 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 32 (1) |
 |
 |
İÇİNDEKİLER
- Ortadoğu’da Emperyalist Savaş ve ABD ve Avrupa Emperyalizmi Kıskacında Türkiye
- ABD Emperyalizminin Yeni Resmi İdeolojisi ve Bunun Politik ve Askeri Sonuçları Üzerine
- Komünist Devrimci Savaşımda Gereksinimi Duyulan Nasıl Bir Partidir?
- Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim
ORTADOĞU’DA EMPERYALİST SAVAŞ VE ABD VE AVRUPA BİRLİĞİ KISKACINDA TÜRKİYE
ABD emperyalizminin başını çektiği emperyalist koalisyon, Irak devletine karşı yıllardır yürüttüğü düşük yoğunluklu savaşı tam bir savaşa dönüştürerek Ortadoğu’nun politik haritasını savaş aracılığıyla yeniden çizme eylemini yeni bir aşamaya yükseltti.
Emperyalist ideologlar ve politikacılar tarafından “önleyici savaş” olarak nitelenen bu savaş, emperyalist haydutların savlarının tersine, yalnızca gerici ve katliamcı Baas/Saddam rejimini hedef almamaktadır. Bu savaş sömürülen ve ezilen Irak halkları başta gelmek üzere, bütün Ortadoğu halklarına karşı yürütülen emperyalist bir savaştır. Bu, aynı zamanda, emperyalist büyük güçler arasında enerji ve diğer hammadde kaynakları, pazarlar ve etki alanları için “normal” zamanlarda “barışçıl” araçlarla yürütülen “barışçıl” emperyalist paylaşım savaşımının, rakip emperyalist devletler için şimdilik dolaylı da olsa, askeri bir biçime dönüş-mesidir de. Küresel politik-ekonomik yeniden yapılandırma sürecinin yeni bir aşaması, uluslararası güç sisteminin yeniden düzenlenmesi ya da “yeni dünya düzeni” kurma emperyalist stratejisinin askeri araçlarla sürdürülmesidir.
Türk devleti, ABD üslerinin modernizasyonuna ve askeri amaçlı yeni tesislerin yapılmasına izin vermesiyle; kesin sayısı bilinmeyen çok sayıda ABD askerinin ve askeri aracın Güney Kürdistan’a (Kuzey Irak’a) geçmesine olanak tanımasıyla; Türkiye hava sahasını emperyalist koalisyonun savaş uçaklarına açan ve Güney Kürdistan’a silahlı kuvvetler göndermeye izin veren tezkerenin parlamentoda kabul edilmesiyle emperyalist koalisyonun dolaysız bir üyesi durumuna gelmiştir.
Savaşın amacı nedir? Varolan Baas rejimini yıkarak ABD yanlısı politik bir rejimin kurulması emperyalist savaşın kısa-erimli amaçları arasındadır. ABD emperyalizminin uzun- erimli amacı, ABD’li kimi emperyalist ideolog-politikacıların ABD yüzyılı olarak tanımladıkları 21. yüzyılda, ekonomik, politik ve askeri güç ilişkilerini küresel düzeyde yeniden örgütlemektir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için genel olarak enerji kaynaklarının, özel olarak da petrol kaynaklarının kontrol altına alınması ve bölgesel düzeyde güç ilişkilerinin yeniden örgütlenmesi gereklidir. Batı Avrupa emperyalist devletleri ve Japonya büyük ölçüde olmak üzere, ABD dahil, Batılı denilen kapitalist-emperyalist güçler, değişen derecelerde olmak üzere ekonomik olarak Ortadoğu petrollerine bağımlıdırlar. Bu nedenledir ki, Ortadoğu’nun politik haritasının yeniden çizilmesi uzun-erimli bu emperyalist stratejinin temel unsurlarından biridir. Ortadoğu petrollerinin giderek artan biçimde ABD’nin denetimine girmesi demek, diğer şeylerin yanı sıra, ABD’nin Batı-Avrupa ve Japonya’daki emperyalist-kapitalist ekonomiler, dolayısıyla bu bölgelerdeki devletler üzerindeki ekonomik, politik ve askeri etkisini artırması demektir.
