 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 31 (3) |
 |
 |
3 KASIM SEÇİMİ SONUÇLARI ÜZERİNE (PİRO ZARÊK) (D. B. YAZI KURULU’NUN NOTU: Aşağıdaki makale Kürt komünistlerinden Piro Zarêk’e aittir. 3 Kasım seçimlerinin sonuçlarını işleyen makale, yazarın izniyle yayınlanmaktadır. ) Diğer seçimlerle kıyaslandığında, 3 Kasım seçimi sonuçlarının ilk bakışta ve kaba bir gözlemle tesbit edilebilecek farklı özellikleri var. Bu seçim sonuçlarının dikkat çeken bir özelliği, seçmenin yaklaşık % 66’sının mecliste “temsil” edilmemesidir. Yaklaşık olarak % 20’lik bir kesim seçime katılmamıştir. % 46’lik bir seçmen oyu ise baraj nedeni ile meclise yansımamıştır. Dikkati çeken diğer bir durum, “çok partili” sürece geçişle birlikte yapılan 1946 (belli ölçüde de 1950-54) seçimlerinden bu yana, Türk Meclisi’nde ilk kez sadece iki partinin yer alıyor olmasıdır. Bu durum kuskusuz seçmen hareketinden çok, barajlı seçim sisteminin bir eseridir. Dikkati çeken diğer bir durum, 1983 seçimlerinde ANAP’ın aldığı yüksek oy oranından bu yana, bir partinin bu oranda yüksek oy almasıdır. Bu durum kuşkusuz, yaşanılan sürecin bir sonucu olarak oraya çıkan bir seçmen hareketlenmesidir. Dikkat edilirse, ortaya çıkan her iki sonuç olağanüstü dönemler sonunda yapılan seçimlerin sonuçları ile benzeşiyor. Buradan hareketle, “Türkiye olğanüstü bir dönemin sonucunda seçimlere gitti” diyebilir miyiz? Bu soruya evet demek mümkün. Her ne kadar sonuçlar üzerinde etkili olan seçim barajı dışardan yapılan bir subjektif müdahale gibi görünüyorsa da, aslında bu müdahale de olağanüstü koşulların bir sonucundan başka bir şey değildir. Bilindiği gibi seçim barajı, daha çok, uzun bir ulusal savaşım sonucunda gelişen Kürt uyanışının legal alanda mevzilenmesini ve siyasallaşmasını önlemek için konulmuştu. Gerçekten de, Türkiye, 2000 yılının sonunda başlayan ve toplumu derinden etkileyen bir ekonomik ve siyasal krizin yarattığı koşullar altında seçime gitti. Nasıl ki, 1999 seçimlerine A. Öcalan’ın yakalanması dolayısı ile PKK karşısında kazanılan göreceli zafer damgasını vurmuşsa; 3 Kasim’02 seçimlerine de, ekonomik kriz ve siyasal yapıya duyulan güvensizlik damgasını vurdu. Ekonomik kriz, pek çok isçiyi işsiz bırakırken, yoksul kesimleri açlıktan ölecek bir duruma düşürdü. Bununla birlikte bu krizin en önemli yanı, özellikle orta sınıfları iflasa sürüklemesidir. Evet işçi işinden oldu, açlık sınırında yaşamaya mahkum edildi, yoksular daha da yoksullaştı; ancak, onların kaybedecek bir sermayeleri, yada iflas edecek bir işyerleri yoktu. Üstelik onlar her dönem krizlerden fazlası ile etkilendiler. Yaşanan sadece diğerlerinden biraz daha ağır bir krizdi. Krizin uzun sürmesi ve yoğun yaşanması, bugüne kadar yaşanan krizleri büyük kayıplara uğramadan geçiren orta ve hatta büyük burjuvaziyi ve küçük burjuvazinin çeşitli kesimlerini bu kez derinden vurdu. Kesin verileri bilemiyorum, ancak, özellikle tarım, hafif sanayi, hizmet ve ticaret alanlarında faaliyet yürüten Anadolu girişimcilerinin önemli bir kesiminin iflas ettiğini gazete haberleri ve özel gözlemlere