 |
komunistdunya.org |
 |
|
 |
Son Yazılar |
 |
|
|
 |
PDK Devrimci Bülten - Sayı 46 (2) |
 |
 |
ABD MALİ VE EKONOMİK KRİZİ VE BUNUN ULUSLARARASI ETKİLERİ ÜZERİNE (K. Erdem)
I-Giriş
ABD’deki mali kriz bir çok yönden incelenmesi gereken bir ekonomik krizdir. Çünkü çok önemli bazı özellikleri mevcuttur. Ama şimdilik biz bu makalede bu krizi ve dünya çapındaki ekonomik ve politik etkilerini kısaca ve genel hatlarıyle ele alacağız ve de daha ayrıntılı bir analizini ama özellikle de K. Marx’ın Kapital’inin III. cildinde geliştirmiş olduğu ilkeler temelinde daha kapsamlı bir analizini başka bir makaleye bırakacağız. 2007’nin başlarında giderek su yüzüne çıkmaya başlayan ama özellikle de 2007’nin ortalarından itibaren ABD’de patlak veren mali kriz, giderek ABD ekonomisini bir yavaşlamaya hatta öngörülere göre durgunluğa (resesyon) doğru sürüklemekte ama bununla birlikte de dünya ekonomisini aynı şekilde yavaşlamaya ve durgunluğa doğru sürüklemektedir. ABD ekonomisinin ve bununla birlikte de dünya ekonomisinin bir yavaşlamaya ve durgunluğa gireceği artık ABD devletinin ve mali çevrelerinin en üst kesimlerinde dahi açıkça dile getirilmeye başlanmıştır. 2007’nin Sonbahar’ında ABD eski Hazine Bakanı John Snow ve ABD eski Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan yüksek riskli konut kredisine bağlı gelişen mali krizin (ki ödeme araçlarına olan yoğun talebin yani nakit talebinin sonucuydu) hemen ertesinde aslında olayın genel çerçevesini belirten şu açıklamaları yapmışlardır:
“ABD ekonomisi bir yavaşlama içerisine girecek, bu kesin. Bu durum global ekonomiyi de bir anlamda etkileyecek (...) “Geçmişte alınan riskler gerektiğinden fazla hafife alındı. Herkese kredi verildi. Gayrimenkul piyasasına gereğinden fazla yatırım yapıldı diyebilirim. Bu durum da ev fiyatlarının artmasına neden oldu. Bunun yanında faizler de arttı. En önemlisi verilen krediler gelişigüzel dağıtıldığı için krediyi alan kişiler ödeme yapmakta zorluk çekmeye başladılar. Bu da sistemin sıkışmasına neden oldu. Gayrimenkul sektöründe yaşanan bu balonun bir yerde patlayacağı belliydi. ” (abç) (John Snow, Hürriyet Gazetesi, 18 Eylül 2007)
“Greenspan konutları inşaa edenler üzerinde hızlı satış yönünde baskı yaratan yeni inşaa edilmiş büyük miktarda konutun bulunduğuna dikkat çekti. Greenspan, ABD’de ev fiyatlarının ciddi biçimde düşeceğini belirtirken, ABD emlak piyasasının balon olduğunu ve çok şiştiğini söyledi. Greenspan, fiyatların beklenenden daha çok düşeceğine dikkat çekti. ” (Hürriyet Gazetesi, 18 Eylül 2007)
Bu yukarıdaki kısa alıntılardan da çok açık bir şekilde görüldüğü gibi ABD’deki mali kriz, ABD’deki konut sektörüne aşırı sermaye yatırımından kaynaklanan aşırı konut üretiminin neden olduğu ve bu aşırı üretimin daha önce düşük faizli kredinin sonucunda ve paniğin etkisiyle oluşan spekülasyon balonunun patlamasından sonra fiktif (hayali) sermayenin (yani spekülasyon dönemindeki yüksek fiyatları kendisine baz alan ve bu temelde ileriye dönük bir kar beklentisi içerisinde kredi verilen ve üretken sermaye biçiminde yatırılmış olan ve de fiiliyatta varolmayan sermaye) geriye dönememesinden kaynaklanan ve de bundan dolayı tek ABD’de değil ama dünya çapında ödeme araçlarına olan talebin yani likide (nakit) olan dev boyutlardaki yoğun talebin bir sonucu olarak ortaya çıktı. ABD’deki bu mali kriz, II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası mali piyasalarda bu boyutta yaşanan ve neredeyse 1929 dünya ekonomik bunalımı ile karşılaştırılabilecek bir krizdir. Dünya çapında bir likidite krizine neden olduğu için uluslararası bir yanı vardır. Bundan da görüldüğü gibi uluslararası mali piyasaların olağanüstü bir şekilde neredeyse dünya çapında bir iç içe geçmişliği sözkonusudur ama buna karşılık uluslararası mali piyasaları düzenleyen kurumlar daha çok ulusal ve bölgesel kalmışlardır. Yani kriz uluslararası merkez bankalarını ve hükümetleri aşmış ve bu kriz karşısında neredeyse çaresiz kalmışlardır. Uluslararası mali piyasalara likidite enjekte etmeyi ise ancak birleşik bir şekilde hareket ederek gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bu durum kapitalizmin mevcut üretici güçlerinin şu andaki uluslararası üretim ilişkileri ile bir çelişkiye düştüğünün de ifadesidir. Bununla birlikte ortaya çıkan bir başka durum ise, uluslararası mali piyasaların bu derecede içiçe geçmesi aynı zamanda II. Dünya Savaşı’ndan sonra Breton Woods’ta ortaya konan uluslararası mali sistemin ise tamamen iflas ettiğini ya da aşıldığını gösterir. Çünkü bu sistem 1929 krizinin neden olduğu mali piyasaların uluslararası çapta iç içe geçmesinin önlenmesi ve bu temelde mali sistemin kontrol altında tutulması üzerine oturuyordu. Bu mali kriz, savaş sonrası dönemde 1929 krizinin tekrarlanmaması temelinde ortaya konulan bu yöndeki çabaların da boşa çıktığını ve aslında bu tür burjuva görüşlerin belli bir zaman sonra üretici güçlerin gelişmesine engel teşkil ettiğini de ortaya koymuştur. Rekabetin baskısı altında üretici güçler, kendi önüne koyulan her türlü idari engelleri aşarak kendi tarihsel gerçekliğini en sonunda dayatmıştır. Az yukarıda da belirttiğimiz gibi bu mali kriz, Uluslararası Kredi temelinde, düşük faiz oranlarının eşlik etmiş olduğu bir spekülasyonun sonucunda ortaya çıkan Uluslararası Fiktif (hayali) Sermayenin bir sonucudur. Onun için bu sürece biraz daha yakından bakmak gerekir ve onu ortaya çıkaran nedenleri biraz daha yakından incelemek gerekir.
