 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 37 (3) |
 |
 |
YABANCILAŞMA (A.EKİM BAHADIR) Yabancılaşma,çağımızın en çok tartışılan ve tartışılması gereken; muhtemelen gelecekte de çokça tartışılacak olan bir olgusudur. Yabancılaşma, bir gerçek ve bir sonuçtur aynı zamanda. Özellikle bilimsel anlamda 1800'lerin ortasından itibaren sosyolojinin, politik-ekonominin ve politik-psikolojinin en önemli ilgi alanlarından biri olmuştur. Yabancılaşma başlı başına tarihsel gerçeklik içinde, ekonomik ve siyasal temelleriyle birlikte ele alınmalıdır. Tarihsel temellerinden, ekonomik ve siyasi öğelerden soyutlanmış bir yabancılaşma olgusu tespitinin doğru olması ve bilimsel sonuçlar üretmesi olanaksızdır. Yabancılaşmanın Kaynağı Bizce yabancılaşma olgusunun temeli, insanın insan olarak öznelikten çıkıp nesneleşmesidir.İnsanın insan olarak özne olmaktan çıkıp nesneleşmesi, tarihsel olarak, ilkel komünal toplumdan sınıflı toplumların ilk evresi olan köleci topluma geçişle birlikte başlamıştır. Yabancılaşmanın temeli, özel mülkiyetle birlikte gönüllü ve özgür iş(çalışma)ten zorunlu iş ve çalışmaya geçişiyle ortaya çıkmıştır. Çalışmanın ve emeğin, gönüllü olmaktan ve insanı tatmin etmekten çıkıp, yaşamak ve geçinmek için zorunlu olmasıyla, insanın emeğine, ürettiğine, kendine ve topluma yabancılaşması süreci başlamıştır. Özel mülkiyet ile yabancılaşma birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırmakta, birbirlerinin hem nedeni, hem de sonucu olmaktadırlar. Peki, özel mülkiyet ile yabancılaşma arasındaki bu ilişkinin temeli nedir? Bu insanın kullanım değeri (insanın kendisi veya ailesi için ürettiği şey) yerine,değişim değeri (pazarda alınıp satılabilen meta) üretmesidir. Böylece, işgücü ve giderek de insan metalaşmakta ve üretim sürecinin pasif bir parçası olmaya zorlanmaktadır. Doğal olarak bu sürece katılan insanın gönüllü ve özgür, isteyerek çalışmasını beklemek olanaksızdır. Zira insan ürettiği metaya alabildiğine uzak kalmaktadır. Üretim süreci içinde işbölümünün de artmasıyla bu süreç hızlanmakta ve sonuçları daha belirgin hala gelmektedir. Nitekim, temel gereksinimleri karşılamak ve yaşamak için çalışma ile (yani zorunlu çalışma) insanın tüm yaratıcılığını ortaya koyduğu ve çalışmanın bir zevk haline geldiği bir çalışma arasında;yabancılaşma olgusu durmaktadır. Yabancılaşma olgusunun temeli her ne kadar ekonomik ise de, bu üst yapısal kurumların önemsiz olduğu ve yabancılaşmayı etkilemediği anlamına gelmez. Aksine, bu iki temel olgu, siyasal üstyapı ve ekonomik altyapı birbirleriyle bağlantılı olarak birbirlerinin yaptıklarını pekiştirirler. Ekonomik temeli pekiştirme görevini, üretimin örgütlenmesinden insanların yönlendirilmesi için kullanılan tüm araçlara kadar siyasal üst yapı üstlenir.