 |
 İÇİNDEKİLER
- 22 Temmuz Seçimleri ve Liberal yanılsamalar
- İşbirlikçi Tekelci Burjuvazinin Politik Krizi ve “İkili İktidar”
- Sosyalist Devrim ve Uluslararası Tekelci Sermaye Karşısında Tutum Sorunu (II)
- İşbirlikçi Tekelci Burjuvazinin Politik Krizi ve Tarihsel Sonuçları Üzerine
22 TEMMUZ SEÇİMLERİ VE LİBERAL YANILSAMALAR 22 Temmuz seçimlerinden sonra, ikili bir iktidarın oluşumunun ürünü olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin (İTB) politik krizi yeni bir sürece girdi. Erken seçim taktiğine başvurarak AKP, kendi hükümetine karşı geliştirilen provakasyonlar dalgasını ve bu temelde AKP hükümetini düşürme ve devletin yörüngesini tam değiştirme tehlikesini şimdilik savuşturmayı başardı. 22 Temmuz seçimlerinden önce AKP’nin yine birinci parti çıkacağı bekleniyordu ama % 46, 9’luk bir oy oranı alacağı pek beklenmiyordu. Bu durum karşılıklı olarak taktiklerde bir değişikliğe neden oldu. Danıştay saldırısı ile başlayan ve Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar dereceli olarak yükselen provakasyonlar, ilginç bir şekilde seçimlerden sonra birden kesildi. Bu durumdan da çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki bu provakasyonların sıradan olaylar olmadığı ama planlı ve organizeli bir şekilde bir merkezden yönetildiğidir. AKP’nin seçim zaferinden sonra, Genelkurmay odaklı olan ve aşırı Türk milliyetçileri, CHP ve bazı liberallerin oluşturmuş oldukları politik cephe, büyük bir hasar aldı ve seçimlerden önceki saldırı stratejisi yerini savunma stratejisine bıraktı. Bu durum seçimler ile ortaya çıkan yeni politik güç ilişkilerinin sonucudur. Seçimlerden AKP’nin oy oranını arttırarak çıkması, onun temsil etmiş olduğu cephenin, devleti tamamen kendi politik yörüngesine çekebilecek politik güce ulaştığı anlamına gelmemektedir. Oy oranları her zaman politik bilinç ve örgütlenme düzeyi ile orantılı bir durum değildir. AKP’nin seçimlerdeki başarısı ülke ve dünya konjonktürü ile yakından alakalı bir durumdur. Türkiye ekonomisi 2002 yılından itibaren dünya ekonomisinin büyümesine paralel olarak ve onun büyümesine dayanarak bir büyüme içerisindedir. Her yıl Türkiye ekonomisi 20-30 milyar dolar arası büyümekte ve bu miktar toplumun hayat damarlarına şu ya da bu şekilde pompalanmaktadır. Bu ekonomik büyüme İMF ile yapılan kredi anlaşmaları (17. Stand by) ve AB ile yürütülen müzakereler ile desteklenmiş vede bu temelde burjuva-demokratik reformlar yapılmıştır. Bütün bunlar halkta burjuva-demokratik eğilimleri güçlendirmiştir. Ama AKP hükümeti çok hassas ekonomik ve politik dengeler üzerine oturmuştur ve bu dengelerin çok kısa bir zaman içerisinde sarsılması ve bozulması tehlikesi vardır. Türkiye’nin 2000 ve 2001 krizinden sonra uygulamaya soktuğu “ekonomik reform” bilinçli yapılan bir tercih değil, ekonominin daha da kötüye gidişini durdurmak için zorunluluktan dolayı uygulamaya konulan bir önlemler paketidir. 2000 ve 2001 krizinden önce yüksek düzeydeki cari açık (özellikle dış ticaret açığından kaynaklanmaktaydı), Türkiye ve dünya ekonomisi büyüdükçe (1990-1997 arası yıllık bazda Türkiye ekonomisi yaklaşık % 7-8 olarak büyüyordu); bu temelde Türk İTB, uluslararası mali piyasalarda kolay borçlandıkça; yabancı sermayeyi de gerek direkt yatırımlar gerekse de Ortak-Girişim biçiminde çektikçe ve aynı zamanda da yüksek faiz yoluyla kısa dönemli portföy biçimindeki para sermayeyi çekerek döviz rezervlerini arttırdıkça; yine bunlara ek olarak Türk İTB’nin (burada İTB’nin orta katmanı sözkonusudur) üretkenlik düzeyini az çok dünya piyasasındaki