II-ABD Mali Krizinin Nedenleri
ABD’deki mali kriz, bir çok faktörün tek ulusal çapta değil ama uluslararası çapta da bir araya gelmesinin sonucunda ortaya çıkan bir krizdir. Bu mali krizin kökeninde ABD konut piyasasındaki hipotekli krediler içerisindeki bir kısım kredinin yani Subprimes denilen yüksek riskli konut kredileri yatmaktadır. Bu kredilerin özelliği, sabit bir faiz oranından ziyade değişken bir faiz oranına yani piyasa faizlerinin hareketine tabi olmasıdır. ABD’de hipotekli konut kredisi piyasasında bu tip yani Subprimes cinsinden olan krediler 2002 yılında toplam hipotekli kredilerin % 5 iken bu rakam 2005 yılında % 20’ye çıkmıştır. Hiç kuşkusuz bu oran 2007’ye gelindiğinde daha da artmıştır. 1990’lı yılların sonlarından 2007’ye kadar olan süre içerisinde ABD bankalarının hipotek karşılığında vermiş olduğu kredilerin tam olarak ne kadar olduğu ve bunlar içerisinde Subprime kredilerinin tam olarak oranının ne kadar olduğu ve de bu Subprime’ların yüzde kaçının risk altında olduğu tam olarak bilinmemektedir. Bugün dünyanın en iyi korunan sırlarından bir tanesi, bankaların vermiş olduğu hipotekli krediler içerisinde bu Subprimes kredilerinin oranıdır. Hiçbir banka bu oranı açıklamamaktadır ve büyük bir sır olarak saklamaktadır. Bugün itibariyle ABD bankalarının hipotekli kredi piyasasından kaynaklanan toplam zararları 190-200 milyar doları bulmuş durumdadır ve bu zararın tahminlere göre 300-700 milyar dolar arasına çıkabileceği hatta bazı tahminlere göre de 1 trilyon doları bulabileceği sanılmaktadır.
ABD bankalarının açmış olduğu hipotekli krediler tek ABD para piyasasından değil, dünyanın dörtbir köşesinde ama özellikle Avrupa ve Asya’daki para piyasalarından da belli bir faiz oranından borçlanarak elde edilmişti. Kendi öz sermayelerinin dışında, konut sektörüne kendi karlarını da koyarak açmış oldukları kredilerin bir kısmı uluslararası faiz oranlarına tabiydi ve bu faiz oranlarının değişmesiyle aşağı ya da yukarı doğru hareket ediyordu. İşte bankalar elde etmiş oldukları değişken faiz oranlı bu kredileri yine aynı şekilde değişken faiz oranları temelinde müşterilerine verdiler. Bunun tersi mümkün olamaz yani değişken bir faiz oranı ile uluslararası para piyasasında borçlanan bir banka, bu para sermayeyi sabit bir faiz oranı ile belirli bir sektöre yatırmaz. Bunu yaptığı andan itibaren büyük bir risk aldığını ve uluslararası faiz oranının yükselmesi karşısında büyük bir zarar ile karşı karşıya kalacağını bilir. Onun için, değişken bir faiz oranı ile elde etmiş olduğu krediyi yine müşterilerine değişken bir faiz oranı ile verir ve böylece faiz oranlarındaki değişkenlikten kaynaklanan maliyetleri müşterilerinin sırtına yığar. Aksi taktirde para piyasasında tutunamaz. ABD bankaları, müşterilerine açmış oldukları bu kredilerin bir kısmını uluslararası para piyasasında özellikle de 1990’lı yılların sonlarından ve 2000’li yılların başlarından itibaren % 1 gibi çok düşük bir faiz oranı temelinde borçlanmışlardı. Kendi karlarını da üzerine koyarak, bu para-sermayeyi % 3-3,5 gibi oranlarda değişken bir faiz oranı biçiminde kredi veriyorlardı (Elbette ki faizler yükseldiği zaman da aynı işlem sürüyordu). Faizlerin oldukça düşük oluşu bankaları daha fazla risk alma noktasında cesaretlendirmişti. Bankaların daha fazla risk alması düşük faiz oranları ile el ele giden bir süreç olarak ortaya çıkmıştır. Emperyalist dünya ekonomisinin büyük bir atılımı ile yani yıllık bazda büyük oranlarda büyüdüğü bir süreç ile el ele giden düşük faiz oranı, rastlantısal olarak başka bir faktör ile birleşti: Konut sektöründeki yoğun talep. Bu yoğun konut talebinin nedenleri ise çok çeşitlidir: ABD nüfusunun büyümesi ve artan nüfusun yeni konut ihtiyacı. Yine aynı şekilde bu faktörü besleyen bir başka durum olan ABD’ye olan yoğun göç. Uzun zaman konut sektöründe kar oranlarının düşük olmasından dolayı yeterli toplumsal sermayenin bu sektöre girememiş olması. Eski konutların aşınması ve yıpranması ve de bundan dolayı yenilenme sorunu. Emperyalist dünya ekonomisinin büyümesinden büyük bir pay alan kapitalistlerin ve yöneticilerin gelirlerindeki büyük artışın, lüks tüketim mallarına olan talebi arttırması ve bu temelde lüks konutlara olan talebin artması vs. Konut sektöründeki bu talep yoğunluğu, düşük faiz oranlı krediler ile de daha da arttırılınca, konut piyasasında enflasyona yani fiyatların aşırı yükselmesine neden oldu. Fiyatlardaki aşırı yükselme eğilimi, birbirini besleyen iki faktörü harekete geçirdi:
- Halkta paniğe neden oldu. Konut fiyatlarının yükseldiğini gören halk, fiyatlar daha da yükselmeden konut sahibi olmaya çalıştı ve konut piyasasına kitlesel bir yönelme oldu. Fiyatlar aşırı yükseldiği taktirde bir daha da konut sahibi olamayacağını sanan kitleler hemen bir kredi bularak konut sahibi olmaya başladılar.
