 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 41 (1) |
 |
 |
İÇİNDEKİLER - Bölgesel Bir Savaşa Doğru mu?
- Teori ve Politika’nın Onuncu Yılında Bir Kez Daha
- Bir Taslak Üzerine Bazı Eleştirel Düşünceler
- Teori ve Politika ve “Marksizmin Krizi”
- PDK İnternet Sitesi Komünist Hareketin Hizmetinde
- Marksizmde Durgunluk ve İlerleme
- Devrimci Bülten’den Okurlara
BÖLGESEL BİR SAVAŞA DOĞRU MU? Son birkaç ay içerisinde dünya politikasında İran ekseninde yaşanan gelişmeler, ister istemez insanın aklına “bölgesel bir savaşa doğru mu gidilmektedir?” sorusunu getirmektedir. Geçen sayının başyazısında, İran’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ele almış ve Ahmedinecad’ın Cumhurbaşkanı olmasının İran’da politik iktidarın işbirlikçi tekelci burjuvazinin orta katmanından büyük (sağ) katmanının eline geçişini karakterize ettiğini ya da bunun bir göstergesi olduğunu belirtmiştik. Makalenin amacı, İran’ın iç politik evriminin uluslararası politik alanda yapacağı etkilere dikkat çekmenin yanı sıra, bu evrimin giderek emperyalist kamplaşma üzerinde etkide bulunarak saflaşmanın ilerlemesine yapacağı etkiye dikkat çekmek ve bütün bu gelişmelerin Ortadoğu’da bir bölgesel savaşa yol açma güçlü olasılığına vurgu yapmaktı. Diğer şeylerin yanı sıra, İran’daki yeni politik kliğin politik pratiği bizim teorik ve politik tespitlerimizi doğruladı. Ancak, itiraf etmek gerekir ki, olayların bu kadar hızlı gelişeceğini tahmin etmemiştik.
Son bir kaç aydan beri Ahmedinecad’ın İsrail ile ilgili açıklamaları, transatlantik emperyalist ittifakının karşı çıkmasına rağmen İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarına tekrar başlaması, ABD ve İsrail diplomasisinin bu bağlamda giderek İran’daki nükleer tesislere havadan bir askeri operasyon düzenleme seçeneğine ağırlık veren tutum ve açıklamalarının ön plana çıkması, yine bu temelde CIA ve FBI başkanlarının Türkiye’yi ziyaret etmeleri (gelecek günlerde de Türkiye emperyalist diplomasinin yoğun ilgi alanı olacaktır) ister istemez İran sorununu tekrar ele alıp ve değerlendirme ihtiyacını doğurmuştur. (1) Devrimci Bülten’de, 1999 yılından itibaren, birçok makalede Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslarda Türkiye, İran ve İsrail’in uluslararası emperyalist sistemin dinamikleri doğrultusunda bir nüfuz mücadelesine girişecekleri , özellikle de İran ve Türkiye’nin bu nüfuz mücadelesinde bir savaşa sürüklenme ihtimalinin yüksek olduğu analizlerine yer verilmişti. Gelinen nokta yapılan analizlerin büyük oranda doğrulandığını gösteren olaylar yaşanmaktadır. Geçmişte yayınlanan makalelerden bir kaç alıntıyı buraya aktarmanın yararlı olduğu kanısındayız: “Bölgesel pazarların oluşması sırasında, bazı ulusların ve halkların tarihlerindeki özellikler, yeni bir içerik temelinde tekrar ortaya çıkmakta ve anlam kazanmaktadır. Bu durum çok doğal olarak, modern emperyalist ülkelerin dikkatlerinden kaçmamaktadır. Potansiyel olarak ulusların ve halkların tarihlerindeki çelişkiler, bölgesel pazarda nüfuz sağlamak için kullanılmaktadır. Bölgesel pazarlarda etkin olma, tarihsel gelişime göre çeşitli biçimler arz etmektedir. Örneğin, AB’deki gibi burjuva demokrasisi, bölgesel ekonomik entegrasyonun biçimini teşkil ederken; Kafkasya ve Orta Asya’da etnik temelde Türkiye eksenli Pantürkizm biçiminde; yine aynı bölgede dini temelde İran eksenli