dayalı olarak söyliyebiliriz. Dikkat edilirse, kriz karşısında en sert eylemleri de bu kesimler, yani esanaf ve küçük ve orta sanayiciler gerçekleştirdiler. Ankara Kızılay’da düzenlenen ve polisle sert çatışmaların yaşandığı gösterileri bu tepkilere örnek olarak gösterebiliriz. Arjantin’de yaşanan krizden de en fazla orta sınıflar etkilendi ve bu nedenle kriz sürecinde en şiddetli protestoları bu kesimler gerçekleştirdiler. Örneğin, bankalardaki mevduatların dondurulması ile ilgili bir kanun çıktığında, Arjantin’de protestolar kontrolden çıktı. Ki bu mevduatlar daha çok orta sınıflara aitti. Bu süreçte Türkiye’de ve hatta dünyanın diğer bölgelerinde yaşanan krizlerin önemli bir sonucu var: Uzun ve derin yaşanmaları nedeniyle, artık orta sınıflar da krizlerin sürekli kurbanları arasına girmislerdir. Yaşanan uzun süreli ve derin krizler genel bir kural olarak tüm sınıfları değişen oranlarda etkiler. Ancak bence 2. Dünya savaşından 90’lı yıllara kadar genel bir eğilim olarak, kapitalist toplumlarda orta sınıflar (orta burjuvaziyi ve küçük burjuvazinin üst kesimlerini ve hatta Türkiye bazında büyük burjuvazinin alt kesimlerini bu kategori içinde görebiliriz) krizlerden büyük oranda etkilenmemişlerdir. Düzenin dayandığı toplumsal desteğin önemli bir dinamiği olan bu kesimleri hoş tutmak, sistemin ve düzenin önemli bir önceliği olmuştur. Özal’ın bu kesimleri “orta direk” olarak adlandırması, düzen açısından bakıldığında hiçte yanlış değildir. Gerçekten de bu kesimler toplumun en tutucu ve en statükocu kesimleridir. Din, milliyetçilik anti-sol eğilimler bu kesimler içinde ciddi bir etkiye sahiptir. Reel Sosyalizmin varolduğu koşullarda, bu kesimleri ayakta tutmak biraz da gelişen sol ve sosyalist dalgayı durdurmak amacını taşıyordu. Sistem artık politik düzlemde bu kesimlere eskisi gibi ihtiyaç duymuyor. Bu kesimler yine sistemin ve düzenin “orta direği”dirler, ancak küresel kapitalizm artık dünyaya daha çok ekonomik gerekler penceresinden bakıyor. Bu açıdan küresel kapitalizmin ihtiyaçları gereği, kapitalist sistem kendisini yeniden yapılandırıyor. Dahası sermaye yeniden paylaştırılıyor. Bir anlamda sistem orta sınıflara yeni bir konum biçiyor. Bu konum da iflasa kadar gidebiliyor. AKP, ekonomik krizden etkilenen, buna bağlı olarak siyasal düzene ve sisteme karşı güvensizlik duyan tüm kesimlerden ama ağırlıklı olarak orta sınıflardan büyük oranda oy aldi. Özal, yükselen “orta direk”in üzerinden, AKP ise çöken “orta direk”in üzerinden seçimleri kazandi. Ticaret, orta ölçekli sanayi burjuvazisi ve küçük burjuvazinin yoğun olarak bulundugu, Konya, Antep, Elazığ, Erzurum ve Malatya gibi illerde AKP’nin aldıgı yüksek orandaki oylar buna işaret ediyor. Pek çok gözlemcinin ifade ettiği gibi AKP tekelci burjuvazin favori partisi değildir. Bu parti daha çok, Anadolu büyük ve orta burjuvazisi ile iflas eden Toprak Holding, Cukurova grubu, Demirbank patronları gibi büyük burjuva yada tekelci burjuva kesimleri arasındaki rekabette geriye düşmüş kesimlerin partisidir. Liberal-İslam Sentezi AKP, ideolojik olarak “Milli Görüş”ün islamcı