- Bu panik fiyatların yükselmesine neden olurken, aynı zamanda konut piyasasındaki kar oranlarını da yükseltti ve başka alanlarda faaliyet gösteren kapitalistleri de konut piyasasına yöneltti ve bu temelde de kapitalistleri bu yüksek kar oranından kaynaklanan bir rekabete sürükledi.
Krediler aracılığıyla konut sektörüne talep dopinginin yapılması, bu sektöre bağlı olan, başta inşaat sektörü olmak üzere bir çok sektörün ekonomik olarak canlanmasına neden oldu. Böylece ABD ekonomisinde istihdam ve bununla birlikte de tüketim, özellikle de düşük faiz oranlarından dolayı arttı. ABD ekonomisindeki bu büyümeye ithalatın dev boyutlarda artışı eşlik etti. Ama ABD ithalatının büyümesi onun ile ticari ilişkide olan ülkelerin ihracatının da büyümesi anlamına geldiği için, ABD ekonomisi ile birlikte dünya ekonomisinin de bir büyümesi ve canlanması anlamına geliyordu. ABD konut sektörüne düşük faiz oranları temelinde açılan krediler aracılığı ile giren dev boyutlardaki para-sermaye, konut talebini kamçıladığı için konut fiyatlarında bir enflasyona ve hatta belli bir andan itibaren de fiyatların hiçbir şekilde gerçek ekonomik ilişkileri yansıtmadığı yani konutun maliyeti artı ortalama karını yansıtmayan tamamen konjonktürel olan aşırı talebin sonucu olan geçici yüksek bir spekülatif fiyata ulaşmasına neden oldu. Geçici olan bu spekülatif fiyatlar temelinde bir çok kapitalist konut sektörüne yöneldiler ve sermayelerini konut üretimine, satın alınmasına ya da arsa alımına yatırdılar. İşte spekülatif fiyatlar temelinde konut sektörüne yatırılan sermayelerin önemli bir kısmı zamanla fiktif sermayeye dönüştü. Çünkü spekülatif fiyatlara dayanmaktaydı ve bundan dolayı dayanaksızdı ve de bu sermayenin büyük bir kısmının geri dönüşü büyük oranda imkansızdır. 2000’li yılların ortalarına doğru, uluslararası faiz oranları giderek yükselme eğilimine girdi ve 2007’nin yaz aylarına gelinceye kadar % 4-4, 5 düzeyine çıktı. Bununla birlikte, bankaların müşterilerine açmış oldukları değişken faiz oranlı krediler de yükselmeye başladı ve bir çok gerçeği su yüzüne çıkardı:
- Bankaların daha fazla müşteri kapmak için açmış oldukları Subprimes kredilerinin bir çoğu (bu oran neredeyse bu tip kredilerin yarısıydı), düşük faiz oranları dönemindeki kriterlere göre verilmişti. Yani faizlerin yükselmesi karşısında müşterilerin buna dayanıp dayanmayacaklarını gözönüne almamışlardı.
- Bankalar yüksek riskli kredilere kendi ana sermayelerinin de boyutlarını aşan bir oranda angaje olmuşlardı. Halbu ki banka yasaları riskli kredileri bankanın sermayesinin belli bir yüzdesi ile sınırlandırır ve bunun üzerine çıkmaları yasaktır. Görünen o ki bankalar bu sınırlamaları sulandırmışlar1 ve de kredilerin geri dönmemesi halinde ellerinde tutmak zorunda oldukları yedek sermayeyi de yeterli düzeyde tutmamışlardı. Banka sermayesinin eğilimi, elindeki para-sermayeyi daha fazla faiz temelinde vermek olduğu için, elindeki bu yedek sermayeyi elinde geldiği ölçüde düşük tutmak ister. Bu noktada bankaların haddinden fazla risk aldıkları ve yedek sermayeleri ile açılan krediler arasındaki oranlara pek de dikkat etmedikleri gözlemlenmiştir.
Faiz oranlarının yükselmesi karşısında, Subprimes kredilerinden yararlanan müşterilerin neredeyse yarısı önce kredilerini ödemede ciddi bir şekilde zorlandılar sonra da hipotekli evlerini iade etmeye başladılar. Bu iadelerin giderek çoğalması bankaların önce kar oranlarının azalmasına sonra da ciddi zararlara sürüklenmelerine neden oldu. Ama bu fenomene başka bir fenomen daha eklenmiştir. İadeler giderek artarken ABD konut piyasasında aşırı konut üretimi giderek ortaya çıkmaya başlamıştır. Yani konutlara olan talep giderek düşmeye başlamış ve belli bir zaman sonra da ülke genelinde en alt düzeye inmiştir. Bunun nedeni:
- Aşırı derecede yeni konut üretimi olmuştu (Şu an ABD’de yeni konut üretimi neredeyse durmuş durumdadır ve bununla birlikte inşaat sektöründe ve buna bağlı alt sektörlerde yavaşlama başlamıştır);
- Kredilerini ödeyemeyen kitlelerin hipotekli konutları geri alınarak açık arttırmada çok düşük fiyatlarla tekrar piyasaya sürülmeye başlanmıştı. Bütün bunlar aşırı konut üretimine neden olarak, konut fiyatlarının hızla düşmesine neden olmuştur.