rekabet temelinde rasyonel bir düzeye çıkarıp ihracatı arttırıp döviz girdisini yükselttikçe, yüksek düzeydeki cari açık bir sorun teşkil etmiyordu. Çünkü Türkiye ekonomik büyümenin vermiş olduğu avantajlar sayesinde, borçlarını döndürebilmek için gerekli döviz rezervlerini elde edbiliyor ve bu temelde de ödemeler dengesini disiplin altına alabiliyordu. Bu noktada uluslararası konjonktür kilit bir öneme sahipti. Türkiye ekonomisinde ortaya çıkan cari açık ve bu temelde de ödemeler dengesinin bozulması sorunu, temelde gelir İşbirlikçi tekelci sermaye (İTS) ile uluslararası tekeller arasındaki üretkenlik farkı ya da ölçek farkı sorununa dayanır. Bu sorunun belirgin olarak ortaya çıktığı dönemler herhangi bir konjonktür değil belirli bir konjonktür dönemleridir. Her ekonomik kriz döneminin ardında gerek uluslararası tekelci sermaye gerekse de onunla bağlantılı bir şekilde İTS, üretimin teknik temelini geliştirici önlemler alırlar ve yeni bir sermaye devrini bu temelde başlatırlar. Başlangıçta talep arzdan üstündür ve bu temelde uluslararası piyasa fiyatları, uluslararası ortalama değerin üzerinde oluşur. Fiyatların bu temelde belirlenmesi yani en kötü üretim koşullarında üretim yapan (bu noktada 1990-1999 arası İTS’nin orta katmanı sözkonusudur) kapitalistler tarafından belirlenmesi aynı zamanda fiyatların en yüksek olduğu, bundan dolayı da yüksek karların elde edildikleri dönemlerdir. İşte bu dönemler aynı zamanda Türkiye gibi ülkelerin yüksek derecede büyüdüğü dönemlerdir. Ama dünya piyasasında arz ve talep dengeye gelmeye başlayınca yani talep eski baskın düzeyini kaybetmeye başlayınca, böylece uluslararası çapta arz ile talep bir denge oluşturunca, uluslararası piyasa fiyatları, uluslararası ortalama değerin üzerinden aşağıya doğru sallanmaya başlar. Bu sallanış sonucunda, uluslararası piyasa fiyatları ile uluslararası ortalama değer çakışır ve kar oranlarının uluslararası çapta bir eşitlenme eğilimi ortaya çıkar. Bu çakışma sonucunda en kötü üretim koşularında üretim yapan (İTS’nin orta katmanı) kapitalistler üretmiş oldukları artı-değerlerin bir kısmını gerçekleştiremezler. Artı-değerlerin bu gerçekleştiremedikleri kısmı, en iyi üretim yapan kapitalistlere (bu durumda uluslararası tekellerdir) akmıştır. Ama ortalama sermaye bileşenine sahip olan kapitalistler ise ne başkalarının artı-değerini elde etmişlerdir ne de kendi artı-değerlerini kaybetmişlerdir. 1990-2000 arası dönemde bu ortalama bileşenli sermayenin İTS’nin büyük katmanı olduğunu söyleyebiliriz. (1) İTS’nin orta katmanının bu kayıbı hiç kuşkusuz Türkiye gibi ülkelerin ihracat-ithalat dengesine olumsuz bir şekilde yansıyarak, dış ticaret açığının bundan dolayı da cari açığın büyümesinde önemli bir etkendir. Bu dönemler aynı zamanda ülke ve dünya ekonomisinde büyümenin hız kesmeye başladığı ve ekonomilerin küçülmeye başladığı dönemlerdir. Bu dönemlerde dünya pazarında rekabet daha da kızışır ve bundan dolayı meta fiyatları daha da aşağıya doğru hareket etmeye başlar. Belirli bir zaman sonra uluslararası piyasa fiyatları, uluslararası ortalama değerin altına düşmeye başlar ve en iyi üretimde bulunan kapitalistler (bu durumda uluslararası tekellerdir), uluslararası piyasa fiyatlarını belirlerler. Bu durumda ortalama sermaye bileşenine sahip olan sermayeler, üretmiş oldukları artı-değerin bir kısmını gerçekleştiremezler ve bunu en iyi üretimde bulunan sermaye gruplarına yani uluslararası tekellere bırakmak zorunda kalırlar. En kötü üretim koşullarında üretim yapan kapitalistler ise iflas ederler.