geleneğine dayanmakla birlikte, Demokrat Parti ve Özal çizgisinin de derin etkilerini taşıyor. Siyasal ugulamada, AKP’nin birbirine yakın olan bu üç geleneğin bir sentezini ortaya çikaracağını düşünüyorum. AKP’nin ruhani lideri Feytullah Gülen’in, ABD’den liberalizm ve siyasal islamın evliliği konusunda epeyce feyz aldığından kuşku duymuyorum. Cünkü, “radikal islam”in ABD açısından misyonu bitti. Islam dünyasının kontrolü için sistem tarafından kabul edilebilir yeni bir liberal-islam konseptine ihtiyaç var. Radikal gazetesinin yaptığı araştırmaya göre: “AKP, bugünkü seçmeninin yüzde 21'ini 1999'da MHP, yüzde 29'unu FP'ye oy verenlerden, yüzde 17'sini oy kullanmayan ve yaşı tutmayanlardan aldı. FP seçmeninin yüzde 69, MHP'nin yüzde 38, ANAP'ın da yüzde 28'i AKP'ye gitti. ” ( 06. 11. 02 tarihli Radikal Gazetesi) Bu seçmen bileşimi, kuşkusuz AKP’nin ideolojik ve siyasal olarak kitlede yarattığı algılamanın bir sonucudur. Bir anlamda AKP Özal hareketi gibi “milliyetçi, muhafazakar, liberal” eğilimleri birleştirmistir. 1999 seçimlerinde MHP seçeneği ile milliyetçilik ve Refah Partisi ile siyasal islam gibi iki uç eğilime yönelen geleneksel sag seçmen, değişen konjonktürel durum nedeniyle bu kez, daha liberal bir seçeneğe yöneldi. Hemen belirtelim ki; MHP’yi gerileten sadece iktidar yıpranmışlığı yada Genç Parti’nin oyları bölmesi değildir. Esas etken, Kürt sorununun tali bir gündem maddesi haline gelmesidir. AKP, Kürt sorununda takındığı çok sert olmayan ancak soğuk diyebilecegimiz tutumla, kızgınlığı belli ölçüde düşen bu milliyetçi tabanı çekmeyi başarmıştır. Öte yandan, Erbakan geleneği ve SP’nin, batıdan çok “islam alemi” hedefli ve “radikal islamci” hareketlere yakın olan çizgisi, hem ulusal hem de uluslararasi alanda bir seçenek olusturmaktan uzaktır. 11 Eylül saldırılarından sonra “radikal islam” siteme yönelik bir tehdit olarak kabul edilerek düzen dışına itildi. Türkiye’de de “radikal islam” özellikle ordu ile yasanan çatışmalar nedeni ile bir “iç huzursuzluk ve gerginlik” kaynağıdır. Ekonomik sorunları derinleşen orta sınıfların sorunu, sistemi yada düzeni daha da güvenliksiz hale getirmekten çok, daha istikrarlı bir duruma getirmektir. Bu nedenle, içerde ve dışarda gerginlik yaratacak seçenekler tercih edilmedi. Seçmen, sistem ile kendisi arasındaki yabancılaşmayı görüyor, ancak yine de Batı’dan yani kapitalist sistemden kopuşu istemiyor. Bu anlamı ile “Milli Görüş”ün “islam alemi” ve “adil düzen” çizgisinden çok, ABD’ye sıcak bakan, Avrupa Birliği’nden yana ve “liberal ekonomik” politikaları uygulayacağını söyleyen AKP’nin liberal-islam sentezini kendisine yakın görüyor. Bununla birlikte IMF patentli ekonomik programa ve Ordu’nun “laikliği koruma” amaçlı uzaktan kumandalı müdahalelerine de bir tavır ortaya konuldu. Açıktır ki; Türkiye’deki tüm kesimler, kapitalist sistemin bir bileşik kaplar sistemi olduğunu son krizin verdiği tercübeler ile daha iyi öğrendiler. Dolayısı ile, ekonomik politikalara duyulan tepkinin, bu politikaların uluslararası ortaklarını da kapsadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Biraz