Ortadoğu (1) yalnızca petrol kaynakları bakımından önemli değildir. Basra körfezi çevresindeki ülkeler başta gelmek üzere birçok bölge ülkesi, özellikle ABD, Rusya, Fransa, İngiltere gibi kapitalist-emperyalist ekonomilerin savaş sanayileri için devasa öneme sahip birer pazardırlar da. Bunun için bölgedeki ‘Batı’ karşıtı olan ya da öyle görülen politik rejimlerin devrilmesi gerekir. ABD emperyalizmi Irak’ta kendine bağımlı “güvenilir” politik bir rejim kurmayı başaracak olursa, uzun-erimli stratejisini gerçekleştirmek için daha da saldırgan bir küstahlıkla, örneğin İran gibi başka bölge ülkelerindeki politik sistemleri de yıkmaya çalışacaktır. Biçim ya da biçimleri ne olursa olsun, ABD’ye “güvenilir” işbirlikçi politik rejimler gerekiyor. Irak’a karşı savaş bir deneydir. Deneyin başarılı olması durumunda yalnızca Irak halkları için değil, Orta ve Yakındoğu, Kafkasya ve Orta Asya halkları başta olmak üzere dünya halkları için yeni bir karanlık döneme girilecektir. Özellikle de Filistin ve Kürt ulusal sorunlarının giderek ağırlaştığı tarihsel koşullarda.
Bölge, Kafkasya’nın ve Hazar Denizi havzasının petrol ve doğalgaz yataklarını kontrol etmek söz konusu olduğu sürece, büyük bir askeri-coğrafi öneme sahiptir. Örneğin, Kafkasya ve Hazar Denizi havzası, gelecekte kendisine karşı büyük bir rakip olma potansiyeli taşıyan Rus emperyalizmine karşı emperyalist rekabetinde ABD emperyalizmi için büyük önem taşımaktadır.
Sözün özü, Baas rejimine karşı emperyalist savaş, emperyalist dünya egemenliği politikasının askeri araçlarla sürdürülmesidir. Bu nedenledir ki, bu savaş geniş bir çerçeve içinde düşünülmek, çözümlenmek, anlaşılmak ve açıklanmak zorundadır.
Gerek ABD önderliğindeki saldırgan koalisyon, gerekse Baas rejimi açısından gerici bir karakter taşıyan bu savaşta komünistler, yalnızca hem bölgesel gericiliği, hem de emperyalizmi zayıflatan, sosyalizm için savaşımı güçlendiren bir savaşımı destekleyebilirler. Böylesi bir karakter taşıyan savaşımın Irak devletinin sınırları içinde yürütüldüğüne ilişkin bir bilgimiz yok. Ama vurgulanmalıdır ki, emperyalist koalisyonun, özellikle ABD emperyalizminin yenilgisi hem bölgesel düzeyde, hem de dünya düzeyinde anti-emperyalist ve sosyalist savaşımı güçlendirici bir etki yapacaktır. Savaş öncesi izlenen politikalar ve savaş önemli tarihsel sonuçlar doğurmuştur ve doğurmaktadır. Irak sorunu bağlamında, emperyalistler arası ilişkilerin düzeyi ve niteliği de çok açık olarak gözler önüne serilmektedir. Rus sosyal-emperyalizminin başını çektiği Sovyet bloğunun çökmesinden sonra, emperyalistler arasında tam bir entegrasyona yönelik bir eğilimden ziyade, giderek derinleşen bir çıkar ve çelişkiler bütünlüğünün olduğu su yüzüne çıkmıştır.
Irak sorunu, biri politik diğeri askeri olmak üzere iki büyük emperyalist kurumda çatlamaya neden olmuştur. Avrupa Birliği ve NATO’daki çatlamaların, uluslararası emperyalist sistem üzerinde uzun-erimli derin etkileri olacaktır. Bunlara Birleşmiş Milletler’in giderek marjinalleşen ve Cemiyet-i Akvam’ın kaderine benzeyen durumu da eklendiğinde, uluslararası emperyalist sistemin önemli bir tarihsel dönemeçte bulunduğu ve de kendi yapısında büyük değişim ve dönüşümlerin cereyan etmekte olduğu kendiliğinden anlaşılır. Artık gelinen nokta da şu önemli tarihsel sonucu çıkarabiliriz: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan uluslararası politik ve askeri düzen ve bunun üzerine oturmuş olan politik ittifaklar çatırdamakta ve değişmektedir. Bütün bunlar da yeni bir nüfuz ve paylaşım mücadelesi etrafında şekillenmektedir. Ama elli yıldan fazla süren bir ilişkiler sisteminden başka birine geçmek de ne sorunsuz, ne sancısız, ne de savaşsız olacaktır.