Konut fiyatlarının hızla düşüşü spekülasyon balonunun patlamasına neden olarak, spekülatif fiyatlar temelinde konut sektörüne yatırım yapan ve bu temelde bir kısmı fiktif sermayeye dönüşen sermayenin hızla erimesi neden olmuştur. Bu durum, bankaların zararlarını hızla arttırarak belli bir zaman sonra vadesi gelen ödemelerini yani borçların zamanında ödenememesine yolaçmıştır. Çünkü kapitalistler birbirlerinden yine merkez bankalarından yoğun bir şekilde borçlanırlar. Ellerindeki sermayeleri büyük bir oranda konut sektöründeki üretken ve meta sermayeye yatırdıkları için bankalar, zararların çoğalması karşısında borçlarını döndermede nakit sıkıntısı çekmeye başlamışlardır ve para piyasasında tekrar borçlanmaya çalışmışlardır. Bunu yapamadıkları andan itibaren nakit (likidite) krizi baş göstermeye başlamıştır. Ama bütün para kapitalisti sınıfı etkisine alan bu nakit krizi, sistemin giderek sıkışmasına neden olmuştur ve daha fazla sıkışması ise iflaslara neden olacağından Uluslararası Merkez Bankaları birleşik olarak Açık Piyasa İşlemleri temelinde yani yürürlükteki faiz oranları temelinde, kendi rezervlerinden para piyasalarına çeşitli dönemlerde kredi biçiminde para enjekte etmişlerdir. İşte bu dönemde kapitalistlerin yoğun bir şekilde talep etmiş oldukları para, borçlarını kapatmak için yani ödeme araçları biçimindeki paraya olan taleptir.
Şimdi çok köklü bir sorun ortaya çıkmış durumdadır: Spekülatif fiyatlar temelinde ABD’de ve dünyanın dörtbir köşesinde borçlanan bankalar ve de bunu konut sektörüne kredi vererek üretken ve meta sermaye biçimine girmesine neden olan bankalar, bunun üretken ve meta sermaye biçiminde tükenmesi ve uçup gitmesi ve de değerini büyük bir oranda kaybetmesi karşısında bu sermayeyi tekrar nasıl (üstelik belirli bir ortalama banka karı elde ederek aksi taktirde banka sermayesinin kendisini yeniden-üretmesi imkansızdır) geri elde edeceklerdir? Ama bu sorunun başka bir soru ile birleştirilmesi gerekir: ABD konut piyasasına yatırılan (bu durum aslında Avrupa’da da yine dünyanın başka yerlerinde de aynıdır) bu para-sermayenin kaynağı nedir? Bu para-sermaye, Uluslararası Mali Sermayenin kendi öz sermayesi mi yoksa özellikle de 1990’lı yılların başlarından başlayan Uluslararası Tekelci Sermayenin uluslararası ölçekte genişletilmiş ölçekte yeniden üretiminin sonucunda ortaya çıkan ve tekrar yatırılmak için belirli bir süre birikim fonlarında biriken sermaye birikimi midir?
Bu sorulara doğru cevap vermek ABD’deki bu mali krizin tarihsel çerçevesini ve de sonuçlarını doğru yorumlamak açısından zorunludur. Ama bunun için uluslararası faiz oranını belirleyen faktörleri araştırmak gerekir. Çünkü bu sorun, bizi, yukarıda sorulan soruların cevabına götürecek unsurları içerisinde barındırmaktadır.
III- Uluslararası Genel Kar Oranı ve Uluslararası Faiz Oranı
Bizim burada ortaya koyacağımız genel teorik yaklaşım, hiç kuşkusuz dünya ekonomisindeki ampirik verilere dayanır ve sadece genel çerçevenin belirtilmesi amacını taşır. Faiz oranı genellikle ortalama ya da genel kar oranı tarafından belirlenir. Bunun tersi de geçerlidir. Ortalama ya da genel kar oranı, faiz oranı tarafından da belirlenir:
“Faiz oranı, kar oranı ile belirlendiği sürece, bu oran, özel bir sanayi kolunda egemen olan özgül bir kar oranı ile, ya da hele, belli bir iş alanında herhangi bir kapitalistin elde edebileceği fazladan bir kar ile değil, daima genel kar oranı ile belirlenir. “ (abç) (K. Marx, Kapital-III, s. 321, Sol Yay. )
Bu durum genelde böyledir. Örneğin Türkiye’ye uyguladığımız zaman bu yasanın işlemediğini görürüz. Uluslararası alanda faiz oranları % 1 ile % 5 arasında salındığı sırada Türkiye’de faiz oranları % 18 ile 23 arasında salınıyordu. Bunun nedeni Türkiye kapitalizminin gelişmişlik derecesi ama bununla da birlikte Türkiye’de toplumsal sermayenin ezici çoğunluğunu Uluslararası Tekelci Sermayenin değil , ondan tarihsel olarak daha az bir üretkenlik derecesine sahip olan ve bundan dolayı uluslararası rekabetten daha fazla olumsuz etkilenen İşbirlikçi Tekelci Sermayesinin (İTS) elinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. İTS’nin tarihsel konumu yani sürekli sermaye sıkıntısı içerisinde olması, onun ulusal mali piyasalar üzerinde sürekli talep yönlü bir baskı yaratmasına neden olmakta ve bundan dolayı ulusal faiz oranları uluslararası ortalamanın çok üstünde hareket etmektedir. Ama şimdilik bizim sorunumuz uluslararası faiz oranı ve bunun 2000’li yılların başında düşük olmasının nedenleridir. Çünkü yukarıda gördüğümüz gibi bu düşük faiz oranlarıdır ki ABD’de krediler aracılığı ile konut sektörüne olan yoğun talebi harekete geçirmiş ve spekülatif fiyatların oluşmasına yolaçmıştır. O halde uluslararası çapta bu düşük faiz oranları