Örneğin, baskı, terör, sindirme ve açlığın bir tehdit olarak kullanılması. İşsizlik, kültürel ve sosyal yozlaşmayı besleyen etkenlerin devreye konulması, moda, dinsel temalar vs. Feodal dönemin engizisyon mahkemeleri bu tür bir işlevi yerine getiren çok somut bir örnektir. Yabancılaşmanın Değişik Tanımları Yabancılaşma, Latince "alienatio-abolienatio" sözcüklerinden kaynak almıştır. Latince de bu kavramın toplumsal yaşamın en az üç değişik alanında ve çok çeşitli anlamlarda kullanıldığı bilinmektedir: a) Hukuk alanında, translaiovenditio karşılığı olarak devretme,elden çıkarma, zilliyet-mülkiyet hakkını başkasına verme vb. anlamında. b) Toplumbilim alanında disiunctia-aversatio karşılığı olarak ayrılmak, diğer insanlardan-yurdundan-tanrılardan ayrı düşmek, kopmak anlamında. c) Tıp-psikoloji alanında demontia-insania karşılığı olarak çılgınlık,tinsel şaşkınlık vb. gibi bir tür bunama ya da psişik bozukluklar demeti, ruh hastalığı karşılığı olarak kullanılmıştır. Bu tanımlar elbette kendi başına bu olguyu açıklamaya yetmiyor. Çünkü, çok çeşitli yönleriyle bu olgu hala hem ciddi bir problem olmaya devam ediyor, hem de toplumbilimi ve değişik bilim dallarında kavramın tam tanımı üzerinde bir görüş birliği yoktur.Buna rağmen John Lewis'in söylediklerine katılmamak olanaksız gibi: "Yabancılaşma-terimi çoğunlukla o denli bulanık ve kaypak bir anlamda kullanılıyor ki, kimi çevreler de, herkesin dilinden düşmeyen basit bir sözcük oldu çıktı neredeyse. Bu bir talihsizliktir; çünkü, sözcük çok anlamlı bir insani yaşantıya gönderme yapmaktadır. Bu yaşantı bir hüzün, bir zihin perişanlığı, bir şaşkınlık ve bir yoğun yalnızlık duygusu... derin bir tedirginlik, yaklaşan bir felaketin sezgisi, bir tinsel bitkinlik duygusu, yaşama, güvene ve inanca bir yeniden dönme özlemidir -üstelik kaçınılmaz bir olgudur da- terim sonra gelse de, yanlış kullanılmış olsa da gösterdiği şey yine olduğu gibi." Ancak bugünkü güncel durum Lewis'in tanımlamasının ötesinde ve biraz daha karmaşıklaşmış ve değişmiştir. Yabancılaşma, en çok toplumsal kriz dönemlerinde, devrimci bunalım ve atılım dönemlerinde tartışma konusu olmuştur. 1789 Fransız Devrimi ile 1848 Sanayi Devrimi arasında en çok tartışılan olgulardan biridir yabancılaşma. Bugün bilinen insanlık tarihinde büyük alt-üst oluşların yaşandığı bir dönemde, insanların psişik bunalımlar içinde olması beklenirken, durumlarından rahatsız olan insanların sayısı bu kriz dönemlerinden hiç de fazla değildir.En azından bu rahatsızlıklar örgütlenmelere, toplumsal olarak değişime olan isteğe yansımamaktadır. Diğer yandan, kayıtsızlık, ilgisizlik ve sevinerek yaşamak vs. gibi "moral anestezi" durumu hakim gibi. Ülkemizden örneklemek gerekirse. Toplumsal olarak yaşanan tüm ağır ve yaşamsal sorunlara rağmen insanlarda ciddi rahatsızlıkların olmamasının ve değişim isteğinin örgütlenmelere yansımamasının yanı sıra, toplumsal bıkkınlığın kayıtsızlık-ilgisizlik şeklinde bir dışavurumu çok somuttur. Zamlara karşılık insanların tepkisi, karşı çıkmak değil ne olursa olsun stoklamaya çalışmak olmaktadır. Ya da, toplumda işsizlik kronik bir hal almışken, buna karşı bir mücadele hareketi yerine tam bir kayıtsızlık yaşanmaktadır.Ya da, bir işçinin işten atılmamak için çıkarlarının savunucusu olan sendikaya üye olmaması gibi. Bu yönüyle toplumsal temel olan ekonomik yaşam için, yabancılaşmanın en doğru tanımı Karl Marks tarafından yapılmıştır. "Öyleyse özel mülkiyet, çözümleme gereği yabancılaşmış emek, yani yabancılaşmış insan, yabancı kılınmış emek, yabancı kılınmış yaşam, yabancı kılınmış insan kavramından doğar." Diğer yandan Karl Marks "yabancılaşmış insan" olgusunu en gelişmiş biçimiyle Kapital 1'de "Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı" adlı bölümde tartışmıştır. Marks, "bu nedenle, benzer bir örnek vermek için, din aleminin sislerle kaplı katlarını dolaşmamız gerekir" diye yazmış ve şöyle sürdürmüştür sözlerini: Bu alemde insan beyninin ürünleri bağımsız canlı varlıklar gibi görünür ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler.İşte metalar aleminde de, insan elinin yarattığı ürünler için durum aynıdır. Çalışma ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız şeye ben, fetişizm diyorum. Tahlilimizin de gösterdiği gibi, metalardaki bu fetişizmin kökeni, bunları üreten işin özel toplumsal niteliğindedir." Tüm yukarıda ortaya koyduklarımızın sonucunda şu yargıya ulaşmak olanaklı hale gelmektedir: Yabancılaşma, insan çalışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak her çalışmayı,yabancılaşmış çalışma olarak değerlendirmek mümkün olmamaktadır.Çalışma sürecinde,genel olarak çalışma: - Bedensel ve entelektüel işbölümünün artması;
- Çalışma ürünlerinin giderek pazarda meta fetişizmine dönüşmesi; ve
- Özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla yabancılaşmış çalışmaya dönüşmektedir.
Özel mülkiyet, bizzat yabancılaşmış bir çalışmanın ürünüdür. Yine, özel mülkiyetin kendisi sürekli olarak yabancılaşmış çalışma üretir.Bununla bağlantılı olarak yabancılaşmayı; - Çalışma süreci içinde yabancılaşma;
- Üretim süreci içinde yabancılaşma;
- İnsanın kendine ve insani değerlere yabancılaşması;
- İnsanın diğer insanlara yabancılaşması olarak sınıflandırmak gerekir. Akılda tutmak gerekir ki, bunlar birbirlerinden kopuk değildirler; aksine bağlantılıdırlar ve bir sürecin çeşitli aşamalarıdırlar.
Önce insan kendi işgücüne, sonra ürettiği ürüne ve en sonunda da kendine ve diğer toplum bireylerine yabancılaşır. Başında da belirttiğimiz gibi, sınıflı toplumların kaçınılmaz kaderidir yabancılaşma. Kapitalist sanayi toplumunda ise bunu daha yoğunlaşmış ve karmaşıklaşmış bir halde karşımızda buluruz. Bir anlamda, insanın şeyleşmesini, nesneleşmiş ve yabancılaşmış insanın öyküsünü en iyi ve en çarpıcı anlatan toplumsal sistemdir kapitalizm. Özel mülkiyet temeliyle başlayan yabancılaşmaya koşut olarak üstyapısal kurumlar, bu temeli sağlamlaştıran adımlar atmakta gecikmez. Yönetici sınıf, yabancılaşmış insana ihtiyaç duyduğu için kültürüyle, yaşam biçimiyle, günlük-orta veya uzun vadeli politikalarıyla, baskı aygıtı olan devlet örgütlenmesiyle vs. yerini sağlamlaştırmak zorundadır. En nihayetinde yabancılaşmış insanı, istediği gibi koşullanmaya ve sürülmeye hazır bir hale getirmiş olur. Barışçıl tarzlarla sonuç alamazsa, zoru devreye sokarak korku, sindirme ve baskı ile yabancılaşmayı derinleştirmek zorundadır. Yabancılaşmanın Toplumsal Sonuçları En başta verili koşullara uyum (konformizm) ve geri çekilme gibi bir sonuç ortaya çıkarmaktadır.Yapılan araştırmaların bir çoğunda yabancılaşmış insanda en çok görülen davranış biçimi konformizm olmuştur. Hele ağır baskı koşullarından sonra bu çok daha geçerlidir. Kendini sisteme karşı güçsüz hisseden insan, geri çekilmekte ve istenilen koşullara çok çabuk uyum