İşte 2000 ve 2001 yıllarında Türkiye’de İTS’nin orta katmanı iflas ederken, büyük katmanı da karının bir kısmını uluslararası tekellere bırakmak zorunda kalmıştır. Eğer o dönemdeki ekonomik veriler incelenirse bu çok açık bir şekilde ortaya çıkar. İTS’nin iflas eden orta katmanının mülkleri ya uluslararası tekellere ya da İTS’nin büyük katmanına devlet tarafından satıldı. Bu aynı zamanda sermayenin merkezileşmesidir de.
Yukarıda kısaca ele aldığımız bu süreç aşağı-yukarı 10-12 yıllık bir süreci kapsadı. (2) 1980’li yılların sonunda Türkiye ve dünyadaki ekonomik kriz (bu kriz Sovyet blokunun çökmesine neden oldu), Türkiye’de 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleşmesine ve Lira’nın konvertibl bir paraya dönüşmesine neden oldu. Sabit kur sistemi ile de sermaye hareketlerine bir tür kısıtlama da getirildi. Yine bu dönem İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın (İMKB) açıldığı ve şirketlerin hisse senetlerinin işlem gördüğü ve böylece de finansman kaynaklarının arttığı; yine bu yıllarda İTS’nin orta ve büyük katmanının uluslararası tekeller ile Ortak-Girişim biçiminde gelişiminin arttığı ve bu temelde üretkenlik derecelerinin geliştiği bir dönemdi.
Bunun sonucu olarak Türkiye, 1990-1997 yılları arasında yıllık bazda % 7-8 gibi bir büyüme yakaladı. Ama ne zamanki 1980’li yılların sonunda başlayan yeni devir hareketi 2000-2001 arası sonuna gelmeye başladı ve uluslararası meta fiyatları 1997 yılından itibaren düşmeye başladı, İTS’nin orta ve büyük katmanları ile uluslararası tekeller arasındaki üretkenlik farkı bütün çıplaklığıyla kendisini gösterdi, işte o zaman 1990’lı yılların başlarındaki denge sarsılmaya başladı.
1997’den itibaren uluslararası piyasa fiyatları aşağıya doğru düşmeye başlayınca (bu dönemdeki Asya ve Rusya krizi ile en çok hassas ve kırılgan ekonomik ölçekler su yüzüne çıkmaya başlamışlardır), Türkiye’nin ihracat gelirleri ithalata oranla düşmeye başladı. Bundan dolayı cari açık daha da yükseldi. Cari açığın daha da yükselmesi, dövize olan talebi arttırdı ve döviz kurları aniden yukarı doğru fırlamaya başladı. Lira’ya yatırım yapan yabancı para sermaye panik halinde dövize yönelmeye başladı. Para piyasalarında dövize bu kitlesel yönelme likidite sorununu arttırdı ve Merkez Bankası piyasaya döviz enjekte etmeye başladı. Bunun sonucunda Merkez Bankası’nın döviz rezervleri hızla erimeye başladı ve bu erime tehlikeli bir sınıra kadar düştü. Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin erimesi onun kurlara müdahale gücünü de zayıflatıyordu. Çünkü döviz kurlarının ekonominin dengesi açısından belirli bir düzeyde tutulması şarttır.
Yabancı para sermayenin hızla panik halinde Lira’dan dövize yönelmesi (üstüne üstlük Hükümet ile Cumhurbaşkanı arasında “Anayasa kitapçığı” krizi ile de üst üste düşünce) ve ülkeyi terketmesi sonucunda (bu bir gece de 5 milyar doları buluyordu) devalüasyon kaçınılmaz hale geldi.
Dünya pazarında meta fiyatlarının düşmesi üç yönden Türkiye ekonomisini kıskaca alınmasına neden oldu:
·İhracat gelirlerinin düşmesiyle ülkeye döviz girişinin düşmesi; ·Cari açığın gerektirmiş olduğu döviz talebi karşısında döviz kurlarının yükselmesi ve yabancı sermayenin ani çıkışı; ·İhracat gelirleri ve bu temelde de döviz girişi düşerken, dünya piyasasında fiyatların İTS’nin orta ve büyük katmanının fiyatlarının da altına düşmesi sonucunda (bu noktada Çin ve Hindistan gibi ülkelerde daha ucuz maliyette üretilen metaların girişi önemli bir rol oynamıştır), ülkede varolan dövizin de yurt dışına akmasına neden olması.