Uluslararası emperyalist sistem içerisindeki değişim ve dönüşümlerin T. C. devleti üzerindeki etkilerinin incelenmesi ve onda hangi politik yönelim ve sonuçlara yol açabileceğinin belirlenmesi, komünist hareketin politik gelişimi açısından büyük önem arz eder. Teorik olarak, emperyalist sistem içerisindeki köklü dönüşümlere, Türkiye’nin iç politik yapısındaki köklü dönüşümler eşlik etmelidir. Çünkü, Türkiye uluslararası emperyalist ekonomik ve politik düzene şu ya da bu şekilde dolaylı ve dolaysız bir şekilde bağlanmıştır. Madem ki Türkiye’nin politik yönelimi emperyalist sistemin baskısı altında gerçekleşiyor, o zaman bu yönelimin doğrultusu da, emperyalist sistemin ağırlık merkezlerinin kendi aralarındaki ilişkilerin biçiminden çıkarılmalıdır.
Türkiye içinden geçtiğimiz süreçte bir denge politikası yürütmektedir. Hem AB ile, hem de ABD ile aynı anda bir stratejik ilişki yürütmektedir. Ama ABD ile Avrupa’nın bazı devletleri arasında (Fransa, Almanya, Belçika) çelişkiler derinleşirken, Türkiye’nin denge politikası nereye kadar gidebilir? Denge politikaları genellikle ara politikalardır. Bu dengenin oluşmasına yol açan ve onu koşullandıran temelin yok olması ile birlikte de bu denge politikası da yok olmaya mahkumdur. Yani olaylar öyle bir noktaya doğru ilerlemektedir ki, Türkiye iki stratejik ilişkiden (ABD ve AB) birisini kabul etmeyle karşı karşıya kalacaktır. Türkiye’nin bağımlılık ilişkilerini güçlendireceği emperyalistin kim olacağı ve onunla olan ilişkisinin biçimi de Türkiye Cumhuriyeti devletinin politik yöneliminin belirlenmesinde önemli bir yere sahip olacaktır. O halde uluslararası politik gelişmeler, Türkiye’nin denge politikasının temelini nasıl kaldırabilir ve bunun Türkiye’nin politik yönelimi üzerindeki etkileri hangi biçimde olabilir? Bu sorunun cevabı, büyük oranda, emperyalist devletlerin aralarındaki ilişkilere ve bu ilişkilerin niteliğine bağlıdır.
Son dönemlerin en önemli uluslararası politik olayı, hiç kuşkusuz ABD’nin Irak’a müdahalesine Fransız-Almanya bloğunun (bunlara daha sonra Rusya’da dahil oldu) açıkça karşı çıkmasıdır. Ama bu karşı çıkış hem AB’de, hem de NATO’da alttan alta yaşanan bölünmeyi de açıkça su yüzüne çıkardı. AB’nin sekiz üyesi (İngiltere, Hollanda, İtalya, İspanya, Portekiz, Çek Cumhuriyeti , Macaristan ve Polonya) açıkça ABD’nin yanında yer aldılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa, ABD ile Almanya arasında (Fransa’nın daha önce de olmuştu) bu düzeyde bir ters düşmesi söz konusudur. Ama bütün bunlardan ABD ile Almanya arasında tam bir kopmanın yaşanması da beklenmemelidir. AB’nin mevcut siyasi yapısı varolduğu müddetçe ve Rusya’nın potansiyel tehdit durumu (bugün büyük oranda azalmış olsa da) devam ettiği sürece, ittifak politikalarının tersine dönmesi beklenemez ve beklenmemelidir de.
Bugün hala Avrupa’nın askeri güvenliği NATO tarafından sağlanmaktadır. ABDsiz ve NATOsuz Avrupa Birliği, mevcut siyasi yapısı ile Rusya’yı Avrupa’da tek başına durduramaz. ABD’nin Avrupa’dan dışlanması, Rusya’nın Doğu, Orta ve Güneydoğu Avrupa’da ekonomik ve siyasi canlanma isteğini daha da kamçılar ki, bu hiçbir şekilde Almanya’nın işine gelmez. Kaldı ki, şu an bile Almanya’nın ABD ile bir stratejik ittifakı söz konusudur. NATO’da cisimleşen bu ittifak, NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin de temelini oluşturmaktadır. Ne ABD, ne de Almanya şu an ki durumda bu stratejik ittifakı kopartabilecek lükse sahip değildirler.