Panislamizm biçiminde gelişmektedir. Bu durum dünyanın çeşitli yerlerine de uygulanabilir. Bölgesel pazarlarda etkin olan yerel dinamikler de (örneğin, Türkiye ve İran gibi) dünya kapitalizminin temel dinamiklerine bağımlı olarak bu bölgesel pazarlarda nüfuz sağlamaktadır. Bölgesel pazarların oluşması, kaçınılmaz olarak, bölgesel eğilimleri canlandırmaktadır. Bu canlanışın bir de maddi temeli vardır. Bölgedeki ülkelerin işbirlikçi sanayi burjuvaları, bağımlı oldukları temel modern emperyalist tekellerle birlikte ihracata dönük bir sanayileşme stratejisi temelinde hareket etmektedirler. İhracata dönük sanayileşme, dış pazarlar gerektirdiği için, bölgeyi bir arada tutabilecek bölgesel ideolojik ve siyasal eğilimleri canlandırmaktadır. Örneğin, Türkiye’de 24 Ocak kararları ve bunu tamamlayan 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonucunda, ithal ikameci sanayileşmeden ihracata dönük sanayileşmeye geçişten sonra, devlet içerisinde pantürkçü eğilimlerin giderek canlanması ve son on yılda da giderek egemen olmaya başlaması, ortaya attığımız teorik görüşleri doğrular niteliktedir. Türkiye’de sağ işbirlikçi tekelci burjuvazi , ABD modern tekellerinin denetimi altında geliştiği için, bu pantürkçü eğilimler ABD tarafından da desteklenmekte ve ABD’nin bölgesel stratejisinin de temelini oluşturmaktadır. Aynı şey kendi özel durumu içerisinde İran için de geçerlidir. Yıllarca İran’da Alman ve Fransız modern tekelleri, kendilerine bağımlı bir işbirlikçi tekelci burjuvazi yaratarak (İran’da yoğun biçimde serbest bölgeler oluşturulmuştur) Panislamizm biçiminde bir bölgesel yayılmacılık gerçekleştirmek istemektedir. Modern tekelci kapitalizmin tam gelişmemiş biçimi olan bölgesel pazarlar aşamasının, en gelişmiş biçiminden ayrı olarak özel durumları vardır. Ve mutlak suretle hesaba katılması gerekir. Bu aşamanın özel durumlarından birisi de, bölgesel pazarlarda modern tekel ile birlikte (modern tekellere “ortak-girişim” biçiminde bağımlı olan) bir sağ işbirlikçi tekelci burjuvazinin de varolmasıdır. Bu durum modern tekelci kapitalizminin tarihsel sınırlarına tam olarak daha kavuşmamış olmasının sonucudur. Elbette ki, tamamıyla birleşik bir dünya pazarına geçiş ile birlikte bu sınıfta tasfiye olacaktır. Bu durum, modern tekelci kapitalizmin üretici güçlerinin yekpare dünya pazarı aşamasına çıkmasıyla, tarihin merdivenlerinde daha aşağıda kalacak olan bölgesel pazarlar arasındaki tarihsel çelişkinin sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Yoksa modern tekellerin isteğine bağlı bir durum olarak değil. Azami kar yasasının sonucunda, sermayenin dünya genelinde merkezileşmesi, işbirlikçi tekelci burjuvaların modern tekeller tarafından yutulmalarını gerektirir. Kısacası, bölgesel pazarlar aşamasında, işbirlikçi tekelci burjuvaziyi de hesaba katmak gerekir. Ve, bu sınıfın modern tekel ile kaçınılmaz çelişkisini de hesaba katarak bundan proleter devrim için yararlanmak gerekir. Bölgesel pazarlarda temel dinamik aslında modern emperyalist burjuvazidir. Bundan dolayı, burjuvazinin hangi katmanı olursa olsun, siyasal iktidardaki bütün burjuva sınıflar belirli bir modern emperyalist dinamiğin yörüngesinde kalmak zorundadır. Yani yeni üretim ve bölüşüm ilişkilerinde, burjuvazinin hiçbir katmanı, modern tekel karşısında bağımsız hareket etme yeteneğini artık gösterememektedir. Bundan