Türkiye 2000 ve 2001 krizlerinden, ithalatı baskı altına alarak yani iç tüketimin düzeyini düşürerek ve döviz tasarrufu yaparak, İMF ile de 17. Stand-by anlaşmasını yaparak ; devalüasyonla da İTS’nin metalarının ihracat gücünü arttırarak ve bu temelde de ödemeler dengesini disiplin altına alarak çıktı. Ancak krizden tam çıkışın ve bu çıkışın az çok sürekli olması için uluslararası sermayenin yoğun bir şekilde çekilmesine ihtiyaç vardı. Bunun da bir bedeli vardı: İMF, AB ve ABD, Türkiye’den sermaye hareketlerini tamamen serbest bırakmasını ve sabit kur sisteminden dalgalı ya da esnek kur sistemine geçmesini talep ettiler. Bu İTS’nin bir kısmının ama özellikle de büyük katmanının uluslararası tekelci sermaye ile sıkı bir şekilde iç içe geçmesi ve bağımlılığının artması ve bu temelde de Türkiye’nin politik bağımlılığının daha da artması anlamına geliyordu.
2000 ve 2001 krizi, İTS’nin orta katmanının tek ekonomik iflasına yol açmadı ama onun politik temsilcilerinin (ANAP, DYP, DSP) iflasına da yol açtı. Bu partilerin politik küçülmeleri hiçbir şekilde tesadüf değildir. Ekonomik temellerinin kayıp gitmesine paralel olarak politik temelleri de kayıp gitti.
2000 ve 2001 ekonomik krizinin çok önemli iki sonucu oldu. Bunlardan biri ekonomik diğeri ise politiktir.
Kriz, ekonomide alınan yeni önlemler sonucunda, İTS’nin büyük katmanının, uluslararası tekeller ile bütünleşme ve sıkı bir şekilde iç içe geçmesi sonucunda ülke ekonomisindeki ağırlığının artması ve toplumun ekonomisinin bütün sinir damarlarının tamamen kendisine bağlamasına neden oldu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ama özellikle de 1980’li yılların sonlarından itibaren gelişen ve güçlenen orta katmanın yanında ikincil bir konumda olan İTS’nin büyük katmanı, 2000 ve 2001 krizlerinden sonra temel sermaye konumuna geldi. Bu dönemdeki ekonomik düzenlemeler İTS’nin büyük katmanının ekonomik gelişiminin önünü açtı.
Ama bu ekonomik bağımlılığın daha da gelişmesi beraberinde Türkiye’nin emperyalistlere politik bağımlılığın daha da gelişmesini gerektiriyordu. Aksi taktirde sermayenin yoğun bir şekilde Türkiye’ye akma süreci kesintiye uğrayacak ve ülkeye gerekli olan yabancı sermaye akışı duracaktı. Yabancı sermayenin akışının durması, ülkenin krizden krize sürüklenmesi anlamına gelecekti. İşte bu dönemde AB ile entegrasyon süreci ABD’nin de desteği ile hız kazandı ve ekonomik alandaki gelişmelere sağlam bir politik biçim kazandırma girişimleri hızlandı. Ama bu yeni döneme İTS’bin orta katmanlarının politik temsilcileri (ANAP, DYP, DSP) adapte olamadılar. Her ne kadar AB ile entegrasyonu savunsalar da bu dönüşümü yani yarı-bağımlılıktan tam bağımlılığa giden dönüşümü gerçekleştirme iradesinden yoksundular. İşte bu noktada AKP ortaya çıktı ve AB ile olan entegrasyon sürecinin bayraktarlığını eline geçirdi. Emperyalistler ile ekonomik ilişkilerin daha da geliştirilmesi doğrultusunda politik ilişkileri geliştirmeye başladı ve bunda ilerledikçe de emperyalist sermeyenin Türkiye’ye akışını sürekli hale getirdi.