karükatürize edilmiş hali ve somut ifadesi ile “IMF karşıtlığı” şeklinde gösterilen bu sistem karşıtı tepkiler, kendisini 1999 seçimlerinin aksine milliyetçilik kimliği ile degil, müslüman kimliği ile gösterdi. Bu kimliğin öne çıkması dünyada ve Türkiye’de “müslümanların uğradığı zulüm”le direk baglantılıdır. Tayyip Erdoğan’ın sürekli kovuşturmalara uğraması, Afganistan, Cecenistan ve Filistin’de yaşanan durum, seçmeni “müslümanların mazlumluğu” hissi ile birleştirmiştir. Sisteme ve düzene karşı tepkinin sol bir seçeneğe ve hatta devrimci bir seçeneğe yönelmemesinde, seçmenlerin sınıfsal temeli ve devrimci hareketin pratik bir seçenek oluşturmamasının yanında, yıllardır Türkiye’de sistemli bir biçimde geliştirilen dinsel ve miliyetçi akımların büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. TC sınırları içerisinde yasayan insanların ekonomik ve sosyal yaşamları gibi, beyinleri ve ruhları da “karartılmıştır”. 12 Eylül Faşist Cuntası’nın ektiği tohumlar bugün ürün veriyor. Bu şartlar içinde yetişen genç kuşakların, adeta birer “müslüman yuppi” kişiliği ile AKP’ye büyük oranda oy vermesi hiçte şaşırtıcı değildir. Kürtler ve Kırmanc-Zazalar Açısından Seçim Sonuçları DEHAP, barajı aşamamasına ve dolayısı ile yaratılan “meclise girme” hayalinin boşa çıkmasına rağmen, Kürtlerin ve Kırmanc-Zazaların legal alandaki yönelimlerinin odağı oldu. Kürdistan’da DEHAP önemli bir çoğunlukla birinci parti oldu. Dersim’le birlikte Diyarbakır Zazaları DEHAP’i seçerken, Elazığ ve Bingöl Zazaları’nın dinin etkisi ile büyük oranda AKP’yi tercih ettiğini söyleyebiliriz. Seçim sonuçları, ulusal uyanış noktasında Bingöl ve Elazığ Zazalarının hala oldukça geri bir konumda olduklarını gösteriyor. Dersim’de DEHAP’in birinci parti olmasında EMEP ve diğer sol kesimlerle yapılan ittifakın önemli bir rolü vardır. Normalde bu partinin Dersimdeki oy potansiyeli % 18-20 arasındadır. Kırmanc-Zazalar kendi bağımsız kimliklerini ortaya koyacak olanaklardan yoksundurlar. Ülkedeki politik ve sosyal atmosfer de Kürt ve Zazalar’ın ortak bir zeminde birleşmesine uygundur. Alt kimliklerine sahip çıkmakla birlikte, çoğu Zazanın Kürt kimliğini bir üst kimlik olarak kabul ettiğini de biliyoruz. Bu koşullar Kürt ve Zazaları, DEHAP çatısı altında birleştirmiştir. Ki bu durum, sömürgeciliğe karşı birleşik bir tutum geliştirme bazında olumludur. DEHAP’a verilen oyları Kürt kimliğinin kendisini açıkça ortaya koyması olarak görebiliriz. Bu küçümsenemez bir gelişmedir. Cünkü bu tutumla Kürt halkı kendi varlığını, dolayısı ile ulusal kimliğini ve haklarının takipçisi olduğunu somut olarak uluslararası kamuoyuna göstermiştir. A. Öcalan ve onun Imralı çizgisinin takipçileri seçimlerde bagımsız bir Kürt tutumunun ortaya çıkmaması, halkın ulusal taleplerinin dejenere edilerek, silikleştirilmesi için ellerinden geleni yaptılar. Ancak, “Türkiyelileşme” ve TC ile pazarlık ve uzlaşma için güçlü ittifak arayışları ve propagandaları sonuç vermedi. 11 Kasım 2002
