 |
komunistdunya.org |
 |
|
 |
Son Yazılar |
 |
|
|
 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 44 (5) |
 |
 |
GENELKURMAY NEYİN HAZIRLIĞINI YAPIYOR? (K. Erdem) Türkiye’de son dönemlerde oldukça ilginç gelişmeler yaşanmaktadır. Bu gelişmelerin özellikle de 12 Eylül öncesi dönem ile bazı benzerlikleri söz konusudur. 12 Eylül 1980 askeri darbesine giden yolun önceden politik ve askeri olarak hazırlandığı ve uzun bir hazırlık döneminin sonucu olduğu, zamanla bu dönem üzerine olan değerlendirmeler temelinde artık anlaşılmış bulunmaktadır. 12 Eylül 1980 askeri darbesine giden süreç özellikle de 1 Mayıs 1977 yılındaki provakasyon ile başlamış ve 12 Eylül 1980 tarihinde de son bulmuştu. Bu üç buçuk yıllık zaman zarfında, Özel Harp Dairesi odaklı olarak ordunun, devrimci harekete, işçi hareketine ve demokratik kitle örgütlerine, özellikle de sivil faşist hareketin de kullanılması ile “üstü örtülü” bir tür askeri ve psikolojik mücadelesi olmuştur. Bunun sonucunda ise halkın varolan örgütlülüğü çözülerek ve panik yaratılarak askeri darbenin alt yapısı hazırlanmıştır. Ama darbe politikasının başarılı olmasının altında yatan temel unsur gözden kaçırılmamalıdır. Bu temel unsur 1975-1980 arası dünya politikasında yaşanan durumdur. O zaman ki emperyalist dünya politikasının genel çerçevesinin az çok kavranılması aynı zamanda Türkiye’de bu dönemde yaşanan politik gelişmelere de ayna tutacaktır. 12 Eylül askeri darbesini gerçekleştirenler hiç kuşkusuz tek başına bunu gerçekleştirmediler. Bu askeri eylemlerini belirli bir iç ve dış politik temele de dayandırdılar. Özellikle de bu dış destek olmazksızın bunu başaramazlardı da. Bu dış desteği de politik olarak ABD sağladı. Bugün daha geniş bir tarihsel perspektiften bakıldığı zaman, 12 Eylül darbesinin ABD’nin bölgesel çıkarları ile İTB içerisinde bir kesimin çıkarlarının birbirini tamamlaması temelinde gerçekleştiği hemen hemen kesindir. ABD o zaman ki dünya politik konjonktüründe, Türkiye’nin kendi politik ve ekonomik nüfuz alanında kalmasının tek çıkar yolunun bir askeri darbeden geçtiğine kanaat getirmiştir. Bu temelde de Türk ordusuna onay vermiştir. Ama herşeyden önce sorulması gereken soru şudur: ABD’yi buna iten tarihsel nedenler neydi? 1970’li yılların başlarından itibaren giderek derinleşen dünya ekonomik krizi aynı zamanda dünya politikasında çeşitli politik kırılmalara yolaçtı. Bazı ülkelerdeki sosyal altüst oluşlar, bazı ülkelerin ABD’nin nüfuz alanından teker teker çıkmalarına neden oldu. Ama bu nüfuz alanından çıkmalar öyle bir sonuç yarattı ki, bir bütün olarak ABD’nin Avrasya politikasının dayandığı çok önemli bir bölümünü felç etmeye ve ABD’yi Sovyet kampı karşısında stratejik olarak güç duruma sokmaya başladı. Şayet bu durum böyle devam etseydi, ABD’nin “Tansatlantik emperyalist ittifakı” içerisindeki konumunun sarsılması hatta bu ittifakın iç yapısının onarılamaz bir biçimde tahrip olmasına neden olması içten bile değildi. Bu noktayı biraz açmak gerekir. Uluslararası ekonomik ve politik krizin Avrupa’da yaratmış olduğu politik altüst oluşun ilk önemli sonuçları, Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da ABD ile çok sıkı ekonomik ve politik bağları olan faşist rejimlerin