nasıl ortaya çıkmıştır ve buna neden olan faktörler nelerdir? Çünkü bu sorunun yanıtı bize konut sektörüne ve onunla ilişkili olan diğer sektörlere yatırılan para-sermayenin kaynağını gösterecektir ve para-sermayenin bu kaynağı da bize bu krizin etkilerinin neler olabileceğini ya da yönünü gösterecektir. Genellikle düşük bir faiz oranı yüksek bir genel kar oranı ile elele gider. Yani faiz oranları düştüğü zaman genel kar oranında bir yükselme olmuştur ya da faiz oranlarında bir düşme genel kar oranında bir yükselmenin de göstergesidir. Bütün bunlar son krizde ve öncesinde de ortaya çıkmıştır. Dünya ekonomisini az çok yakından takip eden herkes son on ya da on beş yıldan beri dünya ekonomisinin bazı ara krizler hariç çok yüksek bir büyüme geçirdiğini ve bu temelde şirketlerin muazzam karlar elde ettiğini bilir. Şirketlerin kar oranlarının yükselmesi aynı şekilde birikim fonlarında çeşitli nedenler için biriken değerlerin belirli bir dereceye ulaşmasıyla çakıştı. Bir yandan şirketlerin kar oranları yükseldiği için yeniden yatırımlar için çok az bir banka sermayesine ihtiyaçları vardı ve bundan dolayı uluslararası mali piyasalara talep yönünde fazla bir baskı yoktu. Bir yandan da bir çok birikim fonunda uzun zamandan beri biriken paralar, uluslararası mali piyasalara daha fazla değerlenmek için akmanın yollarını arıyorlardı. Yani uluslararası mali piyasalara talebin, şirketlerin kar oranları yükseldiği için göreceli azalması döneminde para-sermaye arzı da genişliyordu. Bu durum uluslararası faiz oranlarının düşmesine neden oldu. Tam da burada başka bir soru ortaya çıkıyor: Şirketlerin kar oranlarının yükselmesine neden olan faktörler nelerdir? Şirketlerin kar oranlarını yükselten faktörler gerçekten bir hayli fazladır. Burada sadece en önemlilerini belirtmekle yetineceğiz:
- Başta ABD ve İngiltere olmak üzere ve de bunlar ile yoğun ekonomik , politik ve askeri ilişkileri olan ülkelerde 1980’li yılların başlarında yapılan ekonomik düzenlemeler ve bu temelde şirketlerin üretkenlik yapılarının geliştirilmesi. Özellikle de emekçi sınıfların sömürüsünün arttırılması temelinde gerçekleştirilen bu ekonomik düzenlemeler şirketlerin daha rekabetçi bir yapıya bürünmelerini sağlamıştır. Bağımlı ülkelerde (örneğin Türkiye gibi) bu ekonomik düzenlemelere çoğu zaman bir askeri darbe eşlik etmiştir ve bu temelde halkın genel bastırılması temelinde bunlar gerçekleştirilmiştir. Aslında bağımlı ülkelerdeki ekonomik ve politik düzenlemeler emperyalist ülkelerdeki düzenlemelerin bir sonucu ve uzantısı olarak ortaya çıkmıştır.
- Emperyalist-kapitalist ülkelerdeki bu düzenlemeler, Sosyal-emperyalist Sovyet bloku üzerinde bir baskıya neden olmuş ve onun çözülmesine neden olmuştur. Sovyet blokunun bu çözülmesi ve Rusya’nın bağımlılığı altında bulunan ülkelerin ve hatta Rusya’nın kendisi, emperyalist-kapitalist ülkeler için yeni pazar alanları ve üretim alanları olarak ortaya çıkmışlardır. Uluslararası tekeller üretimlerinin büyük bir kısmını buralara kaydırmaya başlayarak ucuz işgücünden kaynaklanan muazzam karlar elde etmişlerdir.
- Çin’deki ucuz işgücünün 1980’li ve 1990’lı yıllarda büyük oranlarda uluslararası tekellere açılması.
- 1990’lı yıllarda Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) GATT’ın devamı olarak kurulması ve gümrük tarifelerinin dereceli olarak kaldırılması ve dünya genelinde serbest ticaretin daha fazla geliştirilmesi.
- Çin’in DTÖ’ne üye olarak alınması ve kotaların kaldırılması (özellikle de tekstilde) ve de bundan dolayı Çin’e olan sermaye ihracının dev boyutlara ulaşması ve şirketlerin karlarını arttırması.
- İletişim ve ulaştırma araçlarındaki müthiş atılım:Cep telefonu, internet gibi iletişim araçlarının gelişmesi. Yine aynı dönemde hava taşımacılığının (yolcu ve kargo) dev boyutlarda büyümesi. Bu durum sermayenin devrelerinin hızlanmasına ve devir hızından kaynaklanan karın yükselmesine neden olmuştur.
- Hammadde fiyatlarının ucuzlaması. 1990’lı yıllarda ve 2000’li yılların başlarında petrol fiyatları oldukça düşük bir seviyede hareket etmiştir vs.
Bir yandan şirketlerin yeni sermaye yatırımları ile üretkenlik yapılarını geliştirmelerinden dolayı meta fiyatlarının ucuzlaması ve fazla dolaşım araçları miktarının banka yedeklerine akması ve birikim fonlarını geliştirmesi. Bir yandan da şirketlerin kar oranlarının yükselmesinden dolayı mevduatlarının bankalarda birikmesi ve banka sermayesi tarafından para-sermaye olarak mali piyasalara sürülmesi olgusu, uluslararası çapta mali piyasalarda arz yönlü bir gelişimin nedenleri olmuştur. Ama bununla birlikte başka faktörler de para sermayenin arzının gelişmesine neden olmuştur:- 1980’li yıllardaki sabit sermaye yatırımlarının bir kısmının geri dönmesi ve birikim fonlarında birikmesi.