sonra modern sömürgelerdeki burjuvaların (hangisi olursa olsun) tarihsel görevi, toplumu çeşitli modern emperyalist odaklara peşkeş çekmede aracılık yapmaktır. Çünkü sanayiinin modern sömürgelere kayması ve toplumun tamamen kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği altına girerek bölgesel ve dünya pazarlarına bağlanması ve de bütün toplumsal çelişkilerin artı-değerin üretimi ve buna el koymada yoğunlaşması, burjuvazinin bütün katmanlarının bağımsızlık yeteneklerini tamamen ortadan kaldırır. Bu durumda ancak proletarya modern emperyalist sistem karşısında bağımsız bir politika izleyebilir. Kısacası bölgesel pazarların oluşmasıyla birlikte, hiçbir burjuva katman (küçük-burjuva, liberal burjuvazi, işbirlikçi tekelci burjuvazi fark etmez) modern tekelle kopuşamaz. Ve, böylece, de toplumun modern sömürge statüsünü değiştiremez. Olsa olsa sadece “kölenin efendisini” değiştirir. Bölgesel pazarlar, kaçınılmaz olarak, bölgesel bloklaşmaları meydana getirirler. Çeşitli modern emperyalist dinamiklere bağlı bölgesel pazarlar, bölgesel siyasi ve askeri bloklaşmaların da temelini oluşturmaktadırlar. Bölgesel siyasi ve askeri bloklaşmaların temel amacı bölgesel pazarların korunması ve paylaşılmasıdır. Bundan dolayı özü itibariyle saldırgan bir niteliğe sahiptir. Teorik olarak, modern emperyalistler arasındaki modern sömürgeler için mücadele bölgesel pazarlarda kızışırken sorunun çözümü bölgesel (lokal) çatışmalar ve iç savaşlar biçimine bürünmek zorundadır. Devrimci komünizm, modern emperyalistler arası çatışmanın bir biçimi olan bölgesel savaşlara ve iç savaşlara göre kendini ayarlamalı ve bu tür savaşların karakterini ustaca çözümleyebilmelidir. Onun özündeki emperyalist karakterin, milliyetçi ve dini ve hatta sosyal-şoven biçimlerde örtülmesine kanmamalıdır. Dolaylı bir şekilde emperyalistler arasındaki mücadelenin bir biçimi olan bu tür emperyalist savaşlarda devrimci komünizmin taktiği bellidir: Bu tür bölgesel savaşlardan kendi ülkesinin burjuvazisine ve modern tekelci burjuvaziye karşı iç savaş taktiğine başvurarak, burjuvazinin iktidarını alaşağı etmek için yararlanmak. Bunun dışında hiçbir taktik, hiçbir durumu haklı çıkaramaz. Modern tekelci ekonomi, çok karmaşık bir şekilde geliştiği için, hangi sınıfın çıkarlarının nereden başlayıp nereden bittiği de karmaşıklık arz etmektedir. Örneğin, diyelim ki, pantürkist eksenli Türkiye ile panislamist eksenli İran arasında bölgesel bir savaş çıksın. Bu bölgesel savaşta proletaryanın tutumu "Benim öncelikli görevim ülkemi dış 'islamist-şeriatçı' tehlikeden korumaktır”, deyip kendi ülkesinin burjuvazisine ve bunun bağlı olduğu emperyalist ülkeye karşı mücadeleyi tatil etmek midir? Ya da, ters bir yönde hareket ederek aynı kapıya çıkan Panislamizm ile birleşip Pantürkizm’i mi yıkmaktır? Yoksa hem Pantürkizm hem de Panislamizm karşı aynı derecede savaşıp iç savaş taktiğine başvurarak burjuvazinin iktidarını mı yıkmaktır? Elbette ki, sonuncusudur. Proletarya Pantürkizm’in ABD tekellerine, Panislamizm’inde Alman tekellerine bağlı olduğunu unutamaz. Onun görevi her ikisine karşı aynı derecede savaşmak ve proletaryanın siyasi bağımsızlığını sağlamaktır. Devrimci komünizm bölgesel pazarlar temelinde oluşan ve özünde emperyalist karakterli olan askeri ve politik bloklara karşı şiddetle karşı çıkmalıdır. Bunların dağıtılması programının