yıkılması oldu. Buralarda oturtulan burjuva-demokratik rejimler aynı zamanda bu toplumları Avrupa’lı emperyalistlerin ekonomik ve politik nüfuzunun altına alınmasında da önemli bir manivela işlevi görüyordü. Bu yeni rejimleri özellikle Avrupa’lı emperyalistler ve bunlarla birlikte de SSCB ve onun nüfuzu altında bulunan ülkeler, yine aynı şekilde Çin ve Küba gibi ülkeler de destekliyorlardı. Domino taşları gibi faşist rejimlerin yıkılması bir sonraki halkanın Türkiye olacağı beklentisini yaratıyordu. Özellikle de 1963 Ankara Anlaşması ile Türkiye AET’ye üye olma anlaşması imzalamış ve bu yönde ekonomik ve politik olarak adım atmaya başlamıştı. Avrupa’da bütün bunlar olurken, Asya’da çok önemli iki politik olay yaşanmıştır. Bunlardan ilki İran’da ABD yanlısı Şah rejiminin devrilmesi ve yerine Avrupa’ya biraz daha yakın duran politik islamın geçmesi. Diğeri ise SSCB’nin Afganistan’da işbirlikçileri aracılığıyla Afganistan’ı işgal etmesi olmuştur. Bu durum ABD’nin Avrasya politikasını ve stratejik konumunu oldukça sarsmıştır. Böylece Fransa dünya politikasında tecritten kurtulmayı başarmış ve yeni bir Avrupa emperyalist politik eğiliminin liderliğine daha fazla soyunmuş ve taktik olarak SSCB ile belirli bir yakınlaşma geliştirmişti. İran ve Afganistan’daki gelişmeler ile birlikte ABD, Avrasya’nın batı kısmında neredeyse insiyatifi yitirmeye başlamış ve ikincil bir duruma düşmeye başlamıştı. ABD Türkiye’yi kaybetmekle, SSCB’yi kuşatma altında tutan emperyalist-kapitalist halka üzerindeki politik etkinliğini de ve dünya politikasındaki önemli söz hakkını da kaybetmiş olacaktı. Üstelik Fransa ve yine benzeri ülkeler, SSCB ile bir araya gelip bu bölgelerin “sorunlarını” anlaşarak da çözebilirlerdi. Bundan dolayı Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan hatta tamamen devreden çıkmayı önlemek için Türkiye’nin kaybedilmesinin önüne geçilmesi, ABD’nin çok önemli bir stratejik seçeneği haline geldi. ABD Türkiye aracılığıyla Avrupa ile Ortadoğu arasına bir tampon bölge koymakla yetinmedi ama aynı zamanda SSCB’nin Ortadoğu politikasına da büyük bir çomak soktu. Kısacası Türkiye’deki askeri darbe ve bundan çıkarı olan sınıfların ABD’nin çıkarları ile örtüşmesi sözkonusuydu. Bu karşılıklı tamamlama olmaksızın bir askeri darbenin başarı sağlasa da otuz yıl ayakta kalması imkansızdır. Son dönemlerde ABD’nin 12 Eylül öncesi gibi stratejik olarak Türkiye’ye olan ihtiyacı artmıştır. Bu ihtiyacın bir kaç nedenini şöyle sıralayabiliriz: - ABD, AB’yi kendi istediği stratejik (Rusya ve Çin karşısındaki yeni stratejik konumlanma) doğrultuya tam olarak çekememiştir. AB içerisinde çeşitli devletler aracılığıyla, özellikle de Doğu ve Orta Avrupa’da bulunan yeni AB üyesi ülkeler aracılığıyla, az çok etkinlik sağlamıştır ancak yine de Fransa gibi AB’yi kendi stratejik politikaları doğrultusunda biçimlendirmek isteyen ülkeleri kontrol etmekte güçlük çekmektedir. Çünkü Fransa, Rusya’nın emperyalist bir biçimde ayağa kalkması aracılığıyla AB’yi emperyalist bir güç olarak ayağa kaldırmak istemektedir. Bu ise ABD’nin Rusya politikasının zıddı bir politikadır. Bu farklı stratejik bakış açısı bir çok soruna yansımakta ve ABD’nin dünya stratejisini olumsuz etkilemektedir.