- · Prim ödenen fonlardaki dev miktarlarda birikim. Örneğin Sigorta şirketlerinde, emekli sandığında vs. biriken sermayelerin mali piyasalara faiz karşılığında sürülmeleri .
- Bankaların yutmalar ve birleşmeler yoluyla birbirinden dağınık küçük para sermayeleri dev miktarlarda odaklaştırmaları.
- Bağımlı ve yarı-bağımlı ülkelerin uluslararası tekelci sermayeyi çekmek için oluşturmuş oldukları altın ve döviz rezervlerinin, emperyalist ülkelerin mali piyasalarına sürülmeleri ama özellikle de hazine tahvillerine yatırılması (Örneğin Türkiye Merkez Bankası’nın 40 milyar dolara yakın bir rezervi ABD Hazine kağıtlarına yürürlükteki faiz oranı çerçevesinde yatırılmıştır. ) vs...
İşte yukarıda kısaca özetlediğimiz bu faktörler, 2000’li yılların başlarında uluslararası faiz oranlarının düşmesine neden olmuştur ve ABD’deki yoğun konut talebi ile çakışmıştır. Ama düşük faiz oranları spekülasyonu kolaylaştırır ve sahtekarlığın kapılarını da ardına kadar aralar. İşte ABD’de de olan budur.
Düşük faiz oranları genellikle sermayenin bir devir hareketi içerisinde (bu genellikle 10-12 yıllık bir süreci kapsar) refah dönemine tekabül eder. Bu dönemler genellikle şirketlerin büyük kar oranlarına sahip olduğu dönemlerdir. Ama pazarların daralmaya başlaması ve bundan dolayı piyasa fiyatlarının aşağıya doğru hareket etmesi ve de bundan dolayı kar oranlarında azalmaların ortaya çıkmaya başlaması ile birlikte, kapitalistlerin ek bir para sermayeye gereksinimleri (bunun nedeni sermayelerinin bir kısmının üretken ve meta sermaye halinde çakılı kalmış olmasıdır, az ileride tekrar döneceğiz bu konuya), onları para piyasasına yönlendirir ve para-sermaye talebini geliştirir. Para sermayeye olan talebin artması ile kapitalistler ellerindeki poliçeleri giderek daha fazla vadesi gelmeden kırdırmaya başlar ve iskonto piyasasında faizler yoğun talepten dolayı yükselmeye başlar. (2) Kar oranları azalırken kapitalistler birbirlerine giderek nakit ödemeden ziyade poliçerler ile ödemeye başlarlar. Bu durum kapitalistlerin kriz kokusunu almalarına neden olur. Çünkü giderek nakit kapitalistlerin ellerinde azalmaktadır ve piyasaya nakit yönlü bir yoğun talebin olacağı tecrübeler ile sabittir. Zaten ABD’de iskonto piyasası faizlerinin kısa dönemli faizler % 5, 25 çıkmışken % 6, 25’e çıkmış olması krizden hemen önceki bir durumu yansıtmaktadır, ki zaten çok kısa bir zaman sonra nakit krizi başgöstermiş ve Uluslararası Merkez Bankaları birleşik bir şekilde hareket ederek mali piyasalara belirli bir faiz oranı karşılığında para sermaye enjekte etmişlerdir.
IV-Uluslararası Kredi ve Uluslararası Fiktif (Hayali) Sermaye ABD bankaları ve onunla işbirliği halinde faaliyet gösteren dünyanın diğer bankaları, Uluslararası Sanayi Semayesinin (bu daha çok Uluslararası Tekelci Sermaye ve İşbirlikçi Tekelci Sermayesidir) bir devresi ya da bir kaç devresi (bu 10 yıldan 20-30 yıla kadar uzanabilen bir zaman devresi olabilir) süresinde biriken para-sermayeyi, kar oranı düşük olan çeşitli sanayi alanlarından çekip çıkararak, kar oranı yüksek olan konut sektörüne aktarmada aracı rolü oynamışlardır. Ama bu noktada bu bankalar, konut sektörünün hem olumlu yanlarını hem de olumsuz yanlarını ters yönden bu para-sermayenin çıkıp geldiği alanlara ihraç etmede de aracılık etmişlerdir. Yani kredi, sermaye ihraç eden sektörler ile ihraç olunan sektörleri tek ulusal düzlemde değil ama uluslararası düzlemde de birbirine bağlamış ve birbirleriyle ilişki içerisine sokmuştur. Zaten 2007’nin yaz aylarından itibaren bir çok defa baş gösteren nakit krizi esnasında da görüldüğü gibi, nakit krizi tek dünyanın bir yerinde ortaya çıkan yerel bir krizden ziyade, birbirine bağlı gelişen ve birinin diğerini etkilediği ve bundan dolayı da Uluslararası Merkez Bankalarının birleşik bir şekilde hareket etmesine yolaçan uluslararası bir nakit kriziydi. Bundan da anlaşılacağı gibi bu kriz uluslararası bir kredi temelinde ortaya çıkmıştı.
ABD’de konut sektörüne yatırılan sermaye, gerek ABD mali piyasalarından gerekse de dünyanın bir çok bölgesindeki mali piyasalardan elde edilmişti. Ama bu para-sermayeler, dağınık bir şekilde geriye dönen ve belirli bir süre birikime bırakılmış olan ama zamanı geldiği zaman tekrar genişletilmiş ölçekte yeniden-üretim temelinde tekrar yatırılmak zorunda olan para-sermaye olduğu için geri dönmesi zorunludur. Aksi taktirde gerek ABD’de gerekse de uluslararası alanda genişletilmiş ölçekte yeniden üretim aksayacak ve bu aksama, toplumsal üretimin ve tüketimin boyutlarının daralmasına neden olacak ve de bundan dolayı toplumsal huzursuzluklara ve gerilimlerin gelişmesine ve de hatta politik alt-üst oluşlara neden olacaktır. Onun için kredilerin uluslararası ölçekte geriye dönmesi zorunludur ve şu ya da bu şekilde geriye dönecektir. Buradan da şu sonuç çıkmaktadır ki, uluslararası ölçekte genişletilmiş ölçekte yeniden-üretimin bir kısmı, ABD ekonomisinin genişletilmiş ölçekte yeniden-üretimi ile iç içe geçmiştir ve birbirine bağlanmıştır.