temel maddelerinden biri olmalıdır” (Devrimci Bülten s.22, s.23, Eylül 2000) “Bölgede Türkiye’nin en fazla rekabet içerisinde olduğu ve arasında sorunların bulunduğu ülkelerden birisi de İran’dır. Türkiye’nin İran ile anlaşmazlıkları genel olarak şu noktalardadır: a-İran’ın Panislamizm temelinde Türkiye’deki islamist hareketlere destek vermesi. b-Orta Asya ülkelerine panislamist bir şekilde yaklaşması ve buralarda Türkiye ile rekabete girmesi. c-Azerbaycan ve Ermenistan meselesinde Türkiye ile dolaylı olarak karşı karşıya gelmesi. d-Kürt sorununda Kürdistan’da ayrı planlarının olması ve Kürt İslam hareketlerini desteklemesi ve İslam biçimi altında Kürdistan İslam Cumhuriyeti’ni kurmak istemesi. e-Genel olarak Irak meselesinde karşı karşıya gelmeleri. f-Türkiye’nin İsrail ile gelişen ilişkileri. Türkiye eğer bölge ülkelerinden birisiyle bir savaşa sürüklenirse bunun İran olma olasılığı çok yüksektir.Çünkü, bölgede her noktada Türkiye ile İran’ın çıkarları taban tabana çatışmaktadır. Türkiye, İran’ın iç işlerine müdahale ettiğini ve Türkiye’de FP(RP) ve Hizbullah gibi islamist hareketleri desteklediğini her fırsatta belirtmektedir. İran’ın Türkiye’de bir “İslam Devrimi” için çalıştığını ve bu temelde T.C.’nin temellerine oynadığını çok iyi bilmektedir. Ayrıca İran, Türkiye’de bir İslam devrimi olmasa dahi, Türkiye’nin muhalif islamist hareketler tarafından sürekli karıştırılması ve zayıflatılması planları da gütmektedir. Yani bir anlamda bir “yıpratma politikası” güderek, iç politikada zayıflamasını sağlayarak, Türkiye’nin dışa olan ilgisini zayıflatmak ve azaltmak istemektedir. İç siyasette sürekli istikrarsız olan bir Türkiye, Orta Asya’da ve Ortadoğu’da İran karşısında daha az aktif bir siyaset izlemek zorunda kalacaktır. Türkiye, elbette, kendi hareket alanını hem dışta hem de içte daraltan İran’ın üzerine çeşitli yollarla gitmek isteyecektir. Türkiye’nin İran ile en önemli çatışma noktalarından birisi de Orta Asya’dır. Üstelik Orta Asya ile fiziksel sınırları en fazla olan ülke de İran’dır. İran ihracata dayalı sanayileşme modeli çerçevesinde Orta Asya’da Panislamizm biçiminde nüfuz alanı aramaktadır. Orta Asya’da en etkin olduğu ülke Tacikistan’dır. Çünkü Tacikler Farsça konuşmaktadır ve bu durum İran’ın burada ideolojik ve kültürel etkisinin daha kolay yayılmasına neden olmaktadır. İran, bölgede, hem Rusya ile mücadele ederken hem de Türkiye’nin Pantürkizm’ine karşı mücadele edecektir. Ama özellikle Pantürkizm karşı daha aktif mücadele edecektir. Çünkü, Pantürkizm’in gelişmesi ve güçlenmesi İran’ın potansiyel parçalanmasını içerisinde barındırmaktadır. İran’da büyük bir Azeri nüfusunun olması ve Güney Azerbaycan’ın İran sınırları içerisinde kalmış olması, Azerbaycan’da pantürkçü akımların gelişip güç kazanmasıyla Azerbaycan ile İran’ı karşı karşıya getirecektir. Türkiye bu noktada tarafsız kalamayacaktır. Yani Türkiye dolaylı olarak Azerbaycan meselesine istemese de dahil olacaktır. İran, Türkiye’deki islami hareketleri ne kadar çok desteklerse ve siyasi mücadeleyi ne kadar çok kızıştırırsa, karşılığında da Türkiye’nin karşı manevrasını bulacak ve Azeri meselesinde de o kadar çok başı ağrıyacaktır. Ayrıca Türkiye ile İran yine dolaylı bir şekilde Ermeni meselesinde karşı karşıya gelecekler. Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki sürtüşme ve çatışmalarda İran, Ermenistan’ı daha çok destekleyecektir. Çünkü, Azerbaycan kendisine potansiyel tehlike olarak görünmektedir ve Azerbaycan’ın toprak talepleri yönündeki eğilimlerini sürekli bastırmak ve kısıtlamak için çalışmak İran’ın çıkarlarına uygundur.Yine, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sürtüşmelerde (Ermeni katliamı, tazminat ve toprak talebi) de çıkarları gereği Ermenistan’dan yana tavır alacaktır. Böylece, bölgedeki sorunlardan dolayı, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki her yakınlaşma ya da stratejik işbirliği, İran ile Ermenistan’ın beraber hareketine ya da stratejik ittifakına neden olabilir. İran oldukça heterojen bir yapıya sahiptir. İran’da Türki Kaşgar ve Türkmen azınlıkları da bulunmaktadır. Türkiye bu azınlıkları harekete geçirerek ve siyasi mücadele içerisine dahil ederek İran’ın iç siyasetini parçalamak isteyecektir. Türkiye, İran’ın bu noktasına direk kendisine bağlı bir şekilde değil de Azeriler üzerinden müdahale edebilir. Yani, İran’daki bütün Türkmen unsurlarını birleşik bir şekilde örgütlemek isteyerek, Azeri meselesi çerçevesinde ele alabilir. Bu noktada da İran ile Türkiye arasına bir düğüm atılmıştır. Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirecek bir diğer sorun Kürt sorunudur. İran, Irak’ı zayıflatmak için IKDP’yi Baas rejimine karşı sürekli desteklemiştir. İran, Güney Kürdistan’ın sürekli istikrarsızlaşmasını isteyen bir politika güderken, Türkiye tam tersine, buranın istikrar kazanması ve Irak’ın “toprak bütünlüğü”nün sürekli korunması politikası gütmektedir. Bu durum, kaçınılmaz olarak, İran ile Türkiye’nin ayrı çıkar ve planlarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, İran, hem Güney hem de Kuzey Kürdistan’da bir Kürdistan İslam Cumhuriyeti’nin kurulması stratejisi de izlemektedir. Kürdistan’daki islami hareketlere bu yöndeki desteği de söz konusudur ki, bu Türkiye için kesinlikle kabul edilemezdir. Yine, Türkiye ile İran’ı karşı karşıya genel olarak Irak meselesi getirmektedir. Irak rejiminin çökmesiyle, Irak’ın birkaç parçaya bölünmesiyle Türkiye’nin Musul ve Kerkük için harekete geçmesi ihtimali yüksektir. Körfez Savaşı’nda Türkiye’nin en büyük hedeflerinden birisi de buydu. Hatta, Türkiye, ABD ve İran’a, Irak rejiminin çökmesi halinde Musul ve Kerkük’e gireceğini bir nota ile bildirmiştir. Türkiye buralara iki nedenden dolayı girmek istemektedir: a-Kürt ulusunun bağımsızlık mücadelesinin direncini kırmak. b-Buralardaki petrol kaynaklarının İran’ın kontrolüne geçmesini önlemek. Ve, Türkiye ile İran arasındaki anlaşmazlık noktalarından birisi de Türkiye ile İsrail arasında gelişen ilişkidir. İran, gelişen bu ilişkilerden rahatsızdır ve bu ilişkinin kendisinin bölgedeki nüfuzunu olumsuz yönde etkileyeceğini iyi bilmektedir. Sonuç olarak Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin gerilmesi ve hatta bir lokal savaşa bürünmesi olasılığı vardır”. (Devrimci Bülten s.24 , s.40-42 , Şubat 2001) “Örneğin, Türkiye, Irak’ın merkezi yapısının zayıflamasına karşıdır ve bu merkezi yapının zayıflaması ise Güney Kürdistan’ın federal ya da biçimsel siyasi bağımsızlığa gitmesine neden olabilir ki, bu T.C.’nin hiçbir şekilde kabul etmeyeceği bir durumdur. Yine Güney Kürdistan sorunu,Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirebilecek bir yapıya sahiptir. Türkiye ile İran arasındaki bir savaş