ENGELS, YAŞAMININ SONUNA DEK KAPİTALİZMİN DEVRİMLE YIKILMASINI SAVUNDU (A. H. YALAZ) Kısa bir süre önce, Tohum Yayıncılık tarafından yayınlanan Parti Yolunda dergisinin 1. Sayısında (güz 1999) “Marks’tan Lenin’e Evrenselleşen Parti Teorisi” başlıklı yazıyı okudum. Katıldığım ve katılmadığım birçok düş ün içeriyor yazı. Burada katılmadığım düşünlerden biri, daha doğrusu Friedrich Engels’in komünist devrimci kişiliğine yönelik haksız eleştiri üzerinde durmak istiyorum. Yazının yazarları olan Ertan Göksu ve Pınar Azad’a inanacak olursak, Marks’ın “Fransa’da Sınıf Savaşımları” başlıklı eserine yazdığı Giriş’te Alman Sosyal-Demokrat Partisi (SPD)’nin oportünizmine zemin sunan değerlendirmeler yapan Engels, devrimler döneminin kapandığını, barışçıl ve parlamenter mücadelenin önemini vurgulamış ve böylece oportünistlere yüklü bir cephane vermiş. Belge Yayınları tarafından yayınlanan “Programımız ve Siyasal Durum, Spartakistler Ne İstiyor? ” başlıklı kitaba gönderme yaparak, Rosa Luxemburg’un bu gerçeği dile getirdiğini ve bu anlayışı eleştirdiğini de ekleyen yazarlar, niyetleri ne olursa olsun, gerçekte Engels’in devrimci politik karakterini yitirmiş olduğu savını ileri sürüyorlar (s. 87). Sözü geçen kitabın hangi yıl basıldığını anımsamıyorum; ama çok iyi anımsadığım bir şey var ki, Alman Sosyal-Demokrat Partisi’nin yürütme organının Giriş’deki “aşırı devrimci” havanın yumuşatılması ısrarı üzerine kısaltılan yazının tam metni ilk kez 1930 yılında yayınlandı. Diğer şeyler bir yana, tam metin gösteriyor ki, Engels son nefesine kadar komünist bir devrimci olarak kaldı. En azından, 1976 yılında Sol Yayınları tarafından yayınlanan Marx ve Engels’in Seçme Yapıtlarının Birinci Cildindeki 95 numaralı açıklayıcı not okunmuş olsaydı, yazarlar böylesi ciddi bir hatadan sakınmış olurlardı. Sözü edilen notu, Giriş’in İngilizce metnindeki (“Introduction to Karl Marx’s Work The Class Struggles in France, 1848 to 1850”) notla karşılaştırdım. Yeni bir çeviri yapmaya gerek duymadım ve notu olduğu gibi aldım (köşeli parantez içindekini ben ekledim): “Engels’in Fransa’da Sınıf Savaşımları, 1848-1850 için yazmış olduğu giriş, bu yapıtın 1895’te Berlin’deki ayrı bir yayını için hazırlanmıştı. 1848-49 devriminin ve bu devrimden çıkan ve Marx'ın yapıtında yeralan derslerin tahlilinin büyük önemini gösterdikten sonra, Engels, bu girişin büyük bir kısmını proletaryanın sınıf savaşımından, özellikle Almanya'dakinden edinilen deneyimin sentezine ayırmıştır. Engels, bütün yasal araçlardan [araçların] proletaryayı sosyalist bir devrime hazırlama uğruna devrimci bir biçimde kullanılması, demokrasi savaşımı ile sosyalist devrim savaşımının ustaca bağdaştırılması ve birinci görevin ikincisine tabi kılınması zorunluluğunu vurgulamaktadır. Yazdığı bu girişte Engels, somut tarihsel koşullara uygun düşen taktik yöntemler ve savaşım biçimleri kullanılmasını ve proletaryanın yeğlediği barışçı devrimci savaşım biçimlerinin yerine, egemen gerici sınıflar şiddete başvurduklarında, barışçı olmayan biçimlerin konulmasını öngören marksist ilkeleri bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu girişin yayınlanmasından önce Alman