sağlayabilmektedir. Geri çekilme, hem sosyolojik, hem de psikolojik açıdan güçlü olana karşı en iyi savunma mekanizmasıdır. Tüm verili toplumsal normlara uyum sağlayamayan insan, onların karşısında kendi normlarını savunamayınca geri çekilmeyi tercih edecektir. Örneğin, ülkemizde insanların normal yaşamını sürdürebilecek kadar yeterli bir ücret alamadığını hepimiz biliyoruz. Hatta ezici çoğunluk açlık sınırının altında bulunmaktadır. Buna rağmen bu insanlar nasıl yaşıyor? nasıl açlıktan ölmüyor? diye ortaya bir soru attığımızda şöyle bir sonuçla karşılaşacağız: İnsanlar memur denilen emekçilerdense, ek işler yapıyorlar, rüşvet alıyorlar, hırsızlık yapıyorlar ve yine yaşıyorlar. Ya da hakları için onurluca mücadele yerine, amirine yalakalık yapma ve yaranma yolu seçiliyor. Yani bir yolla sisteme uyum sağlanıyor. Diğer yandan, geri çekilmeye en iyi örneği, metropollerdeki gecekondu yaşantısı ve kültürü içinde bulabilmek mümkündür. Ne kent kültürüne uyum sağlanabiliyor; ne de ona karşı sistemli bir karşı koyuş yaşanıyor, bir yolla da olsa köylü-kentli karışık bir harman yakalanıyor. İkinci olarak, yabancılaşma, insanda güçsüzlük sonucunu doğurmaktadır ki, bu en temel sonuçlardan biridir. Birey, büyük toplumsal kurumlar karşısında kendini çok yönlü güçsüz hisseder. Güçsüzlük, kurumlar karşısında olduğu gibi modern toplum karşısında da bir güçsüzlüktür aynı zamanda. Kendi ayakları üzerinde duramayan, bir yerlere, bir şeylere, başkalarına yaslanmadan bir şey yapamayan bir kişilik çıkar ortaya. Güçsüzlük, sonuçta, toplumsal normlar doğru olmasalar dahi, insanda onlara uyma, boyun eğme sonucunu doğuracaktır. Üçüncü olarak, yabancılaşma insanda topluma, diğer insanlara ve nihayetinde kendine karşı güvensizlik doğuracaktır. Bu da elbette ki toplumla yaşamayı sınırlayacak, toplumdan izolasyonu koşullandıracaktır.Yapılan araştırmalara göre, modern kapitalist toplumlarda yalnız yaşama eğilimi ciddi oranlarda saptanmıştır. Dördüncüsü, kötümserliktir. Geleceğe güvenle bakabilme yoktur. Düş kurma alabildiğine azalmıştır. Hayatın her alanına ait kötümserlik yaşamın ana hatlarını belirler. Sosyolojik olarak, toplumsal karamsarlık ve geleceksizliktir bu.. Beşincisi, insanın kendisiyle aynı konumdaki insanlara karşı duyduğu korkudur. Yabancılaşma o boyutta bir korku yaratır ki, insanlar konuşmaktan, beraber olmaktan vs. dahi korkar hale gelirler. Günlük yaşantıda bunun örneklerini çokça ve sıkça görebilmek mümkündür. Altıncısı, tam bir normsuzluk, kişiliksizlik sonucu doğurur.Öylesine elastik bir tarz kişilik (daha doğrusu kişiliksizlik) oluşur ki, her ortama uyum sağlama biricik gerçek doğru şey olur. Yedincisi, yaşamın anlamsızlaşması ve bireyin kendi kendine yabancılaşmasıdır. Birey açısından yaşam anlamsızlaştığı oranda hayvani ihtiyaçların giderilmesi (yemek, uyumak, içmek, seks, vs.) yaşamın başlıca amacı haline gelir ki, insani olan her şeyden uzaklaşılır. Yukarıda ifade edilen tüm sonuçlar, birbirini tamamlayan, birlikte varolan sonuçlardır. Hiçbiri diğerinden bağımsız değildir. Yabancılaşmanın sosyolojik sonuçları şöyle özetlenebilir: - Toplumsal kurumlara ve topluma karşı gelen bir korku, güvensizlik ve onlar karşısında güçsüzlük.