- Bu farklı bakış açısının en önemli sonuçlarından bir tanesi Türkiye’nin AB’ye üyelik sorununda yaşanmaktadır. Özellikle NATO ve bununla birlikte de ordu aracılığıyla Türkiye’de büyük ekonomik, politik ve askeri nüfuzu bulunan ABD, Türkiye’nin mevcut yapısıyla AB üyesi olmasını istemektedir. Böylece Doğu ve Orta Avrupa’dan, Ortadoğu ve Kafkaslara vede Orta Asya’ya kadar uzanan hat içerisinde kendi nüfuzu altında bulunan ülkeler aracılığıyla Rusya ve Çin’i, burjuva-demokratik bir biçimde birleşmiş ülkeler aracılığıyla kuşatmış olacaktır. Bu kuşatmanın burjuva-demokratik bir biçimde olması önemlidir, çünkü bütün bu devletler ancak böyle bir politik biçim altında tek bir cephede birleştirilebilirler. Çünkü Transatlantik emperyalist ittifakı burjuva-demokratik politik değerler temeline oturmaktadır ve ABD ile Avrupa arasında, yine Uzakdoğu’da Japonya ile ilişkilerde bu burjuva demokrasisi temel bir ittifak çerçevesi oluşturmaktadır. ABD’nin dünya stratejisinde çeşitli ülkeler ile uyumlu birlikteliği ancak bu burjuva demokrasisi ile sağlanabilir. İşte ABD’nin Rusya ve Çin karşısındaki cepheyi uyumlu bir şekilde birleştirebilmesi için Türkiye’nin AB’ye üye olması, ABD’nin dünya politikasında önemli bir yere sahiptir. Ancak Fransa önderliğindeki bazı devletlerin buna politik set çekmesi ABD’yi zora sokmuştur.
- Afganistan ve Irak’ta işler ABD’nin istediği gibi gitmemiştir. Özellikle de Irak’ta Baas rejimini deviren ABD, yerine istikrarlı bir işbirlikçi kesim geçirmeyi başaramamış, üstüne üstlük Irak’ta, İran ile dolaylı bir ortaklık kurmak zorunda kalmıştır. Baas sonrası Irak’ta, tek ABD’nin değil ama özellikle de İran’ın giderek güçlendiği bir durum sözkonusu olmuştur. ABD, Baas rejimini devirmek ile İran’ın bölgede güçlenmesine neden olmuştur ve bu temelde Türkiye’nin yardımına olan ihtiyacı arttmıştır.
- Özellikle Rusya’nın eski SSCB sınırları içerisinde bulunan ülkeler (Ukrayna, Gürcistan, Türkmenistan, Azarbeycan, Ermenistan vs. ) üzerinde nüfuzunu tekrar güçlü bir şekilde tesis etmek istemesi ve bu temeldeki politikaları, ABD’nin Türkiye’ye olan ihtiyacını arttırmış durumdadır. Çünkü bu ülkelerin stratejik çıkış kapısı Türkiye’dir. Türkiye’nin yardımı olmaksızın bu ülkelerin ABD ve müttefiklerinin etkileri altına girmeleri hemen hemen imkansız gibidir. Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya’nın, ABD’nin güçlü müttefiklerinin bulunduğu Avrupa ile bağlantıda tek halkadır. Aksi taktirde Rusya ve Çin arasına sıkışıp kalmaları ve Şangay İşbirliği Örgütü’ (ŞİÖ) nün kaderine terk edilmeleri kaçınılmazdır. Kafkasya ve Orta Asya’daki ülkelerin burjuva-demokratik bir biçimde ABD-Avrupa nüfuz alanının içerisine çekilebilmesi için Türkiye’nin burjuva-demokratik bir biçimde istikrara az çok kavuşturulması gerekir. Bunun yolu da Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğidir. Ancak Türkiye aracılığıyla bu ülkeler ABD-Avrupa emperyalist ittifakının nüfuz alanına çekilebilirler.