çok planı değişikliğe uğratacaktır.” (Devrimci Bülten s.30 , s.4 , Ekim 2002) Bu noktada akla şu soru gelmektedir: PDK ve Devrimci Bülten neden yıllar önce Ortadoğu’da ama özellikle de Türkiye ve İran’ın karşı kamplarda olacağı bir bölgesel savaşın kaçınılmaz olduğunu ileri sürdü? Üstelik de bu dönem İran’da Cumhurbaşkanı Hatemi’nin İran’a ve dünyaya reform vaadinde bulunduğu ve yüzde yetmiş gibi bir oy oranıyla Cumhurbaşkanlığına seçildiği bir dönemdi. Aslında PDK ve Devrimci Bülten, Türkiye’nin ekonomik ve politik evrimine nasıl yaklaşıyordularsa, İran ve İsrail’in ekonomik ve politik evrimine de aynı ilkeler temelinde yaklaşıyordu. Bu yaklaşımın altında PDK’nın kendine özgü uluslararası emperyalizm teorisi yatıyordu. Bu teoriye göre, uluslararası emperyalizmin özü uluslararası tekeldir. Bu tekel klasik tekelin bir devamıdır ve onun temel özelliklerinin değişik bir biçim altında gelişmesi ve uzamasıdır. Uluslararası tekel kendi tarihsel gelişimi içerisinde üç temel biçimde gelişir. Başka bir deyişle kendi tarihsel gelişimi içerisinde üç değişik katmanın yani küçük, orta ve büyük ( bu durum sermaye niceliğinin ve bileşeninin farklı olmasından dolayı farklı gelişme derecelerine tekabül eden farklı üretim ölçeklerinin varlığından kaynaklanır) katmanlarının gelişiminden oluşur. Küçükten büyüğe doğru bu katmanların gelişimi birbirlerini koşullandırırlar. Ama, bu biçimlerin gelişimi, aynı zamanda, uluslararası kapitalizmin üretici güçlerinin dünya çapında büyümesinin de göstergesini oluştururlar. Uluslararası tekel , klasik tekelin içerisinden doğup gelişirken bunu eşitsiz bir şekilde gerçekleştirir. Uluslararası tekelin oluşması ve gelişmesi sürecinde, bağımlı bir kapitalistleşme süreci yaşayan toplumlarda, bir işbirlikçi tekelci sanayi burjuvazisi (İTSB) de gelişir. Bu sonuncusu olmaksızın uluslararası emperyalistler bu bağımlı toplumları yönetemez zaten. İTSB’nin gelişimi uluslararası tekelin gelişmesine sıkıca bağlı olup, bu sonuncusunun bağımlı kapitalist ülkelerde yansımasıdır. Aynı şekilde, işbirlikçi tekelci sermaye de kendi tarihsel gelişimi içerisinde üç temel katman (küçük, orta ve büyük) oluşturarak gelişir. İşbirlikçi tekelci sermaye (İTS) gelişirken giderek uluslararası tekelci sermayeye daha bağımlı hale gelir. İTS’nin en büyük katmanı, ihracata dönük bir sanayileşme modeline göre yapılanmıştır/ yapılanmaktadır ve özellikle bölgesel pazarlarda yoğun bir ekonomik faaliyet göstermektedir. Ama belirli bir noktadan sonra bölgesel pazarlar için ekonomik ve politik nüfuz mücadelesi de kızışmaya başlamaktadır. Çünkü, bölgesel pazarlar, bu pazarlar için üretim yapan bir çok kapitalist gruba da yetmez duruma gelir. Kısacası, uluslararası tekellerin ve İTS’nin üretim kapasiteleri ile pazarlar arasındaki açı giderek büyür, ikincisi birincisinin gerisinde kalır. Bu noktadan itibaren savaş artık kaçınılmaz hale gelir. İşte, PDK, geçmişte, bu teorik ilkelerden hareket ederek, bölgesel pazarların tekrar paylaşılması temelinde çeşitli bölgesel savaşların kaçınılmaz olduğu sonucuna ulaşmıştı. Böylece çeşitli bölgesel savaşlar aracılığıyla bir tür dünya savaşı konsepti ortaya çıkmaktadır. Geçmişteki analizlerimizde eksik ve hatalı olan nokta, uluslararası emperyalizmin kendi içerisinde temel bölünme (kamplaşma) biçiminin yanlışlığıydı. Bundan dolayı da İran’ın uluslararası emperyalist sistem