaki ayırımı başka makalelerde vurguladığım için burada buna değinmiyorum. (9) Makalenin gelecek kısmında bu noktaya tekrar değinilecek.
|
 |
|
|
|