- · Özellikle ABD’nin İran politikası ve Nükleer Silah programından dolayı da acil olan yapısı, ABD’nin Türkiye’ye olan ihtiyacını arttırmış durumdadır. Zamanın İran karşısında giderek daralması ama hızlı bir şekilde de hareket etme zorunluluğu, ABD’yi daha önce savunmuş olduğu temel politikalarda önemli değişiklikler yapmaya götürmektedir.
Yukarıda kısaca saymaya çalıştığımız bu nedenler, 12 Eylül öncesi gibi ABD’nin Türkiye’ye olan “özel” ilgisinin artmasına neden olmuştur. Mevcut AKP hükümetinin ABD’nin bölgesel politikaları ile uyuşmayan bir politika sergilemesi ve Türkiye’de yükselen anti-ABD’ci politik eğilimin gelişmesi, seçimler yoluyla ABD yanlısı bir hükümetin işbaşına gelmesini oldukça zor hale getirmiştir. İşte tam da bu noktada ABD Türkiye’de “bazı kesimlere” göz kırpmıştır. Bu kesimlerin hiç kuşkusuz aşırı Türk milliyetçileri, ordunun yüksek kademe kesimleri olduğu tartışma götürmezdir. Bundan beş-altı yıl önce iç ve dış politikada oldukça sıkışan bu kesim giderek politik tecrit ortamından sıyrılmakla kalmadı ama bir darbe tezgahlamanın neredeyse planını yapar hale geldi. Türkiye’nin AB’ye olan üyeliğinin gecikmesi ve sekteye uğraması, İşbirlikçi tekelci sermaye içerisinde bazı katmanların politik hareketlerinin kontrol altında tutulamamasına neden olmaktadır. Özellikle de bu durum Türk milliyetçiliğini daha da geliştirmekte ve Türkiye’nin burjuva-demokratik politik eğilimden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Bu durum da yukarıda saydığımız ABD’nin dünya stratejisini olumsuz etkilemektedir. ABD’nin milliyetçi bir Türkiye ile bölge politikalarını çözmeye çalışması , AB ile ilişkilerini “Arap saçına” çevirebilir. Ama işte tam da ABD’nin sıkıştığı bu noktada Türk milliyetçileri ve ordu içerisindeki anti-AB’ci kesim ABD’ye yanaşabilirler. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olmadan önce ve sonra yaşanan bazı olaylar gerçekten çok ilginçtir. Alttan alta mevcut hükümetin iç ve dış politikasına karşı paralel bir politikanın partisiz bir şekilde “örtülü” bir biçimde örüldüğü söylenebilir. Son bir-iki yılda ilginç olaylar yaşanmıştır. Bunların bir kaçını sayarsak eğer: - Danıştay’a saldırı ve AKP’ye karşı politik teşhirin yoğunlaşması.
- Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin kuvvet komutanlıklarının Pentagon örneğine dayanılarak tekrar yapılandırılması.
- Ege Ordusu’nun büyük oranda lağvedilmesi ve Kuzey Kürdistan’a kaydırılması.
- Yaşar Büyükanıt gibi şahin bir Genelkurmay başkanının Yunanistan’ı ziyaret etmesi (kırk yıl aradan sonra ilk defa bir Genelkurmay başkanı Yunanistan’ı ziyaret ediyor) ve Ege’de Yunanistan ile yumuşamanın sağlanması.
- Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink’in suikasta kurban gitmesi.
- Yaşar Büyükanıt’ın ABD’ye ziyareti ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile Irak, Afganistan ve İran konularını görüşmesi. (Sanki Türkiye’nin Dışişleri Bakanı yok!)