içerisinde politik konumlandırılmasında bir yanlışlık vardı. Eskide ABD-AB arasında bir bloklaşma tarafımızdan öngörülüyordu. Ancak, bunun yanlış olduğu, temel bloklaşmanın ABD’nin başında olduğu bir kamp ile Rusya’nın başında olduğu bir kamp arasında oluşmaya başladığı ve İran’ın da bu ikinci grup içerisinde giderek yer almaya başladığı görülmüştür. Böylece iki kamp arasında ekonomik, politik ve askeri gerilim arttıkça, Türkiye ve İran karşıt kutupların ağırlık merkezlerine doğru daha çok bağlanmaya başlamakta ve böylece de bir savaş içerisine çekilme olasılığı da artmaktadır. İran’ın nükleer bir teknoloji elde ederek (özellikle Rusya ve Çin’in yardımıyla) bunu nükleer bir silah elde etme amacıyla birleştirmesi, yani, nükleer teknoloji edinme girişimini yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmayarak askeri alana da genişletmesi, ABD ve İsrail’i giderek bir “önleyici müdahale”ye doğru itmektedir. Ancak, bu noktada Türkiye’nin stratejik önemi ortaya çıkmaktadır. ABD ve İsrail’in, İran ile kara bağlantısı olan ve bölgede ekonomik , politik ve askeri olarak onu dengeleyecek, hatta ondan daha güçlü olacak sadık bir müttefike ihtiyacı vardır. Türkiye’nin dışında hiçbir ülke bunu yapamaz. Ancak, mevcut politik yapısı ile, yani AB’ye angaje olmuş ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştiren bir Türkiye, şu an ABD ve İsrail’in istediği motivasyon ve “kıvam”dan uzaktır. Bu nokta AKP hükümetini ve böylece de Türkiye’nin iç politikasını yakından ilgilendirmektedir. Kısacası, Türkiye giderek bir ikileme doğru itilmektedir. AB’ye üye olma politikasına angaje olduğu sürece, ABD’nin bölgesel stratejisine motivasyon gösterememektedir. ABD ve İsrail’e doğru yaklaştıkça da AB’den uzaklaşmaktadır. Ama, dış politikadaki bu “vektörler”e iç politikada farklı politik eğilimler tekabül etmektedir. ABD ve İsrail’in İran politikasının giderek ağırlık kazanması, kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’nin iç politik yapısında bir gerilime ve hatta işbirlikçi tekelci burjuvazi içerisinde iktidar mücadelesinin kızışmasına yol açacaktır. İran’ın nükleer silah elde etmesi ya da bu yöndeki eğilimi, Türk burjuvazisinin de işine gelmemektedir ve İran’a karşı tutum sorunu burjuvazinin kendi arasında önemli bir sorun haline gelmektedir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi içerisinde, ABD ve İsrail’in İran politikasıyla az çok uyumlu bir politikayı, ideolojik ve politik nedenlerden dolayı aşırı Türk milliyetçileri oynayabilir. Pantürkizm emelleri ile yanıp tutuşan Türk milliyetçileri, İran’ı Orta Asya ve Kafkasya’da Pantürkizm’in önünde önemli bir engel olarak görmektedirler. Bunun bir çok nedeni vardır: Güney Azerbaycan’ın İran devletinin sınırları içerisinde olması; İran’ın Azerbaycan sorununda Ermenistan’ı desteklemesi; Rusya ve Çin ile stratejik bir işbirliğine girmesi; Orta Asya’da Panislamizm biçiminde nüfuz peşinde koşması; Kuzey Kürdistan’ı politik islam biçiminde TC’den koparıp kendi nüfuz alanına dahil etmek istemesi; Irak’ta Şiiler aracılığıyla nüfuz sahibi olması; ama her şeyden önemlisi saldırgan bir politik eğilim gütmesi, Türk milliyetçilerini ABD açısından cazip kılmaktadır. ABD ile Türk milliyetçileri arasında bir yakınlaşma, iç politikada önemli kırılmalara yol açabilir. İran sorununun dış politikada önemli bir yere yerleşmesi durumunda