- Geleceğe karşı kötümserlik, değişime karşı inanç ve güvenin yitirilmesi.
- Toplum geneline uygulanırsa, tüm bunların sonucunda toplumsal örgütlenmelerde (kitle örgütleri,dernekler,sendikalar vs.) zayıflık.
- Kişi, kültür, otoriter ve totaliter rejimlere kolayca uyum ve bu tür toplumsal kültürlere yatkınlık.
- Bastırılmış duygu ve düşünceler, otoriter eğilimler sonucu saldırganlık (örneğin, toplumsal linç olayları).
- Toplumsal kültürsüzlük, kişiliksizlik, toplumsal çürüme.
- Yaşamın her alanında kokuşma, yaşamın anlamsızlaşması sonucunda yaşama son verme (intihar olgusu) eğiliminin ciddi düzeylerde artması.
- İnsanın yarattığı, ürettiği şeye karşı duyduğu ilgisizlik, kayıtsızlık, denetimsizlik ile birlikte robotlaşma.
- İnsanı insan yapan değerlerden uzaklaşma, insan olarak yok oluşa doğru gitme.
Sonuç Yabancılaşma, toplumsal, politik, sosyal, sosyolojik, psikolojik, ekonomik bir olgudur. Bu kadar çok düzeyli ve büyük bir sorunun temeli, ekonomik olduğu kadarıyla sınıflı toplumların özel mülkiyet tarzında örgütlenmesidir. Ama öyle sonuçları var ki, tüm toplum ve toplumbilim dallarının hemen hemen hepsini ilgilendirmektedir. Ama yabancılaşma, aynı zamanda "....yaşama, güvene, inanca bir yeniden dönme özlemidir." Nihayetinde, özel mülkiyet ve onun sonuçlarının ortadan kaldırılması ile yabancılaşma olgusu da ortadan kaldırılmış olacaktır. Zira yabancılaşma, yukarda da gördüğümüz gibi, temelini özel mülkiyetten almaktadır. Yabancılaşmayı ortadan kaldırmak her yönüyle tam bir özgürlüğü gerektirir. Keza, yabancılaşmanın kaynağı zorunluluk, zorunluluğun karşıtı ise ÖZGÜRLÜKTÜR. KOMÜNİST ENTERNASYONAL II.KONGRESİ'NDE KOMÜNİST PARTİSİNİN ROLÜ ÜZERİNE KONUŞMA 23 Temmuz 1920 (V.İ.LENİN) Yoldaşlar! Tanner ve Maclaine yoldaşların konuşmaları üzerine bazı açıklamalaz yapmak istiyorum. Tanner yoldaş, proletarya diktatörlüğünden yana dolduğunu, fakat proletarya diktatörlüğünü tam bizim düşündüğümüz gibi düşünmediğini açıklıyor. Biz proletarya diktatörlüğünden aslında proletaryanın örgütlü ve sınıf bilinçli azınlığının diktatörlüğünü anlıyormuşuz. Gerçekten de işçi kitlelerinin sürekli sömürüldüğü ve yeteneklerini geliştirecek durumda olmadıkları kapitalizm çağında, işçilerin siyasi partileri için en karakteristik şey tam da sınıflarının ancak azınlığnı kapsayabilmeleridir. Siyasi parti ancak sınıfın azınlığını kapsayabilir, tıpkı her kapitalist toplumda gerçekten sınıf bilincine sahip işçilerin bütün işçilerin azınlığını oluşturmaları gibi. O nedenle, sadece bu sınıf bilinçli azınlığın geniş işçi kitlelerini yönetip yönlendirebileceğini kabul etmeliyiz. Ve Tanner yoldaş, kendisinin partinin düşmanı olduğunu, fakat aynı zamanda en iyi örgütlenmiş ve en devrimci proleterlerden oluşan bir azınlığın bütün proletaryaya yol göstermesinden yana olduğunu söylediğinde, aramızda gerçekte görüş ayrılığının olmadığını söylerim. Örgütlü azınlık nedir? Bu azınlık gerçekten sınıf bilinçliyse, kitlelere