Ama işte tam da bu noktada çok önemli bir sorun ortaya çıkmaktadır. ABD’ye açılan borç sermayesinin önemli bir kısmı (bu miktara yukarıda belirttiğimiz 1 trilyon doları bulan konut kredisi zararları da dahildir) fiktif (hayali) bir sermayeye dönüşmüştür.
Kapitalist sistemde, biriken para-sermayenin bir kısmı zamanla, kredi aracılığı ile fiktif bir sermayeye dönüşür. Yani borç sermayesinin bir kısmı (bazen hepsi) gerçek sermayenin öğelerine (üretken ve meta sermaye) dönüşür ve bu temelde para-sermaye varlıkları ortadan kalkar. Fiiliyatta para-sermaye olarak ortada olmayan bu borç sermayesi bu haliyle fiktif bir sermayeye dönüşmüştür. Çünkü ortadan kaybolmuş yani tüketilmiştir. Ama ortadan kaybolan ve tüketilen bu para-sermayenin mülkiyet hakkı kaybolmaz ve şu ya da bu şekilde geriye dönmek zorundadır. Ama şimdi bu borç sermayesinin geriye dönüşü, gelecekteki toplumsal üretimde yaratılacak olan artı-değere bağlıdır ve alacakların ellerindeki senetler, gelecekteki toplumsal kardan alacakları payları gösteren sertifikalara dönüşmüş durumdadırlar. Bu sertifikaların en önemlileri Hazine Borçlanma Kağıtları ve Borsa’daki Hisse Senetleridir. Bu borç sermayelerinin büyük bir kısmı fiktif sermayedir.
ABD’de konut sektörüne yatırılan borç sermayesinin önemli bir kısmı üretken ve meta sermayeye yatırıldığı için fiktif bir sermayeye dönüşmüştür. Ama bu noktada önemli olan durum, bu fiktif sermayenin önemli bir kısmının spekülatif fiyatlara dayanmış olması ve üretken ve meta sermaye biçiminde yatırıldığı yani başkalaşıma uğradığı anda konut fiyatlarının düşmesinden dolayı ve de faizlerin yükselmesi sonucunda kredilerini ödeyemeyen tüketicilerin hipotekli evleri iade etmeleri sonucunda bir kısmının tamamen kaybolması ve geriye dönmeyecek olmasıdır. Çünkü konut fiyatları düştüğü için iade edilen konutların tekrar satılması durumunda dahi yatırılan sermayeyi karşılamamaktadır.
ABD’deki konut sektörüne yatırılmış olan fiktif sermayenin kaynağı tek ABD bankalarının birbirinden ya da dışarıdan almış oldukları banka kredilerine dayanmamaktaydı. Konut sektörüne kredi açan bankalar, belirli bir dönem spekülatif fiyatlara dayanarak yüksek karlar açıkladıkları ve temettü dağıttıkları için, borsadaki hisse senetlerinin fiyatı da aşırı talepten dolayı yükselmiş ve bu yüksek fiyatlı hisse senetlerinden gelen para-sermayeyi de konut sektörüne aktarmışlardı. Böylece konut fiyatları düşmeye ve faizler yükselmeye başladığı andan itibaren konut iadelerinin artması sonucunda hem nakit ve ödemeler krizi başgösterdi hem de borsadan kaçış başladığı için borsalar çökmeye başladı. Borsaların çökmesi, şirketlerin finansman kaynaklarını daha da kısıtladı ve nakit ve ödemeler krizini daha da ağırlaştırdı.
ABD’deki konut sektörüne açılan kredilerin üretken bir şekilde kullanılamaması ve önemli bir kısmının batması, ABD ulusunun gerek kamu gerekse de özel sektör borç yükümlülüğünü arttırmış durumdadır. ABD bankalarına açılan kredilerin her ne kadar bir kısmı batmış ve geri dönüşü imkansız hale gelmiş olsa da, bu kredilerin arkasında ABD Hazinesi’nin garantisi vardır ve özel kapitalistler bu yükümlülüğü yerine getiremediği taktirde (3) ABD devleti bu borçların yükümlülüğünü üzerine alacaktır ve ödeyecektir. Bir yandan batmayan ama konut fiyatlarının düşmesinden ve faizlerin yükselmesinden dolayı konut iadelerinin sonucunda kar oranı düşen bankalar, bir yandan da ABD Hazinesi’nin üzerine yığılan batan bankaların borcu, bütün bunlar ABD’nin ulusal borç yükümlülüğünü artırmakta ve ABD gerçek sermayesi ile bu borç yükümlülüğü arasındaki açıyı da oldukça açmaktadır.
Uzun zamandan beri ABD ekonomisi yüksek düzeyde bir borçlanmaya dayanan bir ekonomi politikası üzerine oturmuş durumdadır. Alınan borç sermayesi üretken bir şekilde kullanıldığı ve ekonominin bir büyüme içerisinde olduğu dönemlerde bu borç sermayesi bir sorun teşkil etmemektedir tam tersine ekonominin büyümesine yardım da etmektedir. Çünkü alınan borç sermayesi başka ülkelerin sermaye birikimidir ve bu birikimin ABD ekonomisine aktarılması, üretken bir şekilde kullanıldığı zaman hem ekonominin büyümesine katkı sağlamakta hem istihdamı geliştirmekte hem de bunların sonucunda vergi gelirlerini artırmaktadır. Yine bununla birlikte mali piyasalarda para arzının gelişmesine neden olarak içeride faiz oranlarını düşürücü etkide de bulunmaktadır. Onun için ülkenin gerçek sermayesi ile orantılı bir şekilde borçlanmak bir sorun teşkil etmemektedir. Önemli olan Brüt borcun gerçek sermayeye oranı değil, Net borcun gerçek sermayeye oranıdır.