Ama gerçek olan bir şey var ki, o da ABD-Almanya stratejik ittifakının sarsılmakta olduğudur. Bu sarsıntının en büyük nedeni Fransa’dır. Bir ABD’li diplomatın da yerinde bir şekilde belirttiği gibi “Almanya’ya cesaret veren Fransa’dır. ”Almanya, Fransa ile olan ittifakına güvenerek ABD’ye karşı daha cüretkar davranmaktadır. Çünkü Almanya ne Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi’dir, ne de nükleer silahı olan bir güçtür. Ama buna karşın Fransa’nın bu iki olanağa da sahip olması, Almanya’nın daha cesaretli hareket etmesine neden olmaktadır. Ancak, Almanya, şimdilik, ne Fransa ile, ne de ABD ile olan stratejik ittifakını koparabilir. Yani her ikisi ile de bir stratejik ittifakı söz konusudur.
Ama Fransa için durum böyle değildir. Fransa’nın, Almanya ile ilişkisi bir stratejik ittifak düzeyindeyken, ABD ile değildir. Zaten NATO’nun askeri kanadına da 1995-96 yıllarında tekrar geri dönmüştür. Bu dönüş de stratejik olmaktan ziyade taktik nitelikliydi. Amacı NATO’nun karar mekanizmasında yer alarak, ABD nüfuzunu Avrupa’da daha çok daraltmaya çalışmaktı.
Ama ABD Irak meselesinden ders çıkararak, Almanya’nın kontrol dışı olan hareketlerini tamamen kontrol altına almaya çalışabilir. ABD’nin bunu başarabilmesi için Almanya’yı cesaretlendiren Fransa’yı uluslararası ilişkilerden tecrit etmesi gerekir. Fransa’nın tecridi Almanya’yı daha fazla ABD’ye bağlayacaktır. Almanya’nın ABD ile olan stratejik ilişkisinin devam etmesi, NATO’nun doğuya doğru ilerlemesinde kilit bir yere sahiptir. Aynı şekilde ABD-Almanya stratejik ilişkisi ABD’nin Avrasya stratejisinde de önemli bir yere sahiptir.
ABD muhtemelen Fransa ile Almanya arasında varolan çelişkilerden de yararlanmak isteyecektir. Eğer Fransa Irak’taki çıkarlarını tehlikeye atmamak için Almanya’yı yalnız bırakarak ABD ile Irak savaşına katılırsa (ya da başka sorunlarda Almanya’nın aleyhine olabilecek işbirliğine girecek olursa), Almanya’nın Fransa’nın bu hareketini cezalandırması beklenebilir. O zaman Almanya daha fazla ABD’ye yaklaşmak isteyebilir. ABD’nin elinde Fransız-Alman ittifakını çözecek güçlü kozlar vardır. Örneğin, İngiltere ile olan “özel” stratejik ilişkisi ve AB’nin diğer ülkeleri ile olan stratejik ilişkiler ve de NATO’nun doğuya doğru ilerlemesinde Fransa’nın dışlanması gibi bir çok politik araca sahiptir. Fransa’nın Almanya ile olan ilişkilerinin zedelenmesi (ki bu gelecek süreçte beklenmelidir, görünüş aldatıcı olmamalıdır) Fransa için tek kelime ile öldürücü olur. Çünkü o zaman Fransa’nın hiçbir emperyalist ülke ile stratejik ittifakı kalmayacaktır.
Peki Fransa böyle bir durumu kabul edebilir mi? Fransa böyle bir durumu istese de kabul edemez. Zaten uzun zamandan beri ABD-Almanya ittifakının, Fransa olmadan, doğuya doğru genişlemesinden huzursuzdur. Hatta bundan dolayı AB’nin doğuya doğru genişlemesini bile veto ediyordu. Bu rolü ise küçük devletlere ret oyu verdirerek (kendisi arka planda kalarak) yapıyordu.