Bu noktada AKP’nin tarihsel yeri ile ilgili olarak teorik bir belirlenim yapmak zorundayız. Bundan sonra olayların genel eğilimini görmek için şu soruya doğru yanıt vermek zorundayız: AKP İTS içerisinde hangi katmanın toplumsal ve politik temsilcisidir ve tarihsel olayların gelişimi içerisinde bu katmanın tarihsel rolü ve bu rolün sınırları nelerdir?
Bu soruya verilecek doğru yanıt bir çok sorunun çözümüne kilit oluşturur.
Tarihsel deneyim şunu göstermiştir ki, İTS’nin orta katmanı ile büyük katmanı arasında, her ikisinin tarihsel olarak iç içe geçtiği, birinin diğerine dönüşümünde geçici olarak varolan bir ara dönem vardır. Bu dönem İTS’nin orta katmanını tarihsel olarak aşar ve İTS’nin büyük katmanına da bir giriş oluşturur. Bundan dolayı bir tür melez bir yapı oluşturur. İşte AKP, İTS’nin orta katmanından büyük katmanına dönüşüm döneminde ortaya çıkan ve yapısında hem orta katmanın özelliklerini hem de büyük katmanın özelliklerini barındıran (zaten politik bileşenine bakıldığı zaman dahi bu kolayca görülür) melez bir politik örgütlenmedir.
İTS içerisinde buna benzer bir tarihsel dönem yine yaşanmıştır. O da ithal ikameci sanayileşmeden ihracata dönük sanayileşme geçerken, 12 Eylül darbesinden sonra ANAP ile ortaya çıkan dönemdir.
AKP’nin tarihsel yerini belirledikten sonra sıra onun tarihsel kapasitesi ve bunun sınırları sorununa geldi.
Bu partinin ve temsil etmiş olduğu eğilimin bir tarihsel sınırı vardır. Yani tarihsel olayların gelişiminin belirli bir sınırından sonra aşılacaktır. Nasıl kendisinden önceki eğilimler aşıldıysa o da aşılacaktır. Peki bu sorun kendisini nasıl ortaya koyacaktır?
İTS’nin büyük katmanı, emperyalist sermaye ile Ortak-Girişim biçiminde daha da sıkı bir şekilde içiçe geçerek geliştiği için , ilk başlarda ülkeye yabancı sermayenin gelişinden oldukça memnundur. Çünkü üretkenliğinin gelişmesi ve bu temelde de ekonomik ölçeğinin büyütülmesi için gerekli sermayeye kavuşmaktadır. Onun için 2002’den sonra İMF ile yapılan Stand-by anlaşması ve AB ile entegrasyonun geliştirilmesi doğrultusundaki politikaları çok sıkı bir şekilde desteklemiştir.
Ancak işte tam da bu noktada bir sorun vardır. Türkiye’de sermaye hareketlerinin tam serbestleşmesi , yüksek faiz ve dalgalı kur sistemi, yabancı sermayenin daha da yoğun bir şekilde ülkeye girmesine neden olurken aynı zamanda giderek rekabetin baskısı altında, Ortak-Girişim şirketlerinde emperyalist sermayenin payı, İTS’nin büyük katmanının payı alehine ağırlık kazanmaktadır. Belirli bir sınırdan sonra ise onu tamamen kendisine bağlayacaktır. İşte gelecekteki ekonomik kriz bu bağlanmayı daha da arttıracaktır.