önderlik etmeyi biliyorsa, her güncel soruna yanıt verebilecek durumdaysa, o zaman o aslında bir partidir. Bir kitle hareketinin —ki Britanya Sosyalist Partisi temsilcileri için aynı şeyi söylemek zor— temsilcisi oldukları için özellikle güvendiğimiz Tanner gibi yoldaşlar, diktatörlük için örgütlü biçimde mücadele eden ve işçi kitlelerini bu yönde eğiten bir azınlığın var olmasmdan yana iseler, böyle bir azınlık aslında partiden başka bir şey değildir. Tanner yoldaş, bu azınlığın bütün işçi kitlesini örgütlemesi ve yönetmesi gerektiğini söylüyor. Tanner yoldaş ve Shop Stewards grubundan ve "Dünya Sanayi İşçileri"nden (IWW) diğer yoldaşlar bunu kabul ediyorlarsa ( ki her gün kendileriyle konuşmalazımızda bunu gerçekten kabul ettiklerini görüyoruz ) işçi sınıfının bilinçli komünist bir azınlığın proletaryayı yönettiği bir durumu kabul ediyorlarsa, tüm kararlarımızın anlamının bu olduğunu da kabul etmek zorundalar. Aramızdaki tek fark, İngiliz yoldaşların siyasi partilere karşı duydukları bir tür güvensizliktir. Bu yoldaşlar, siyasi partileri Gompers ve Henderson'un burnundan düşmüşten farklı, ya da parlamenter aferistlerin, işçi smıfı davasına ihanet edenlerin partilerinden farklı düşünemiyorlar. Ve parlamentarizmi tam da bugünkü İngiliz ve Amerikan parlamentarizmi gibi düşünüyorlarsa, onlara bizim de bu tür bir parlamentarizmin, bu tür siyasi partilerin düşmanı olduğumuzu söylemeliyiz. Bizim yeni partilere, farklı partilere ihtiyacımız var. Bizim, kitlelerle sürekli gerçek temas halinde bulunan ve bu kitleleri sevk ve idare edebilen partilere ihtiyacımız var. Şimdi, Maclaine'in konuşmasıyla bağıntılı olarak değinmek istediğim üçüncü soruna geliyorum. Maclaine yoldaş, İngiltere Komünist Partisi'nin Labour Party ile birleşmesinden yana. III.Enternasyonal'e kabul üzerine tezlerimde bu konudan söz etmiştim. Bu sorunu açık bırakmıştım, fakat birçok yoldaşla bu sorun üzerine konuştuktan sonra, Labour Party'de kalma kararının tek doğru karar olduğu kanaatine vardım. Ve Maclaine yoldaş kalkıp fazla dogmatik olmayın diyorsa, bu ifade bana tamamen yerinde görünüyor. Ramsay yoldaş şöyle diyor: Bırakın biz İngiliz komünistleri bu sorunu kendimiz çözelim. Fakat her küçük fraksiyon: Bazılarımız lehinde, bazılarımız aleyhinde, bırakın kendimiz çözelim diyecek olursa Enternasyonal'in hali nice olur! O zaman Enternasyonal'e, kongreye ve tüm bu tartışmaya ne gerek vardı? Maclaine yoldaş sadece siyasi partinin rolünden söz etti. Fakat aynı şey sendikalar ve parlamentarizm için de geçerlidir. En iyi devrimcilerin büyük bir kısmının Labour Party'ye katılmaya karşı olduğu kesinlikle doğrudur, çünkü bunlar mücadele aracı olarak parlamentarizmi reddediyorlar. O nedenle en iyisi bu sorunun bir komisyona devredilip, orada her koşul altında tartışılması ve daha III. Entemasyonal'in bu kongresinde kesinlikle karara bağlanmasıdır. Bunun sadece İngiliz komünistlerinin meselesi olduğuna katılamayız. Genel olarak