Türk milliyetçilerinin bir politik yükselişi ve iktidara tamamen egemen olmaları beklenmelidir. Böyle bir durum hiç kuşkusuz ordunun içerisinde aynı doğrultuda bir ideolojik ve politik kristalleşme ile el ele gidecektir. Yani ordunun komuta kademelerinin Türk milliyetçiliğinin politik vizyonunu kabul etmesiyle ancak böyle bir değişim gerçekleşebilir, ki ordu bu yönde bir ideolojik ve politik kristalleşmeye uygun bir yapıya sahiptir. Ama, Pantürkizm’in, ABD karşısında uysalca her şeyi kabul edeceğini sanmak da safça bir anlayış olur. Onlar kendi açısından “müttefiklik” ilişkisi çerçevesinde ABD ve İsrail’e yaklaşacaklardır ve bu sonunculardan azami derecede taviz koparmaya çalışacaklardır. İran karşısında “aktif” bir rol karşılığında önemli tavizler isteyebilirler: Güney Kürdistan’da bağımsız bir Kürt devletinin oluşmaması ve buranın Irak’a tamamen bağlanması; Türkiye’nin Musul ve Kerkük’e buraları sözde “kontrol” amacıyla inmesi ve özerk Kürdistan yönetiminden ayrı tutulması; PKK’nin üzerine tamamen askeri olarak gidilmesi. İçeride reformların tamamen ortadan kaldırılması ve tam faşist-totaliter bir politik yapının kurulmasına ve de sınıfsal ve ulusal hareketin ezilmesine tamamen göz yumulmasının istenmesi; Orta Asya ve Kafkasya’da Pantürkçü eğilimin güçlenmesine destek verilmesi; KKTC’nin Rumlar ve AB karşısında savunulmasında destek verilmesi vs. Hiç kuşkusuz ABD karşısına Türk milliyetçileri bir politik program ile çıkacaklardır. Bu noktada ABD’nin İTB içerisinde Türk milliyetçilerinden başka fazla bir seçeneğinin olmadığı görülmektedir. AKP hükümeti döneminde, Türkiye’nin İran’a yapılacak bir hava operasyonunda sadece üslerini kullandırtması dahi, Türkiye ile İran arasında çok önemli bir düşmanlığın tohumlarını atacak ve bu düşmanlığı körükleyecektir. Ortadoğu’da Afganistan’da, Irak’ta, Kürdistan’da, Lübnan’da, Filistin’de, değişik derecelerde bir savaş zaten yaşanmaktadır. İran, Türkiye, Suriye ve İsrail’in de bu savaşa çekilmesi ile savaş tam bir bölgesel savaş biçimine kavuşacaktır. Ama, bu bölgesel savaşın, uluslararası emperyalist sistem içerisindeki yarılma ve bölünme üzerindeki etkisi de muazzam olacaktır. Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirecek bir savaş emperyalist bir savaş olacaktır. Çünkü, uluslararası emperyalist güçlerin ve onların işbirlikçilerinin bir savaşı olacaktır. Bu tür bir savaş karşısında, küçük-burjuvazi de dahil hiçbir sınıf emperyalistler karşısında bağımsız kalabilecek bir politika üretemeyecekler ve açıkça şoven bir konuma sürükleneceklerdir. Bu emperyalist savaş karşısında komünist hareketin taktiği bellidir. Önce bir komünist partisi inşa etmek, daha sonra da bu emperyalist savaşı iç savaşa çevirerek devrim aracılığıyla burjuvaziyi iktidardan alaşağı ederek Ortadoğu’da bir Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmasına çalışmak ve bu sonuncusunu da dünya sosyalist devriminin kaldıracı haline getirmeye çalışmaktır. DEVRİMCİ BÜLTEN Devrimci Bülten Sayı 41 Devamı...
(1) Aslında, bu sayının başyazısını AB ile Türkiye ilişkileri konusunda Ekim 2005’te kabul edilen Müzakere Çerçeve Belgesi’ne ve bu çerçevenin kısa ve orta dönemde Türkiye’nin iç politikasındaki etkilerine ayırmıştık. Ancak, İran’ın son bir kaç ayda dünya politikasında neredeyse baş köşeye oturması sonucunda bu makaleyi ertelemeyi uygun gördük.
|
 |
|
|
|