Daha önce İTS’nin orta katmanının ekonomik iflasını gerçekleştiren süreç, bu sefer İTB’nin büyük katmanını adım adım iflasa sürükleyecektir. Ama bu süreç birden değil yavaş yavaş olacaktır. Genellikle sermayenin bir devir hareketi 10-12 yıllık bir süreci kapsar. 2000-2001 yıllarında başlayan yeni devir hareketi sonuna 2010-2012 yıllarına doğru gelir. Devir hareketinin sonuna yaklaştıkça, uluslararası tekelci sermaye ile İTS’nin büyük katmanı arasındaki üretkenlik farkının ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Nasıl 2000 ve 2001 krizlerinde, uluslararası piyasa fiyatları önce uluslararası ortalama değer ile çakıştı ve bu temelde İTS’nin orta katmanının bir kısım karını uluslararası tekellere akıttı ve sonra da uluslararası piyasa fiyatlarının uluslararası ortalama değerin altına düşmesi sonucunda da bu katmanın iflasına neden oldu, aynı şekilde İTS’nin büyük katmanı da bu süreci yaşayacaktır. Bu sürecin nasıl cereyan edeceği aşağı-yukarı bellidir: Uluslararası piyasa fiyatlarının aşağıya sallanması sonucunda, İTS’nin büyük katmanı üretmiş olduğu artı-değerin bir kısmını gerçekleştiremeyecek ve bu gerçekleştiremediği kısım ihracat gelirlerinden bir düşüşe neden olacaktır. Bu düşüş, borçların dönderilmesi için gerekli döviz rezervlerinde bir düşüşe neden olacak ve bundan dolayı da dövize olan talebi arttıracaktır. Dövize talebin artması zaten dalgalanmaya bırakılan döviz kurlarının fırlamasına neden olacaktır. Döviz kurlarındaki bu fırlama, yüksek fazi için Türkiye’ye gelen ve döviz bozdurup YTL’ye yatırım yapan uluslararası para sermayenin zarar etmemek için hemen YTL’li bırakıp dövize hücum ederek ülkeyi terketmesine neden olacaktır. Bu durum döviz kurlarındaki fırlamayı daha da arttıracak ve İTS’nin büyük katmanının rekabet gücüne büyük darbe vuracaktır. Sonuçta devalüasyon kaçınılmaz hale gelecek ve ithalatın baskı altına alınarak ihracatın geliştirilmesine yine aynı şekilde iç tüketimin gerek yüksek enflasyon yoluyla gerekse de onbinlerce işçinin işden çıkarılması ile kısıtlanmasına neden olacaktır.
İşte tam da bu noktada İTS’nin büyük katmanı iki seçenek ile karşı karşıya kalacaktır:
·Uluslararası tekelci sermayenin ezici çoğunluğunu oluşturduğu bir ekonomik örgütlenmeyi kabul etmek; ·Ya da İTS’nin büyük katmanı içerisinde uluslararası tekelci sermayenin payını sınırlandırmaya çalışma ve “Türk kökenli” sermayenin payını arttırmaya ve bu temelde de tam sömürgeleşmeye direnmek.
Bugün Türkiye’ye akan uluslararası tekelci sermayeyi alkışlayanlar ve AKP’ye övgü düzen İTS’nin büyük katmanı, bir ekonomik kriz anında onunla rekabet edemeyeceklerini anladıkları zaman, ona düşman kesilmeye başlayacaklardır. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesini kısıtlamaya çalışacaklar ve dalgalı kur ve yüksek faiz politikasını terketmek için yeni politik arayışlara gireceklerdir. Ama bunu yapmak istedikleri andan itibaren de köklü bir politik değişikliğe gitmek zorunda kalacaklardır.
Bir sosyalist devrimin Türkiye’yi emperyalist sistemin dışına çıkarma ihtimalinin yokluğunu varsayarsak eğer, o zaman sorunun İTS’nin kendi içerisinde çözüleceği seçeneğini de kabul etmiş oluruz.
İşte devir hareketinin sonuna doğru (2010-2012) ortaya çıkacak bir ekonomik kriz, bu sefer rüzgarı tersine tamamen çevirecek ve AKP’nin hükümetten şu ya da bu şekilde indirilmesine ve yerine İTS’nin büyük katmanının, uluslararası sermaye karşısında payını daha iyi korumaya çalışan aşırı Türk milliyetçi bir politik eğilimin gelmesine yolaçacaktır. İTS’nin büyük katmanı içerisinde yabancı sermayenin kısıtlanmasının ve bunun sosyal sonuçlarının halka kabul ettirilmesi için toplumsal ölçekte Türk milliyetçiliğinin örgütlendirilmesine ihtiyaç vardır.
Ülke içerisindeki kaynakların kullanımı özellikle de devletin ve özel sektörün iç mali piyasalarda borçlanması, İTS’nin büyük katmanının mali kaynaklarının kısıtlanmasına yolaçacaktır. Çünkü iç mali piyasalardaki sermaye birikimi hem özel hem de devlet için gerekli para sermaye birikiminden yoksundur. Böyle bir durumda genellikle özel sektörün iç mali piyasalarda dışlanması ortaya çıkar. Çünkü özel sektör borçlanma yönünde devlet hazinesi ile yarışamaz. Bu durum ülkenin ekonomik büyümesinin ortalamanın altında büyümesine neden olur. Mali imkanların bu kıtlanması (ki üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki keskinleşmeyi oldukça arttırır) devletin daha saldırgan bir politikaya sürüklenmesine neden olacaktır. Yabancı sermayeye kısıtlama getirilmesi ile devletin saldırgan ve totaliter karakterinin gelişmesi el ele giden bir süreç olabilir ancak.