Bu yukarıda saydığımız noktalardan en ilginci Ege Ordusu’nun K. Kürdistan’a kaydırılmasıdır. İlk bakışta bunun Güney Kürdistan ve PKK için kaydırıldığı düşünülebilir. Belki Genelkurmay hükümeti de böyle uyutmaya çalışmış olabilir. Ancak bu asker kaydırmaya İran’ın bir diplomatik açıklama istediği hemen hemen kesindir. Çünkü İran, Güney Kürdistan ve PKK bahanesi altında Türkiye’nin K. Kürdistan’a asker kaydırmasını başka şekilde yorumlamaktadır. Türkiye’nin, ABD ve İsrail ile anlaşıp İran’a saldırmasından şüphelenmektedir. Bu asker kaydırmadan sonra İran, Türkiye’nin PKK bahanesi ile asker kaydırmasını önlemek için ve Türkiye’nin niyetini tam öğrenmek için, Türkiye’nin yerine PKK’nın Kandil dağındaki kamplarını bombaladı. Her ne kadar Türkiye sınıra yığdığı 250 bin kişilik askerin bir kısmını geri çektiyse de ana gövdesini korumaktadır. TSK’nın Ege Ordusu’nu lağvetmesi hiç kuşkusuz Türkiye’nin tehdit algılamalarının değiştiğinin bir göstergesidir. Ege ordusunun K. Kürdistan’a konumlandırılması, TSK’nın kapsamlı bir savaşa hazırlandığının ve bu temelde ordunun yapılandırılmasının en ciddi işaretidir. Ama işin ilginç tarafı böyle bir kaydırma tek Türk diplomasisinin başarısıyla olabilecek bir durum değildir. Yani Yunanistan ve Kıbrıs’ın Ege’de tek TC diplomasisi durduramaz. Bu noktada ABD’nin güçlü desteğinin alındığından şüphe yoktur. Türkiye’nin devlet politikası kendi içerisinde giderek oldukça karmaşık bir yapıya bürünmektedir. Mevcut AKP hükümetinin yanında giderek nüve halinde başka bir hükümet doğmaktadır. Bu ikinci hükümet, kendi politikalarını mevcut hükümetin hemen yanı başında ama ondan gizli şekillendirmeye çalışmaktadır. Görünen o ki şu anda kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadır. Devlet içerisinde böyle bir politik yarılmanın yaşanmasında ABD’nin rolü yadsınamaz. Özellikle iki noktada bu politik yarılmayı geliştirmeye çalışmaktadır: PKK ve İran noktasında. ABD, Irak deneyiminden ders çıkararak olası bir İran savaşında Türkiye’nin desteğini alamama durumunda, Kürt işbirlikçileri ile birlikte PKK ile de birlikte hareket edebileceği sinyalini vermektedir. Bu noktada ABD, 1 Mart 2003 tezkeresini reddederek Irak’taki politik gelişmelerden tecrit olan Türkiye’nin, İran sorununda da aynı davranması durumunda, Irak’taki politik tecritten daha da kötü bir durum ile karşılaşacağı sinyalini vermektedir. PKK ile Türkiye arasında yaratılan bu politik rekabet hem PKK içerisinde hem de TC devleti içerisinde önemli gelişmeler yaratmaktadır. ABD Türkiye’ye bu korkuyu yaşatarak onun içerisinde kendi politikasına daha fazla angaje olabilecek eğilimler yaratmak istemektedir. Genelkurmay, ABD’nin İran politikasına AKP Hükümeti’nin adapte olamayacağını anladığı için ve bu durumun Türkiye’nin mevcut güvenlik politikasını zaafa uğratacağını gördüğü için, devletin köklü bir şekilde yeni bir politik yörüngeye girmesine kanaat getirmiş gibi görünmektedir. İşte Genelkurmay odaklı olan ve anti-AB’cileri içerisine yalan ve Türk milliyetçiliğinin ideolojik ve politik temelini oluşturduğu bir politik eğilim şu ya da bu biçimde özellikle de ABD desteği temelinde gelişmeye başlamış gözükmektedir. Bu eğilimin gelişiminin dış (ABD) desteğinin güçlü olması onun yakın zamanda iktidara gelmesine neden olabilir. Bu gelişimin biçimi duruma göre farklı biçimler alabilir. Bir seçim yoluyla da olabilir, bir askeri darbe yoluyla da olabilir. Ama nasıl bir biçimde gelişirse gelişsin yol açacağı tarihsel sonuçları aynı olacaktır. Makalenin başlığında sorduğumuz sorunun cevabını şimdi verebiliriz. Genelkurmay iç politikada iktidarı tamamen ele geçirerek Ortadoğu’da ABD ve İsrail ile birlikte savaşa girme ve belki de dünya savaşının fitilini çekme hazırlığını yapıyor!