Eğer ABD, Almanya’yı kendisine daha fazla bağlamak için Fransa’yı uluslararası ilişkilerden tecrit etmeye kalkışırsa, Fransa Rusya ile stratejik bir ilişki arayışına güçlü bir şekilde girişebilir. Zaten De Gaulle zamanından beri Fransa’nın izlediği bir denge siyaseti vardır. Fransa, ABD’nin Avrupa üzerindeki nüfuzunu sınırlamak için zaman zaman Sovyetler Birliği ile yakınlaşma politikası izliyordu. Ama bu sefer durum başkadır. Fransa’nın bu sefer Rusya ile ilişkisi ABD ile çelişkisinden dolayı ancak stratejik olabilir. Zaten Rus-Fransız ittifakının tarihte bir temeli de vardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Almanya’nın doğuya doğru ilerlemesine (aynı şekilde batıya doğru da) karşı Fransa-Rusya ittifakı kurulmuştu.
Olayların böyle bir noktaya sürüklenerek, AB içerisinde böyle bir bölünmenin yaşanması, Türkiye’deki reform sürecinin sona ermesi ve AB dinamiklerinin etkisizleşmeye başlamasına neden olabilir. Türkiye’de birçok kişi, daha şimdiden, “Geleceği şüpheli bir AB’ye ne kadar güvenmek gerekir?” sorusunu sormaktadır.
Türkiye’nin politik yönelimine yalnızca Avrupa’daki ilişkiler etki etmemektedir. Ortadoğu’daki gelişmeler de Avrupa’daki gelişmeler kadar (belki de daha fazla) önemlidir. Avrupa’yı kendi içerisinde bölen ve Ortadoğu’ya da daha derinlemesine giren bir ABD, Türkiye üzerine ağırlığını daha fazla koyacak ve de Türkiye’yi daha sıkı bağlar ile kendisine bağlayacaktır. İçinden geçtiğimiz süreçte unutulmaması gereken bir nokta da, bölgedeki güç sistemini yeniden örgütleme projesinde ABD’nin Irak’a vermiş olduğu önceliğin ABD’nin Ortadoğu’daki planlarında merkezi bir yer teşkil eden İran’ı unutturmaması gereğidir. Ortadoğu’da asıl hedef İran’dır. Çünkü İran bölgesel bir güçtür ve ABD’nin bölgedeki çıkarlarına büyük engel oluşturmaktadır. İsrail Savunma Bakanı Benjamin Ben Elizer “Temel düşmanımız Irak değil, İran’dır:İran 2005 yılına kadar nükleer bombaya sahip olacaktır. ” Derken buna işaret etmektedir.
ABD Irak savaşını hızlı bir şekilde sonuçlandırarak, İran nükleer bir bombaya sahip olmadan İran’daki rejimi devirmeye çalışacaktır. İran, Türkiye, Irak, Kuveyt, Pakistan, Afganistan, Azerbaycan gibi ABD emperyalizminin işbirlikçisi devletler tarafından çevrilmiş olacaktır. İran sorunu, Türkiye’nin iç politik yapısında köklü politik kaymalara neden olabilir. Çünkü İran’daki rejim de Afganistan, Irak ve Yugoslavya’daki rejimlerin çökertilmesi biçiminde dağıtılmaya çalışılacaktır. Yani İran’daki ulusal, dini ve etnik çelişkiler, işbirlikçi bir biçimde işlenerek ve bunlara “insan hakları” görünümü altında bazı burjuva-demokratik reformların gerçekleştirilmesi istemi de eklenerek, rejimin içten çözülmesi sağlanılacaktır. Elbette ki bunları büyük bir ihtimalle de dışarıdan bir askeri müdahale izleyecektir. İran’daki rejimin çökertilmesi sürecinde, İran’daki Azeri sorunu ABD’nin bastırması ile büyük bir önem kazanabilir. İran’ın kuzeyindeki Azerilerin ayrılıkçı hareketleri, bölgede Türkçü eğilimlerin gelişmesine büyük bir dürtü sağlayabilir. Azeri sorununun İran’da hassas bir konuma yükselmesi ve İran-Azerbaycan ilişkilerini gerginleştirmesi, Türkiye’nin politik yönelimlerine uyarıcı etkilerde bulunabilir. Türkiye’nin bölgede nüfuz mücadelesinde en hassas olduğu ülkelerden birisi Azerbaycan’dır. Azerbaycan’ın angaje olacağı bir politik ve askeri sorun, Türkiye’yi ister istemez içine çekecektir.
ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarının (özellikle de Irak ve İran’daki rejimlerin devrilmesinden sonra) Avrupa’nın iç politik yapısına ve ABD-AB ilişkilerine etkisi muazzam olacaktır. Ortadoğu’nun ABD çıkarlarına göre yeniden şekillendirilmesiyle, Avrupa enerji kaynakları bakımından çok büyük ölçüde ABD’ye bağımlı hale gelecektir. Bu nokta özellikle Almanya’nın ABD karşısındaki direncinin kırılmasında önemli bir yer işgal edeceğe benzemektedir. Almanya ve Fransa’nın, ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müdahalesine karşı çıkmasının altında, bu stratejik bölgenin ABD’nin eline geçmesiyle, ABD’den bağımsız hareket etme yetenek ve kapasitelerinin büyük darbe yemesi yatmaktadır. Bu politika, uzun dönemli olarak, ABD’nin Çin ve Rusya’nın üzerine giderken ve bunları dünyanın stratejik bölgelerinden atmaya çalışırken, Avrupa’yı da baskı altında tutma politikasına uygundur.
Irak sorununda çok çekinceli davranan Türkiye’nin mevcut AKP hükümetiyle, İran sorununda tamamen ayak diremesi olasıdır. ABD, Irak meselesinden ders çıkararak, Türkiye’de daha işbirlikçi ve saldırgan ve de bölgede nüfuz peşinde daha çok koşan bir politik yapının oluşması için bastırabilir. Böyle bir politik eğilimin Türkiye’de ne olduğu ise sır değildir. ABD’nin elinde Türkiye’nin ekonomik, politik ve askeri yapısını kendi çıkarlarına göre daha fazla şekillendirecek olanaklar mevcuttur. ABD ile daha fazla işbirliğine girmeyecek bir politik yapıyı hemen bekleyen sorunlar şunlardır: İMF kredilerinin askıya alınması. Nisan ayı yaklaşırken Ermeni meselesinin ABD Kongresi’nde ele alınıp onaylanması ve Birleşmiş Milletler gündemine taşınarak Türkiye’nin tazminat ödemeye mahkum edilmesi; Kıbrıs sorununda desteğin çekilmesi; AB’yle ilişkilerde verilen desteğin çekilmesi; silah ambargosu; Güney Kürdistan’daki Kürtlerin tamamen silahlandırılarak bir Kürt devletinin temelinin atılması, vs. Bütün bunlar Türkiye’deki işbirlikçi sınıfın korktuğu politik sorunlardır.
ABD’nin Irak ve İran politikaları Türkiye’nin ABD’ye tamamen bağlanmasını gerektirmektedir. Bu politikalar, Türkiye’nin ABD ve Avrupa arasında uygulamakta olduğu denge politikalarının sonunu getirebilir. Böylece Türkiye, İttihat ve Terakki’nin, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile birlikte izlemiş olduğu maceracı politikanın benzerine bu sefer de ABD ile birlikte sürüklenebilir. (2)
DEVRİMCİ BÜLTEN
Devrimci Bülten Sayı 32, Devamı...
(1) “Ortadoğu” terimi tartışmalıdır. Kime göre Ortadoğu? Batılı oriyentalistlere göre. Alışılmış olması ve kullanma kolaylığı nedeniyle biz de bu terimi kullanıyoruz. Tartışılması ayrı bir konu olan bu soruna burada yalnızca işaret etmekle yetiniyoruz.
(2) Bu başyazı ABD’nin başını çektiği emperyalist koalisyonun silahlı güçlerinin Irak’a saldırısından önce hazırlandı. Savaşın ertesi günü olan bugün, duruma uygun düşen kimi değişiklikler yaparak, yazıyı yeniden kaleme aldık. Savaşta söz konusu olan sınıfsal ve katmansal çıkarları; savaş öncesi politikaları ve savaş sonrası olası gelişmeleri ve Birleşmiş Milletler ve NATO gibi uluslararası örgütlerin, Avrupa Birliği gibi bölgesel ekonomik-politik oluşumların oynadıkları rolü, bu örgüt ve oluşumların iç çelişkileri ve savaşımlarını ayrıntılı olarak ele almadık. Bu işi sonraki başyazılara bırakıyoruz.
|
 |
|
|
|