Yabancı sermayeye kısıtlama getirme girişimi yani dış kaynağın ülkeye çekilmesi yolunun az çok sekteye uğratılması ve iç kaynağın azami derecede sadece devletin kapsamlı müdahalesiyle İTS’nin büyük katmanına akıtılması süreci Türkiye toplumunu tek kelimeyle yıkıma sürükler. Böyle bir politika gerekli sermayeyi, ağır vergiler yoluyla, azınlık ve ezilen uluslara ait burjuvaların sermaye birikimlerinin ahlaksız ve zorba bir şekilde Türk İTS’nin büyük katmanına aktarılmasıyla ve aynı şekilde işçi sınıfı ve halkın korkunç baskı altına alınması ve sızdırılan artı-değerin azami bir düzeye çıkarılması ile ancak o da geçici bir süre için sağlayabilir. Yabancı sermayenin birikiminin yerine iç birikimin konulması, toplumun tamamen zapturap altına alınması sayesinde kısmi olarak gerçekleştirilebilir.
Yabancı sermayenin payının kısıtlanması politikası ve gerekli olan sermayeyi elde etme sorunu Türkiye’yi dış politikada ancak zorbalığa ve maceracılığa sürükleyebilir. Türki Devletler Birliği hedefi peşinde koşma ve Orta Asya’daki ulusları ve onların zayıf sermayelerini kendisine bağlama ve Ortadoğu’da İran’ın zayıflatılarak kendi payının güçlendirilmesine çalışma arayışları kaçınılmaz bir şekilde dış politikanın ana unsurları durumuna gelecektir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni soykırımı, Almanya’da Yahudi soykırımı ve yine SSCB’de milyonlarca insanın toplama kamplarına toplanması ve ağır işler sonunda ölmeleri, sadece bu iç sermaye birikimine dayanılarak sanayileşmeyi geliştirme anlayışının bir ürünü olarak ortaya çıktı. Hiç kuşkusuz gelecekte yani AKP’nin devrilmesinden sonra ortaya çıkacak olan böyle bir politik anlayışın temsilcileri MHP, BBP ve onlar ile az çok çıkarları çakışan TSK’nın üst bürokratik kesimleri olabilir.
Onun için AKP’nin şu andaki seçim zaferi bu makalenin başında da belirttiğimiz gibi konjonktüreldir ve bu konjonktürün değişmesi ölçüsünde de kazanımlarının erimesi kaçınılmazdır. AKP’nin seçim zaferinin kalıcılığı üzerine yine AB ve burjuva demokrasisi üzerine politik hesap yapan libaraller ve onlara şu ya da bu şekilde endeksli olan küçük-burjuvaların sevinci kısa sürecek ve liberal yanılsamalarının bedelini ağır ödeyeceklerdir.
Komünistlere gelince onlar, liberal ve küçük-burjuvazinin hayal dünyasını asla takip etmeyecekler ve onların yanılsamalarına karşı amansız mücadele yürüteceklerdir. Marksizmin militan materyalizmi ile kuşanan komünistler tarihsel gelişmenin genel çerçevesini az çok doğru bir şekilde bilince çıkararak kendilerini bu tür liberal ve küçük-burjuva yanılsamalı tuzaklardan koruyacaklardır ve devrimci ve gizli bir örgütün oluşturulması ve geliştirilmesi çabalarından asla vazgeçmeyecekler ve bu görevi sulandıran oportünistlere karşı ideolojik, politik ve örgütsel olarak da uzlaşmaz mücadele yürüteceklerdir.
DEVRİMCİ BÜLTEN
Devrimci Bülten Sayı 45, Devamı...
(1) Bunları nasıl hesapladığımız bu makalenin sınırlarını aşar ve başka makalelerin konusudur.Şimdilik genel bir belirlenimle yetiniyoruz.
(2) Kar oranlarının dönemsel olarak eşitlenme eğilimi sorunu Marx tarafından Kapital-III’de işlenmiştir.Daha geniş bilgi için oraya bakılabilir.Bizin burada yaptığımız Marx’ın genel ilkelerinin belirli bir somut döneme ampirik uygulanmasıdır.
|
 |