hangi taktiğin doğru olduğunu söylemek zorundayız. Şimdi, Maclaine yoldaşın, Labour Party sorunuyla bağıntılı olarak bazı argümanlarına geçmek istiyorum. Şunu açıkça söylemeliyiz: Komünistlerin partisi ancak tam eleştiri özgürlüğü saklı kalmak ve kendi politikasını izleme olanağına sahip olmak şartıyla Labour Party'ye katılabilir. Bu son derece önemli bir koşuldur; Serrati yoldaş, bu vesileyle sınıfların işbirliğinden söz ettiğinde, burada böyle bir işbirliğinin olmayacağını bildiririm. İtalyan yoldaşlar Turati ve suç ortakları gibi oportünistlerin, yani burjuva unsurların partide kalmasma izin veriyorlarsa, bu gerçekten sınıfların işbirliğidir. Fakat bu durumda, Labour Party'de söz konusu olan sadece İngiliz işçilerinin ileri azınlığıyla ezici çoğunluğunun işbirliğidir. Labour Party'nin üyeleri sendikaların bütün üyeleridir. Bu, başka hiçbir ülkede görmediğimiz çok orijinal bir yapıdır. Bu örgüt bütün sendikalardan yaklaşık 6-7 milyon işçiyi kapsar. Hiç kimse işçilere siyasi inançlarını sormaz: Serrati yoldaş bana, orada herhangi birinin eleştiri hakkımızı engelleyebileceğini kanıtlasın. Eğer bunu kanıtlarsanız, ancak o zaman Maclaine yoldaşın yanıldığmı kanıtlamış olacaksınız. Britanya Sosyalist Partisi, Henderson'un bir hain olduğunu açık açık söyleyebilir ve buna rağmen Labour Party'de kalabilir. Burada işçi sınıfının öncüsü geri işçilerle, artçıyla işbirliği yapar. Bu işbirliği bütün hareket için öyle büyük bir öneme sahiptir ki, İngiliz komünistlerinin partiyle, yani işçi sınıfının azınlığıyla, bütün işçi kitlesi arasında bir bağlayıcı halka olduğunda kesinlikle ısrarlıyız. Azınlık kitlelere önderlik etmeyi ve onlarla sıkı temas kurmayı beceremezse, kendisini parti ya da Shop Steward'ları Genel Konseyi olarak da adlandırsa — bilebildiğim kadarıyla İngiltere'de bir Shop Steward'lan Genel Konseyi var —, bir parti değildir ve hiçbir değeri yoktur. Aksi kanıtlanmadığı sürece Labour Party'nin proleterlerden oluştuğunu ve bu partinin saflarında kaldığımızda işçi sınıfının öncüsünün geri işçilerle işbirliğini gerçekdeştirebileceğimizi söyleyebiliriz. Bu işbirliği sistematik olarak gerçekleştirilmezse, Komünist Partisi'nin hiç değeri yoktur ve proletarya diktatörlüğünden söz edilemez. İtalyan yoldaşların daha ikna edici argümanları yoksa, daha sonra burada bu sorunu, bildiklerimize dayanarak çözmemiz gerekecek ve Labour Party'ye katılmanın doğru taktik olduğu sonucuna varacağız. Tanner yoldaş ve Ramsay yoldaş, İngiliz komünistlerinin çoğunluğunun birleşmeyle hemfikir olmayacağmı iddia ediyorlar. İlle de çoğunlukla hemfikir olmak zorunda mıyız? Kesinlikle hayır. Hangi taktiğin doğru taktik olduğunu henüz kavramamışsa, belki de beklenebilir. Bir süre için iki partinin varlığı bile hangi taktiğin doğru olduğu sorusunu yanıtlamamaktan daha iyidir. Elbette, bütün Kongre üyelerinin deneyimlerinden, burada getirilen argümanlardan hareket edildiğinde, burada derhal şu kararı almamız