ABD’deki son mali kriz ile birlikte ABD ekonomisinin toplam borç stokunun (eğer zararları 1 trilyon dolar olarak kabul edersek) GSMH’nın % 5 ya da 6’sı kadar daha da yükselmesi sözkonusudur. ABD’nin 2006 yılında net dış borcu, GSMH’nın % 35 idi. Bunun son kriz ile birlikte daha da arttığı çok açıktır. Ama daha da önemli olan ABD’nin bu borç yükümlülüğünün bundan sonra kötü bir uluslararası ekonomik ve politik konjonktür ile çakışması ya da çakışacak olmasıdır. İçine girilmekte olan süreç ne 1980’li yılların sonundaki kriz ile ne de 2000’li yılların başındaki kriz ile karşılaştırılabilir. Bu dönemlerde ABD ekonomisinin ve ona bağlı ekonomilerin dağılan Sovyet blokunun bırakmış olduğu pazar boşluğunda, Rus emperyalizminin ve müttefiklerinin daha tam olarak toparlanamadıkları bir zamanda ilerleyebilmeleri sonucunda bu krizler kolayca aşılabilmişti. Ama şimdi ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin üretici güçleri varolan nüfuz alanlarının ötesine geçmeyi zorunlu kılmaktadır. Ama bu ötesine geçmek zorunda olunan alanlar şimdi Rus emperyalizminin kendisini toparlamasından dolayı daha katı ve sert bir hale gelmiştir.
Şimdi ABD’nin ulusal borç yükümlülüğü daha da artmıştır ve bu borcun belirli bir zaman süresi içerisinde geri dönme baskısı, ABD devletinin ensesinde kendisini yakıcı bir şekilde hissetmektedir. Şayet ABD bu borç yükümlülüğünü zamanında yerine getiremezse, o zaman ABD ekonomisi ile birlikte ona bağlı olan ekonomilerin sarsılması ve krize sürüklenmeleri kaçınılmazdır. Üstelik ABD bundan sonra hem ekonomisinin gerektirdiği düzeyde kendisine borç veren ülke bulmakta zorluk çekecek hem de ekonomisinin gerektirdiği oranda yabancı sermaye çekemeyecektir. Bütün bunlar da ABD ekonomisinin küçülmesine neden olacağı için, borçlarını zamanında ödemeye çalışacaktır.
Ancak ABD açısından önemli olan borç stokları eritilirken, bunun içeride ABD ekonomisinin daralmasına neden olmamasıdır. Bir yandan ulusal borç yükümlülüğü ekonominin durgunluğa girdiği bir dönemde azaltılmaya çalışılırken yani bütçenin faiz ödemeleri dışında kalan önemli bir kısmı borç stokunun eritilmesine ayrılırken bir yandan da ulusal ekonominin daralması nasıl önlenecek? Bu soru aynı zamanda başka bir soru ile bağlantılıdır: ABD’nin dünya pazarlarındaki konumu ve onun pazar payı, altına girmiş olduğu gerekli sermaye yatırımları artı uluslararası ortalama kar artı borç yükümlülüğünün gerektirdiği artı karı yerine koyacak düzeyde mi yoksa değil mi?
Görünen o dur ki bu fiktif sermaye ABD ekonomisinin ve bu temelde de ABD politikasının çok önemli bir göstergesi haline gelmiştir ve de bu temelde bir bütün olara ABD emperyalist sınıfını disipline sokan ve ona gerçek çıkarlarını bulmasında sezgisel bir şekilde yol gösteren önemli bir araç haline gelmiştir. ABD’nin ulusal borç yükümlülüğünün düzeyi, onun Gerçek Sermayesi ile yani ulusun varolan üretkenlik derecesi ile bir çelişkiye düşmüştür. Bu çelişki kendisini tarihsel olarak şu ya da bu şekilde çözüme bağlayacaktır. Ama bütün sorun bunu nasıl yapacağıdır?
Devrimci Bülten Sayı 46, Devamı...
(1) Konut sektöründeki yüksek kar oranlarından yararlanma eğilimi bazı banka yöneticilerini ciddi bir şekilde ahlaksızlığa ve sahtekarlığa sürüklemiştir.Kesin olmamak ile birlikte son günlerde Fransa’da patlak veren Société Générale olayında bu durum yaşanmıştır.Banka konut piyasasındaki zararını borsa da büyük riskler alarak tedarik etmeye çalışmış ve bunu da bankada çalışan bir işçisine yaptırmıştır.Ama borsada da kaybeden banka, büyük bir krizin eşiğine geldiğinde bütün sorumluluğu bu işçiye yüklemeye çalışmış ve sanki kendisinin hiç haberi yokmuş gibi davranmıştır. (2) 2007’nin Ağustos ayında ABD’de iskonto faiz oranları % 6,25 iken Mart 2008’de % 3,25’e indirildi FED (ABD Merkez Bankası) tarafından.Yine kısa dönemli faiz oranları da Ağustos 2007’de % 5,25’ten Mart 2008’in ortasında % 2’ye indirildi.Ama Avrupa Merkez Bankası kısa dönemli faiz oranlarında FED gibi fazla bir indirim yapmadı, % 4’te kaldı.Bunun nedenlerine ileri bölümlerde değineceğiz. (3) ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Ben Hernanke, belirli bir süre sonra ABD’de küçük bankaların batabileceğini belirtti.
|
 |
|
|
|
 |
|
 |
|