Sosyal-Demokrat Partisinin yürütme organı, ısrarla, Engels'ten bu yazıdaki 'aşırı-devrimci' havayı yumuşatmasını ve daha basiretli hale getirmesini istedi. Engels, parti önderliğinin kararsız tutumunu ve 'tamamıyla yasal çerçeve içerisinde hareket etme' çabalarını en sert bir biçimde eleştirdi. Ama yürütme organından gelen baskılar altında provalardaki bazı pasajları çıkarmak ve bazı formülasyonları değiştirmek zorunda kaldı. (Bu değişiklikler ve çıkarmalar konusundaki ayrıntılar dipnotlarda gösterilmiştir. Bu girişin bugüne kadar elde kalmış olan provaları ve asıl elyazmasına yapılan atıflar, metni ilk biçimine getirmeyi olanaklı kılmaktadır. ) Sosyal-demokrasinin bazı önderleri, girişin bu kısaltılmış metnine dayanarak Engels'i iktidarın yalnızca barışçıl yöntemlerle ele geçirilmesini savunan, koşullar ne olursa olsun barışçıl olan, 'legalite quand même' aşığı olan bir kişi gibi gösterme girişiminde bulundular. Buna çok öfkelenen Engels, yazdığı girişin Neue Zeit'ta tam olarak yayınlanmasında diretti. Ama, giriş, bu dergide ancak yazarın yukarda değinilen nedenlerle yapmak zorunda kaldığı kısaltmalarla yayımlandı. Bu kısaltılmış haliyle bile giriş, gene de devrimci özünü korumaktaydı. Engels'in girişinin tam metni, ilk kez Fransa'da Sınıf Savaşımları, 1848-1850 'nin Sovyetler Birliği'nde çıkan 1930 baskısında yayınlandı. " (s. 656-657) Burada metinden çıkarılan bütün paragraf, tümce, sözcükleri, vb aktaracak değilim. Okura Giriş'in tümünü okumasını önermekle birlikte, metinden çıkarılan bir paragrafa özellikle dikkat çekmek isterim. Engels, 1848 devriminden sonra büyük kentlerde kurulan mahallelerin caddelerinin, yeni topların ve tüfeklerin adeta tam etkili olmalarını sağlamak için, uzun, dümdüz ve geniş olarak yapıldıklarını belirttikten ve barikat savaşı için Berlin'in kuzey ve doğusunu seçmesi için bir devrimcinin ancak deli olması gerektiğini vurguladıktan sonra şöyle devam eder (köşeli parantez içindekileri ben ekledim): "Bu demek midir ki, gelecekte sokak mücadelesi [çarpışması/savaşı] hiç bir rol oynamayacaktır? Hiç de değil. Yalnız şu demektir: 1848'den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için çok daha elverişsiz, birlikler [askeriye] için ise çok daha elverişli olmuştur. Şu halde bir sokak çarpışması, gelecekte, ancak bu elverişsiz durum başka etmenlerle kapatıldığı, giderildiği taktirde başarılı olabilir. Onun için, sokak çarpışması, büyük bir devrimin başlarında, gelişmesi sırasında olduğundan daha seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle girişmek gerekecektir. Ama o zaman da bu büyük kuvvetler, bütün Fransız Devriminde, 4 Eylül ve 31 Ekim 1870'te Paris'te olduğu gibi, kuşkusuz, açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır. " (a. g. y., s. 242) Engels'e yönelik haksız eleştirinin Parti Yolunda dergisinin sayfalarında düzeltilmesini önerirken, gelecekte böyle ciddi hatalardan kaçınabilmek için, titiz bir kaynak kontrolü yapılmaksızın herhangi bir bilginin kullanılmaması gerektiğinin önemine de dikkat çekmek isterim. Devrimci Bülten Sayı 31, Devamı...
|
 |
|
|
|