DEVRİMCİ BÜLTEN’DEN OKURLARA Uzun zamandan beri Türkiye komünist hareketi içerisinde teorik çalışmalar neredeyse bir kenara bırakılmıştır. Daha çok hareketin kadroları politik kitle çalışmasına ama özellikle de politik ajitasyona yönelendirilmişlerdir. Hiç kuşkusuz politik kitle ajitasyonu çok önemlidir ancak Türkiye komünist hareketi içerisinde bu çalışma yanlış, plansız ve programsız yürütülmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden bir tanesi, hareketin pratik sorunlarını aydınlatacak ve onu tarihsel olarak doğru bir kanala yönlendirecek olan bir NİTELİKLİ TEORİK yaklaşımın olmamasıdır. Halbuki komünist hareketin bugünkü durumuyla onun daha yüksek biçimleri arasındaki bağlantıyı sağlayacak en önemli halka nitelikli bir teorik çerçevenin geliştirilmesidir. Komünist hareket gerekli olan bu teorik niteliği elde edemedikçe ve bu tarihsel düzeye çıkamadıkça hiçbir şekilde parti biçiminde biçimlenemez ve iktidar mücadelesi veremez. Bunun dışında bir yaklaşım sadece küçük-burjuva ve liberal yanılsamalar olabilir. Türkiye komünist hareketi içerisinde, özellikle son yedi-sekiz yıldan beri, denebilirki hiçbir örgüt ve çevre PDK gibi varolan teorik sorunların üzerine gidebilme ve onlara az çok nitelikli bir cevap verebilme kapasitesinde olmamışlardır. Bu noktada hiç kuşkusuz PDK çok olumlu bir noktadır ve bugüne kadar en büyük kazanımı ideolojik çizgisinin az çok sağlam temeller üzerine oturmuş olması ve bu yöndeki eksiklerini de azami derecede aşmaya çalışması yönündeki pratiğidir. PDK’nın bugünkü ideolojik kazanımının sonuçları aslında daha çok ileri süreçlerde ortaya çıkacaktır. Kitle hareketi geliştikçe ama özellikle de kendiliğinden kitle kabarmasının boyutları büyüdükçe, örgütlerin bu kendiliğinden kabarma karşısında gerçek yapıları da açığa çıkacaktır. Yani kendiliğinden kabarma örgütlerin bu kitle kabarmasını ne kadar çekip çeviremeyeceğini de ortaya koyacaktır. Bu noktada kitlelerin kendiliğinden geri bilinç biçimlerine hapsolmamak ve onları doğru bir politik çizgi etrafında birleştirebilmek için nitelikli bir komünist ideolojinin yol göstericiliğine ihtiyaç olacaktır. 12 Eylül öncesi devrimci hareketin pratiği göstermiştir ki, kitle hareketinin kendiliğinden kabarması yükseldiği zaman örgütlerin birden bire teorik sorunların üzerine gidip ve çözme olanağı olmayacaktır. Sorun tek kitleyi kazanma sorunu değildir. Sorun aynı zamanda kitleyi belirli bir politik hedef doğrultunda, onun geri bilinç taraflarının azami derecede bastırılması temelinde kazanmak ve onu biçimlendirmek sorunudur. Kazandığı kitleyi sürekli doğru eğitmesini ve doğru biçimlendirmesini bilmeyen bir hareket, hiç tartışmasız tarihin önemli dönemeçlerinde felakete uğrar. Bunun en iyi örneği Bolşevik Parti’dir. Muhalefetteyken harikalar yaratan bu parti, iktidarda teorik olarak donanımsız olduğu bir durumda felakete sürüklenmiştir. Hiçbir komünist bu deneyimi unutma lüksüne sahip değildir. Onun için gelecek aynı zamanda şimdiki teorik çalışmaların niteliğine de bağlıdır. Bunun savsaklanmasının bedeli bir örgüt için tarihsel olarak ağır olacaktır. DEVRİMCİ BÜLTEN
|
 |
|
|
|
 |
|
 |
|