konusunda ısrazlı olunamaz: Bütün ülkelerde derhal birleşik bir komünist parti kurulmalıdır. Bu imkansız. Ama burada açıkça düşüncelerimizi söyleyebilir, talimatlar verebiliriz. İngiliz delegasyonu tarafından ortaya atılan sorunu özel bir komisyonda gözden geçirmeli ve şunu açıklamalıyız: doğru taktik Labour Party'ye girmektir. Çoğunluk buna karşı çıkarsa, azınlığı ayrı örgütlemeliyiz. Bunun pedagojik bir etkisi olacaktır. İngiliz işçi kitleleri yine de eski taktiğe inanmayı sürdürecek olurlarsa, çıkardığımız sonuçları gelecek Kongre'de yeniden gözden geçireceğiz. Ancak bu sorunun sadece İngiltere'yi ilgilendirdiğini söyleyemeyiz — bu II. Enternasyonal'in en kötü alışkanlıklarını taklit etmek olurdu. Fikrimizi açıkça söylemeliyiz. İngiliz komünistleri birleşmezler ve bir kitle partisi yazatılmazsa bir bölünme her halükârda kaçınılmaz olacaktır.
DEVRİMCİ BÜLTEN’DEN OKURLARA Dünya komünist hareketi, on yıllardır teorik, politik ve örgütsel olarak çok yönlü ağır bir kriz, kronik bir kriz içinde bulunmaktadır. Yine on yıllardır, bu kronik kriz durumuna onu aşmaya yönelik güçlü bilinçli-planlı, ne ülkesel ne de küresel düzeyde, bir örgütsel müdahalede bulunulmuyor. Daha doğrusu, bulunulamıyor. Komünist hareket, krizine güçlü ve sonuç alıcı müdahalede bulunma yeteneğinde olan örgüt ve örgütleri henüz ön plana çıkaramadı. Varolan görece büyük komünist örgütler, ne kendi krizlerinin, ne de parçası oldukları komünist hareketin krizinin farkındalar. Farkına varmamaya da kararlı gözüküyorlar. Verili durumda komünist hareketin en çok gereksinme duyduğu şey, süreğen kriz içinde yaşandığını kabul eden, krizin nedenlerini anlayan ya da en azından bunları araştıran, sorular soran, komünist hareketin varolan görevlerini ve önceliklerini doğru saptayabilen komünistlerden oluşan, özellikle ideolojik-teorik olarak güçlü ve gizli örgütlenme sanatında görece ustalaşmış bir çekim merkezi örgütlemektir: komünist devrimci bir çekim merkezi. Komünist devrimci mıknatıs! PDK, sınırlı kadro gücüyle komünist hareketin çok yönlü kriziyle boğuşmayı göze alan, bu anlamda gözü kara ve inatçı komünistlerden oluşan, açık ve ilan edilmiş politik amaçları olan küçük bir komünist-devrimci politik propaganda örgütüdür. PDK olarak, sözü edilen türden bir çekim merkezinin uzun erimde kurulabileceğinin bilincindeyiz. Komünist hareketin kriziyle uğraşma görevini verili durumda temel görevimiz olarak kabul ediyoruz. Komünist devrimci bir çekim merkezinin kurulması görevini komünist hareketin krizden çıkış sürecinin kavranacak halkası olarak saptıyoruz. Böylesi bir komünist devrimci çekim merkezinin kurulması için alçakgönüllü bir çalışma içindeyiz. Böylesi bir görevin yerine getirilmesine katkıda bulunabilecek en küçük bir potansiyel enerjinin en verimli olarak kullanılması gerektiğinin bilincindeyiz. Bu yönde atılacak en küçük bir adım bile PDK’lı komünist-devrimcilerden gereken ilgiyi görecektir. DEVRİMCİ BÜLTEN
|
 |
|
|
|